Edebiyatın Yüreğindeki Kar Taneleri

Aralık ayının ortalarındayız, yeni bir yıla yaklaşıyoruz günden güne. Kış, bütün varlığını iliklerimize kadar hissettiriyor. Ülkemizin pek çok yerinden ekranlara ve gazete sayfalarına yansıyan kar yağışı haberleri ve kar manzaralarıyla birlikte, kışın eşsiz güzelliğinin yanı sıra insanımıza yaşattığı zorluklara da yakından tanık oluyoruz.

Anılarımızda kalan kış ve kar görünümleri, çoğu kez, güzel duygular uyandırır içimizde. Karın yağışı, çocukluğun o büyülü, o düşsel yaşantılarına uzanan zamansal bir yolculuğa çıkarır bizi.  Gittikçe uzayan karlı gecelerde yanan sobanın ya da ocağın başında bir araya gelen insanların anlattığı masallar, efsaneler gelir akla. Sanki bütün bir çocukluk, o uzun gecelerde anlatılan uykulu bir kış masalının içinden seslenir insana. O kış masalında, hayatın büyüsü, bembeyaz kar taneleri halinde çocuk yüreklerine yağar usulca. Mutluluk, çatısına karlar yığılmış kulübeyi gösteren simli bir yılbaşı kartının üzerindedir. Lapa lapa yağan karın gizlediği bir çam ormanı vardır mutluluğun resminde. Manzarayı tamamlayan bir kardan adam görünür ayrıca.

Kar kristallerinin yapısı, doğanın kendi özgün yaratımını yansıtır; her kar tanesinin kendine özgü bir güzelliği olduğu ve hiçbirinin başka bir kar tanesine benzemediği belirtilir. Kar taneleri aynı görünseler bile moleküler düzeyde ikisinin aynı olması neredeyse imkânsızdır, der bilim insanları. Çocukluğun kışındaki o büyülü yaşantılar, acıtıcı, soğuk ve sert gerçeklere dönüşür zamanla; çünkü hayatın bütün ağırlığı, yetişkin insanın ruhuna var gücüyle çökmeye başlamıştır artık.

Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası adlı yapıtında, içinde yaşanılan ev ve kış mevsimine dair şunları yazar: “Kış, evi içsellikle, içselliğin incelikleriyle doldurur. Evin dışındaki dünyadaysa, kar ayak izlerini siler, yolları karıştırır, gürültüleri boğar, renkleri maskeler. Evrensel beyazlık, kozmik bir olumsuzlamanın(negation) işbaşında olduğunu hissettirir. Ev düşçüsü bütün bunları bilir, hisseder ve dış dünyanın varlığı azaldıkça, bütün içsellik değerlerinin şiddetinin arttığını görür.” Bachelard, şöyle devam eder cümlelerine: “Mevsimler arasında en yaşlı olanı kış mevsimidir. Anıları yaşlandırır. Bizi uzak geçmişe götürür. Kar altındaki ev, kocamıştır. Ev, geçmişte, uzak yüzyılda yaşar gibidir.”

Kış gecelerine anlam kazandıran masalların bir edebiyat ürünü olduğunu düşününce, edebiyatın içindeki kışı araştırmanın da anlamlı bir çaba olacağı kanısına vardım. Bu konu hakkında yazılmış pek çok yazının, emek verilmiş birçok derleme listesinin olduğunu da keşfettim.

Şiirimizde kar ve kış konusunda ilk akla gelen eser, Cenap Şehabettin’in ünlü “Elhan-ı Şita” yani “Kış Ezgileri” adlı şiiridir: “Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş/Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar/ Geçen eyyam-ı nevbaharı arar” dizeleriyle başlayan şiirde, karın yağışı beyaz bir titreyişe, dumanlı bir uçuşa benzetilir. Karların, eşini kaybeden bir kuş gibi, geçen ilkbahar günlerini aradığı belirtilir. Şiir boyunca, karın rüzgârda savruluşunu ya da parçalar halinde yavaş yavaş yağışını, sanatlı bir anlatımla dile getirir şair. İlkbahar günleri geçip gitmiş, uçarken düşüp ölmüştür bir bahar kelebeği. Şimdi onun narin bedeni üzerine kar taneleri yağmaktadır.  Görselliğin güçlü olduğu dizelerde kar sesini bir ezgi gibi ruhumuzda duyarız. Bu incelikli şiir, insanı, yavaş yavaş bembeyaz bir kış tablosunun içine çeker.

