Galip ve Mağlup: Futbolu Yeniden Düşünmek Mümkün mü?

Futbolu eleştiriyorum diyenler bile futbol konuşmaya devam ediyor ve yorumluyor.  Ağızlara göre değişiyor; siyasetler üstü ya da dışı bir spor dalı ya da Marx’ın din için dediği gibi ‘bir afyon ve hipnoz yöntemi’ iken kimine göre, futbol kapitalizmi onu büyük bir pazarlama alâmetifarikasına dönüştürüyor. Diğerleri ise siyasal ve kimi zaman muhalif bir güç buluyor onda. Hiç kuşkusuz, bunların hepsi bugün futbolun içerisinde var olan şeyler ve bunların dönemsel olarak yükseliş ve gerilemeleri ile birlikte çekilişleri de mümkün. 

Çünkü futbol, canlı bir organizma ve insan yaşantısına, toplumsal duruma göre şekiller alabiliyor.

Simon Critchley ise ‘Futbol düşünürken aslında ne düşünürüz” diye sorarken kitabında genişçe bir aktarım da yapmış oluyor. Futbolu düşünürken, aslında neleri de beraberinde aklımıza getirdiğimize ışık tutuyor:

 “Pek çok şeye dairdir futbol; karmaşık, çelişkili, çatışmalı pek çok şey: hafıza, tarih, mekân, toplumsal sınıf, bütün belalı halleriyle toplumsal cinsiyet(özellikle erillik, giderek de dişilik),aile kimliği, kabile kimliği, milli kimlik, grupların doğası (hem oyuncu gruplarının hem de taraftar gruplarının),ayrıca kendi grubumuz ile başka gruplar arasındaki çoğu zaman şiddet ama bazen de barışçıl ve halim selim hayranlık içeren ilişki”…

“Modernize edilmiş futbol”,  kapitalizm ile birlikte sınıfsal mücadelelerin içerisinde kitlesellik kazanan ve köken olarak işçi sınıfına yaslanan bir oyun olarak bu günlere geldi ve başka bir sınıfın eline geçerek bir ‘oyun’ olmaktan çıktı. Bu, artık bir gerçek. İlk zamanlarda coğrafyaların birbirlerine demiryolu ağlarıyla bağlanmasıyla futbol da halklar arasında bir ‘köprü’ görevi üstlenmişti. O dönemin kuralı Alfred Wahl’e göre şöyle idi. “Bir istasyon demek, bir futbol sahası demekti”. 

Futbol, Portekiz’in başkenti Lizbon’da telgraf döşeyen işçilerden, Rio Tinto madenlerinde çalışan teknisyenlere ya da Uruguay’da Penarol, Çek coğrafyasında Sparta Prag,  Peru’da Allianza Lima takımını kuran işçilere doğru genişlerken, İngiliz işçiler Latin Amerika’dan Kore’ye doğru taşıyordu futbolu…

Futbol, bu örgütlenme sürecinden fazlasıyla etkilendi. Kimine göre bir direniş timsali haline geldi, kimine göre ise işçi sınıfını sömürmenin, halkları uyutmanın ve ‘apolitizm’ yaymanın geleneksel bir yöntemi olmayı başardı. Taşınma işi; farklı saiklerle, sermaye ihraçları ile devam ediyor şimdi.

O halde, futbolun çok yönlülüğünden bahsediyorsak aklımıza getirmemiz gereken bir şeyler daha olmalıydı. Uzakta değil, Simon Kuper’in dediğine de kulak vermek gerekebilirdi. futbol, savaşın başka araçlarla devam ettirilmesi anlamına da geliyordu. Futbolun araçları açıkça savaşa meyilliydi! Mesele ise kazanmaktı, bazen de kahramanca bir mağlubiyet.

Gerçekten de futbol, bu iki sonuca sıkışmış bir ikilik mi yaratıyordu?

Galibiyet ya da mağlubiyet? Ya da galip ya da mağlup?

 

Britanya’da doğan işçiler kapitalizmin vahşi halini yaşayanlardan oldular. Erken yaşlarda başlanan fabrika, maden vb. işlerde ücret kesintileri ve grevler yaşıyor, dayanışmayı öğreniyordu işçiler. Ardından gelen bazı kazanımlar sonunda kimileri için Cumartesi günleri öğleden sonraları tatil oluyor; futbola yöneliyordu birçoğu. 

İşte futbol, bir boş zaman eğlencesi olan bu ilk haline burada rastlamıştı. Futbol, işçileşiyordu. Umberto Eco’nun “Bir Pazar günü futbol maçı varken devrim yapmak mümkün mü” dediği kadar ve bir emek hareketi olarak örgütlendiği zamanlardı. Almanya’da, İngiltere’de, Viyana’da ya da İspanya’nın herhangi bir işçi-yoğun yerinde futbola rastlamak mümkündü. 

