Klasik Batı müziğinin en önemli kilometre taşı Mozart, 5 Aralık’ın 233. ölüm yıl dönümü olması nedeniyle pek çok şehirde eserlerinin seslendirildiği etkinliklerle anıldı, anılıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmed Adnan Saygun Senfoni Orkestrası konseri bunlardan biriydi. Şef İbrahim Yazıcı’nın aynı zamanda solistliğini yaptığı, 3 Aralık’taki “Sadece Mozart” konseri, sanatçının üç eserinden oluşuyordu. Don Giovanni Operası Uvertürü K.537 ile başlayan konser, Piyano Konçertosu No 20 re minör K.466 ve Senfoni No 41 “Jüpiter” Do majör K.551 eserleriyle devam etti. İbrahim Yazıcı, program, Mozart ve eserleri hakkında kısa bilgiler verdiği konuşmasında bir de salondaki yavru kediden haberdar etti izleyenleri. Provalara eşlik eden kedinin bir yere sıkıştığı sanılmış, itfaiyeden yardım istenmiş ama yavrucak ortaya çıkmamıştı. Keyfi yerindeydi galiba. Mozart salonun akustiğinde tınladıkça o da tiz miyavlarıyla düet yapıyor, her miyavında da İbrahim Yazıcı’nın yüzüne gülücükler yayılıyordu. İnsanın en eski arkadaşlarından olan kediyle en eski müziklerinden biri klasik müzik, salonda kol kola vermişti. İzleyenler arasında esen yumuşak, gülücüklü havadan anlaşıldığına göre belki türler ve çağlar arası bu mutlu alışverişe ihtiyacımız vardı.
HER ŞEY BİRBİRİYLE İLİNTİLİ
Müzik böyledir zaten. Hele klasik müzik… İnsanın beynindeki dalgalanmaları artırır, zihnine hava aldırır, fikirleri yeni yollara bağlar. ‘80’li yıllarda TRT’de orkestra şefi Hikmet Şimşek’in hazırlayıp sunduğu Pazar Konseri programı vardı. Pazar günleri kovboy filminden sonra, öğleyin yayımlanırdı. Çocuktum, o zaman tam adını koyamıyordum, neydi hissettiğim ama bugünden baktığımda, Şimşek’in yönettiği klasik müzik orkestrasını izleyişimi düşündüğümde aklıma yabancılık duyusu geliyor. Başka bir ülke, başka dünyalar. Burası gibi olmayan yerler. Program, ortalama Türk insanı tarafından “pazar kanseri” olarak adlandırılır, espri konusu yapılırdı. Hâlbuki klasik müzik, nasıl da çok seslilik, çok renklilik, çok türlülük alametifarikasıydı. Ülkemize matbaa gibi geç giren ve bir yavru kediyle insanların aynı salonda Mozart dinlemesi gibi bir şey. Dilimize aykırı bir alfabeyi yüzyıllar boyunca kullanmak zorunda bırakıldığımız için okuyamadığımız dünyanın farkına varamamak fakat o dünyanın bizi kıskandığını sanmak da buradan mı beslenmişti? Olabilir. Her şey birbiriyle ilintili. Üstelik de kanser gibi her anlamda zor bir hastalığı, dalga metaforu olarak kullanmak da başlı başına sorunlu.
AHMED ADNAN SAYGUN’UN DEĞERİ
Konser, Mustafa Kemal Atatürk’ün emekleriyle, özeniyle yetiştirilen, cumhuriyetin ilk kuşak müzisyenlerinden Ahmed Adnan Saygun’un adını taşıyan sanat merkezindeydi. Bu merkezin yapım sürecinin başlangıcını hatırlıyorum. 2000’lerin başıydı, Ahmet Piriştina İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı’ydı. Güzelyalı semtinde, eski troleybüs garajının bulunduğu alan, Piriştina’nın gözünde Türkiye’nin en iyi konser salonlarından biri olarak canlanıyordu. O hep böyleydi, kimsenin göremediğini görür, çağının önünde yürürdü. Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi için proje yarışması düzenlemişti fakat Piriştina hayalinin gerçeğe dönüştüğünü göremeden vefat etmiş, beklenmedik ölümüyle İzmir’i ağlatmıştı. Burayı kente, Türkiye’ye ve sanata kazandırma görevini, Piriştina’nın ardından göreve gelen İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu üstlenmişti. Konseri izlerken bunlar da canlandı gözümde.
Klasik müzik dehası Mozart, cumhuriyetin “harika çocuklar”ından İzmirli Ahmed Adnan Saygun’un adını taşıyan salonda yankılanıyordu. Mozart’ın Avrupa seçkinleri tarafından nasıl desteklendiğini düşününce Atatürk’ün talimatıyla ilk Türk operası Özsoy’u kısacık sürede, savaş yorgunu ve yoksulu cumhuriyet koşullarında besteleyen Saygun’u da düşündüm. Özsoy operasının bestelenme sürecinde yaşanan zorlukları, İstiklal Marşı’nın bestecisi Zeki Üngör’ün, Saygun’un önüne nasıl engel koyduğunu… Bu ülkenin her şeye nasıl zorlukla kavuştuğunu ve kavuştuklarının kıymetini pek bilemediğini. Özsoy’un bestelenme hikâyesini anlatan “Bir Cumhuriyet Şarkısı” filmi halen vizyonda, o dünyayı hissetmek isteyenleri bekliyor.