Ahmet Muhip Dıranas’ın “Kar” şiiri şu dizelerle başlar: “Kardır yağan üstümüze geceden, / Yağmurlu, karanlık bir düşünceden, /Ormanın uğultusuyla birlikte/ Ve dörtnala, dümdüz bir mavilikte /Kar yağıyor üstümüze inceden.” Kış mevsiminde hissedilen “dünyanın o büyük yalnızlığını” unutmak ister şair. Orhan Veli Kanık’ın “Oktay’a Mektuplar” şiiri Ankara’nın soğuk bir gecesinde yazılmıştır: “Ankara, 10.12.37, Saat 21/ Kış, kıyamet…/ Macar Lokantası’nda yazıyorum/ İlk mektubumu. / Oktaycığım/ Bu gece sana/ Bütün sarhoşların selâmı var” diye başlar bu mektup şiir.

Yahya Kemal Beyatlı, “Kar Musikileri” şiirinde “Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu. /Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.” diye seslenir. Cahit Sıtkı Tarancı, “Kar ve Ben” şiirine şu dizelerle başlar: “Esiyor tane tane yine beyaz bir rüzgâr. / Söyleyin hangi kuşun kanatları yolundu, /Yine hangi ağaçtan döküldü bu yapraklar? / Yağan beyaz bir sükût, bir mahşerdir sanki kar!”

Faruk Nafiz Çamlıbel, içinde hüzün dolu bir insan hikâyesini gizlediği “Han Duvarları” adlı uzun şiirinde, Anadolu’nun ıssız yollarında yaylı bir arabayla seyahat eden İstanbullu aydının izlenimlerini, içe işleyen bir duyarlılık ve canlı görünümler halinde resmeder. Karlar “beyaz bir ölüm gibi” yağar Anadolu’nun dertli yollarına: “Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide, / İki dağ ortasında boğulan bir geçide. / Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden/ Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:/ Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla, / Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla. / Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu, /Burada son fırtına son dalı kırıyordu… /Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla, /Savrulmaya başladı karlar etrafımızda. /Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;/    Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü… /Gönlümde can verirken köye varmak emeli/ Arabacı haykırdı ‘İşte Araplıbeli!’ / Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana /Biz menzile vararak atları çektik hana.”

Melih Cevdet Anday, “Bolluk” adlı şiirinde kışa farklı bir perspektiften bakar: “Ve yaşlandım, buzlu camın havailiği gibi. /Savaşan yalnızlığın gökyüzü kış, /Sabah yumuşak karla yükseldikçe, /Artık ölüm tümden yeşermezmişçesine /Belleğin eşiği yunmuş yıkanmış.” Turgut Uyar, “Kışındır” başlıklı şirinde, “şimdi bu kışa girişin hüznü müdür o mudur /benim her duygum biraz hüzün gibidir. Mesela.” der ve hüzün duygusuyla kış mevsimini incelikle buluşturur.

Metin Altıok’un “Kar” şiirinden de birkaç dize almak istiyorum: “Kar yağdı durmadan üç gün üç gece, /Yaslandı duvarlara, kapıları zorladı, /Pencerelerden baktı ev içlerine. /Kar hiç böyle kimsesiz kalmadı/Kendi özgül tarihinde. /Çıngırakların, kızakların karı/Yağdı her şeyin üstüne sessiz bir öfkeyle.” Behçet Aysan “Dışarda Kar”ın dizelerinde karla birlikte, yaşanan bir aşkı dile getirir: “kar yağıyor dışarda/mektubun yeni gelmiş /İstanbul kokuyor. /dışarda kar yağıyor /seni seviyorum.”

İsmail Uyaroğlu, Hayatı Karşılayan Şiirler’indeki “Kar ve Sessizlik” adlı şiirinde, kar yağışını sessizlikle bir arada işler: “Karla birlikte gökten/Kediler, ağaçlar bile duyar/Beyaz bir sessizlik yağar.” Ayten Mutlu, “Kar Taneleri” şiirinde, “ellerinden yağardı/en güzel yalanından dünyanın/ bedenimde titreyen kar taneleri” dizelerinde, yağan kar taneleriyle içindeki duyguları bir araya getirir. Ahmet Telli, “Sıcak Bir Kış” adlı şiirinde der ki: “Ellerin nasıl da üşüyor, bozacının/ Karlı sesi doluyorken odamıza/ Hava gittikçe kirleniyor bu kentte/ Ve aralıksız kar yağıyor kar yağıyor”

Şükrü Erbaş’ın, Derin Kesik kitabı içindeki dizeleri dikkatimizi çeker: “Kar geçti. Papatya geçti. / Kehribardan nergise döndü dünya. /Azala azala canımla kaldım/ En uzun sensin ey beşinci mevsim.” Başka bir yerdeyse şu dizeler: “Uzun sustum, ey durmadan konuşanlar/ Geçmedi üşümem/ Ben bir aşkın kar yağışından geliyorum.”