Kübalı devrimci Che Guevara, “Futbol, devrimin silahıdır” derken şaka yapmıyordu. İspanya’da Rayo Vallecano kulübüne bağlı taraftar grubu Bukaneros’un zamanında Franco rejimine, Adolf Hitler’in doğum gününü kutlayan Real Madrid’in neo-Nazi taraftar grubu Ultra Sur’a karşı mücadele ederken, Lefkoşa’da Omonia, İskoçya’da Celtic’in Yeşil Tugayları, Yunanistan’ın Türkiye’de doğan AEK kulübünün Original 21 taraftar grubu  ya da Livorno’lu komünist taraftarların Amerika’nın Irak’ı işgale giriştiği emperyalist savaşta ölen 17 İtalyan asker için maçlar öncesinde saygı duruşu yapılmasına “Ölenler İtalyan olsa da işgalci askerlerdi. Bu ülkede her yıl en az 1.500 işçi iş kazasında ölüyor. Neden onlar için devlet töreni düzenlenmiyor?” sorusunu sormalarının mutlaka ‘futbolun tarihsel aurası’  ile bir bağlantısı olmalıydı. 

Demek ki galibiyet ya da mağlubiyet çoğu zaman içerikten yoksun kalabiliyordu. Futbol, indirgenemezdi.

Bunun en acı verici örnekleri de vardı. Bir tanesi Şili ile Sovyetler Birliği’nin 1974 Dünya Kupası elemeleri için karşı karşıya gelmesiyle ortaya çıkıyordu. Allende’ye yapılan askeri darbe sonucu, binlerce insan ile birlikte Victor Jara ve Pablo Neruda gibi sosyalist sanatçı ve şairin de katledilmesi, “Ölüm Karavanı” ismiyle bilinen cellâtların her gün yeni cinayetler işlediği, hapishanelerin sayısız siyasi mahkûmla doldurulduğu ve yer kalmadığı için başkent Santiago’daki Estadio Nacional Stadyumu’nun bir katliam merkezi olarak kullanıldığı bir dönem vardı Şili’de. 

Diktatör Pinochet’in futbolu bir araç olarak bellemesi ve ‘özgür’ bırakması Şili’nin deplasmana, Sovyetler Birliği’ne, gitmesine izin verdi. Anti-komünist Brezilyalı hakem Armando Marques’in taraflı olduğu kuşku götürmez hamleleri ile maçın golsüz bitmesi faşist Pinochet rejimini tatmin etmeye yetiyordu. “Sovyetler Birliği bizi futbolda bile yenemedi” çığlıkları duyuluyordu, kana bulanan Şili sokakları ve Estadio Nacional’de işkenceye maruz kalan sayısız insanın çığlıkları gibi…

21 Kasım 1973 gününün ayrı bir önemi var, mağlup olmanın şampiyonluğunda… Binlerce insanın kanı ile bulanan stada çıkmayı reddeden Sovyetler Birliği’nin FIFA tarafından ve hiç utanılmadan “çimlerin ve kale direklerinin nizami şartlara uygunluğu” bahane edilerek maça çıkmaya zorlanması futbolun kısa olmayan tarihi düşünüldüğünde dibe vurduğu, karanlık bir anı resmediyordu. Hatırlanacaktır, Şili milli takımı sahaya çıkartıldığında karşısında kimseyi bulamamıştı, tribünlerde toplanmış 17 bin kişilik insan toplamı ve Avusturyalı hakem Linemayr’ın çaldığı düdükle 1-0 biten 30 saniyelik bir maç…

Galibiyet ya da mağlubiyet kime yazılıyordu şimdi?

O utancı yaşayan, Allende’ye yakınlığı ve solcu kimliği ile bilinen kaptan Veliz şöyle diyordu. “ O günlerde neler yaşandığını daha sonra öğrendim. Eğer o zaman her şeyi biliyor olsaydım bir daha asla futbol oynamazdım. Bırakırdım. Beni hain olarak fişleyip öldürürlerdi belki, ama bırakırdım”. Bir diğer futbolcu Cazsely ise sürekli reddetse de zorla maça çıkarılmıştı, kana bulanmış ‘oyun’ başladığında durmuş ve hiç koşmamıştı. Hareket etmeyen tek kişiydi sahada.  1974 Dünya kupasına gitmeye zorlanmış ve Şili takımının Dünya Kupası finalleri ilk maçında, Türkiye’nin kupalara ilk kez gönderdiği hakem Doğan Babacan’dan henüz ilk maçında kırmızı kart görmüştü. 

Galip ile mağlubun sonsuza kadar yer değiştirdiği zamanlardı.

İşte, tam da bu sebeple yeniden düşünmek gerekiyor şimdiki futbolu, yansımalarını, izlerini…

Futbolun her şeye kadir olduğunu iddia etsek de hissiyatın yitirildiği ve paranın egemen olduğu bir ‘futbol’ öyküsünün sonlanacağına şüphe yok.

Her ne kadar ‘sözcüklerin çekiciliği’ olsa da mağlubiyetin öyküsü de öyle hasıraltı edilecek gibi durmuyor.

Ancak yine de mağlup olmayı bilerek, galibiyeti öğrenmeye çalışşak ve mücadele etsek iyi olacak gibi görünüyor.

Futbolun başka sonuçları da olduğunu bilerek ve bu galip-mağlup ‘ikiliğine’ sığmadan…

Biraz da Cruyff’un dediği gibi değil mi? 

“Neden daha zengin bir kulübü yenemeyelim ki! Bir çanta dolusu paranın gol attığını ömrü hayatımda görmedim”.

Ne diyeyim, bende görmedim.

Fikir Sayı 41: Çocuklarda Bodurluk İkiye Katlandı

“Yapı” Üzerine: Futbolumuzun “Yükselişi” ve Düşüşü