YAŞ OTUZ BEŞTİ…
Konumuz Mozart’tı, klasik müzik nasıl da amacına hizmet edip düşünce kanallarımızı açtı, gördünüz mü? Müzisyene biraz yakından bakalım. Wolfgang Amadeus Mozart 27 Ocak 1756’da, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’na bağlı olan, bugünkü Avusturya’nın şehri Salzburg’da doğdu. Bestelediği altı yüzden fazla eserin pek çoğu, senfoni, konçerto, oda, opera ve koro müziğinin zirve noktaları olarak kabul edilir. Onun müziği klasik müziğin ilk örneklerindendi, dönemini dönüştürmüştü. O bir müzik dâhisiydi. Beş yaşında çok iyi piyano ve keman çalıyor, beste yapıyor, Avrupa kraliyetine konserler veriyordu. Münih’te Bavyera Elektörlüğünde, Prag ve Viyana saraylarında konser verdiğinde henüz altı yaşındaydı. Babasıyla çıktığı konser turu üç buçuk yıl sürdü; Münih, Mannheim, Paris, Londra, Lahey, Zürih, Donaueschingen’e gittiler. Gezilerinde pek çok müzisyenle tanıştı. Bütün Batı müziğini etkiledi. Chopin, Schubert, Çaykovski, Schumann ve dahası Mozart’ı “en iyi” olarak tanımladı. Beethoven, Mozart hayranıydı, onu örnek almıştı. On yedi yaşında, Salzburg sarayında müzisyen olarak göreve başladı ama bu ona yetmedi. 1781’de Viyana seyahatindeyken Salzburg’daki görevinden ihraç edildi yani işten atıldı. Bir süre Viyana’da yaşadı. Yüzyıllar sonraya kalacak eserlerini, en ünlü senfonilerinin, konçertolarının ve operalarının birçoğunu ve Requiem’in bazı kısımlarını Viyana’daki son döneminde besteledi. Türk Marşı da bunlardan biriydi. Türklerin Avrupa’da meşhur olduğu yıllarda, 1780’lerde Mehter Marşı’ndan etkilenerek Türk Marşı’nı yaptı. 5 Aralık 1791’de öldüğünde Requiem yarım kalmıştı ve yaş henüz otuz beşti. Geçen yüzyıla göre yolun yarısıydı. Bugünden bakınca ne terütaze bir yaş. Kısacık ömürde dünyanın müziğini üretip acelesi varmış gibi gitmiş.
UZUN ÖMÜRLERİN ÇÜRÜYEN BEYİNLERİ
Bugün ömür nasıl da uzadı… Ama eskinin o kısa ömürlerinin yarısı kadar faydamız dokunuyor mu hayata? Çok ilerlemekle, insan ömrünü uzatmakla, yaşlılığı durdurmakla, bir tıkla dünyaya uzanmakla övündüğümüz çağımızda günümüzün önemli kısmını, beynimizi dijital çöplüğe dönüştürerek geçiriyoruz. Oxford Sözlüğü, 2024’ün kelimesini “beyin çürümesi” (brain rot) olarak belirlemiş, malumunuz. Uzun süre sosyal medyaya, internete bakmaktan ileri gelen bir çürüme. Çocuklarını gelin olmaya, tarikat yurtlarına, feodal ağalara, köy sosyolojisine, yoksulluğa kaptıran bir ülke olmaktan nasıl çıkarız da çağdaş eğitimin, bilimin, sanatın yolunu yürürüz, diye sormaktan kendimizi alıkoyamadığımız bir yılı da böyle bitiriyoruz işte.
Sözün başına dönecek olursak hâlihazırda oksijen alan beyinlerimiz çürüyor ama Mozart, yaşıyor. Örneğin benim için hemen hemen yazdığım her yazıya eşlik ederek, zihnimi organize etmeme, kafamı toplamama, odaklanmama yardımcı olarak yaşıyor. Pek çok zamana ve mekâna uğrayan, karışık gibi görünen ama dünyada her şeyin birbiriyle ilintili olduğunu savunan bu yazıyı da Mozart’ın senfonilerini dinleyerek yazdım. Bir yerlerde “Sihirli Flüt”ün sahnelendiğini görürseniz çocuklarınızı elinden tutup götürün. YouTube’da Mozart eserlerini işlerinize eşlik edin. Televizyonun sadece gündüz kuşağı kavgalarından ve “prime time”da kareler içinde kapışan kellelerden ibaret olmadığını hatırlayın; klasik müzik yayınlayan kanalları arayıp bulun. İnsanın içindeki zehri akıtmaya elbette sadece klasik müzik yetmez, mesleği bu olduğu halde planlı kötülük yapanı biliyorum ama onların arızalı imalâtı bizi yolumuzdan alıkoymasın. Zihinsel kanserin en etkili ilacı yine de klasik müziktir, iyisi mi içimizi onunla yıkamaya devam edelim.
İmza: Pazar Konseri’ni herkesten gizli severek dinleyen küçük kız.