Veysel Çolak’ın, “Sapı Kırık Çiçek” şiirindeki dizelerindeki imgeleri etkileyicidir: “Kar gelecek, kimse kimseyi beklemesin, yollar kırgın/ Usulca gökyüzüne kapandı her pencere. / Tırmanıp duruyoruz içimizdeki dağa/ Orada mahşerin ilk atlısı besleniyor kötülükten/ Gövdeden bir avuç kan düşer gibi toprağa.” Salih Bolat, İlk Kar’ın sayfalarından birinde şöyle seslenir: “ıssız bir istasyon lojmanıydı kalbim/ ağzımda yaban meyvelerinin tadı. / kar için gelmiştim, yeriniz yoktu, sustum.”

Yelda Karataş’ın, Hüznün Kısa Tarihi içinde yer alan “Ürperme” adlı şiiri şöyledir: “İçindeki kar üşümesiyle eskimiş yüreğini/gece kuşlarına katarak/bir güzel yalan söyleyip anılara/harfleri bulanık bir sevdanın peşindesin. /Ne olur geri dönme.”

Birhan Keskin, “Kışın Bana Yaptıkları” adlı şiirinde, bir melankoli halini betimler: “Yüzüm yüzünü terk edeli kıştı. /Yeni yeni kıştı. / Kollarım kendi bacaklarımı sarmıştı. / Fotoğrafta görünmeyen ışıklar vardı. /Sandalyenin ucuna oturmuştum. / Gözlerim bacaklarıma dolanan kollarıma, sonra bacaklarıma, sonra daha uzağa, salondan da uzağa, o yok yere bakıyordu.”

Didem Madak, Pulbiber Mahallesi’ndeki o müthiş ironisiyle şöyle der: “Ortam şiire acayip müsait Efendimiz, / Acayip bir atmosfer yarattınız/ Kar yağdı yüzümün yolları kapandı/ Hayır, tuzlama çalışması yapmıyoruz Efendimiz. / Ne bir kimseyi göresim var ne konuşasım bir kimseyle.”

Betül Tarıman, Kardan Harfler adlı yapıtında: “biliyorum bu kış da kuytumla sevişecek/ kalbime büyüyen hayalet” (…) “kışa bakan balkon çocukluğumdur/ ağlarken sular ürpermiş/ ne köpürtmüş sevinci/ ne aşk tiryakisi/ içinde sarhoş kuytular/ biraz mahur biraz hüzzam/ ne zaman rüyaya uzasam/ kederle eskitilmiştir.” der. Ayrıca şu dizeleri de etkilidir: “ahşap zamanlardı/ kar yağardı odaya babam/ üşürdüm duvara keder yıkılan saatler/ kuşların sesi olmasa” ve anne imgesiyle şairin daha da incelen dizeleri: “kederle yıkanır çocukluğun sabahı/ anne camlarda erir hayat/ kıştır anne gidince başlayan/ yeni evlerde solar anılar/ taştan evleri görülür yalnızlığın/ çünkü yaz bitmiştir/ eski bir mandolin kalmıştır orda.”

Halim Yazıcı, “Kar Sesleri”nde “ey renklerin ince sazı/hangi aşkın yalnızlığısın şimdi/ büyürken gözlerinde/ kırmızı bir kar tanesi.” dizelerinde yer alan sıra dışı imgeleriyle zihnimizdeki çağrışım kapılarını yavaşça aralar.

Aydın Şimşek, “Şiir de Yazılmıyor Hüzün de” şiirine şöyle başlar: “yine kar yağıyor sokaklarıma/ne şiir yazabilirim ne de… belki biraz anlatabilirim kendimi” “Kış” adlı şiirini ise şöyle bitirir şair: “Soğuk, solgun ve suskun bir orman içimde/içimde İda’nın inançsız dikeni/Bir parçam daha yenildi bir parçam/Daha yaşlandı. /Kış evimizdir, dostlar/ Erken kalkan konuklarımız/ Aşk da tükendi. /Sadece kış ve/ Kan. Kirleniyor/ uz.”

Roman ve öykülerimizde kış

Roman ve öykülerimizdeki kar ve kış anlatımlarını düşündüğümde, aklıma öncelikle Ferit Edgü’nün Hakkari’de Bir Mevsim’i gelir. Kar ve tipinin köy yollarını kapatmasını, dış dünyadan izole duruma gelen köyle birlikte, roman anlatıcısı öğretmenin kendi iç dünyasına kapanmasını unutamıyorum. Bu kapanma, önce kendisiyle baş başa kalıp ruhsal açıdan derinleşmesine, daha sonra dikkatinin ve ilgisinin dış dünyaya, köydeki yoksul yaşama, öğrencilerin yaşantılarına, hastalanan ve ölen bebeklere çevrilmesine dönüşen zorlu bir süreci başlatıyor; böylece, içerdiği düşsel unsurlarla birlikte edebiyatımızın en güçlü romanlarından birini oluşturuyordu.

Epeyce eskilere, on dokuzuncu yüzyıl sonlarına, “Türk romancılığının babası” Halit Ziya Uşaklıgil’in dönemine uzanan bir yolculuğa çıkalım. Necip Tosun’un “Roman ve Öykülerde Kış” adlı araştırmasına göre Halit Ziya Uşaklıgil’in “Onu Beklerken” adlı metni benzersiz bir kış öyküsüdür. Bu eser hakkında şunları belirtir Necip Tosun: “Öyküde Afrika’nın kışsız, soğuksuz bir yurdundan İstanbul’a gelen ve hiç kar görmemiş Afrikalı genç kızın karın büyüsü altında donarak ölümü anlatılır. Genç kız bir gece yatağında üşüyerek uyanır. Gece titreyerek yatağından doğrulur. Yalının damına çıkar. Giderek daha çok üşümeye başlar. Zangır zangır titrerken çeneleri çarpar, dişleri birbirine vurur. Bu arada kar yağmaya başlar. Genç kız hayranlıkla karın yağışını seyretmektedir. İlk kez olarak böyle dökülüşünü gördüğü kar onu büyülemiştir: ‘Beyaz bulut parçaları artık kasırgalar yaparak, döne döne savrularak, iri iri, lapa lapa dökülüyor, yavaş yavaş bu güneş ülkesinin kızını da örtüyordu. Ay gittikçe daha donuk lekesinin altında daha az belli oluyordu. Sanki o da parça parça dökülüyor, o da gece dostunu karlarla birlikte örtmek istiyordu…’ Sabahleyin damda onun donmuş bir vaziyette karla iç içe cesedini bulurlar.”

Yıllar önce izlediğim Cevat Fehmi Başkut’un Buzlar Çözülmeden adlı oyunu, içeriğinin edebi değeri, olayların trajikomik işleniş biçimi ve toplumcu yaklaşımıyla unutamadığım bir yapıt olarak belleğime kazınmış durumda. Kasaba yollarının kardan kapanması, yeni gelen dürüst ve âdil kaymakamın kasabanın pek çok sorununu cesaretle çözmesi ve sürpriz final…

Sait Faik Abasıyanık, Semaver adlı kitabında yer alan “Stelyanos Hrisopulos Gemisi” öyküsünde Burgazada’nın kışlarını da anlatır: “Kış, Ada’nın sahillerine lodoslarla beraber gelirdi. Kocayemiş ağaçlarının çamlarla birleştiği adanın lodos tarafında, hiçbir ev yoktur. Orada kocaman vahşi kayalar, tuhaf kuşlar ve derin uçurumlar vardır. Kalpazanlar Kayası’nın üstünden lodos aştığı zaman, adanın poyraz tarafındaki evlerinde sessiz bir hayat başlardı.”

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur” romanındaki karlı İstanbul manzaraları, okurun dikkatini ve ilgisini çeker: “Bu, İstanbul’un nadir görünen karlı havalarındandı. Sanki bütün mevsimi –lodosların yalancı yazına aldanarak- tembel tembel geçiren kış, birdenbire bu şubat sonunda, tam Şark usulü bir hızla harekete geçmiş ve bütün ihmallerini birkaç gün içinde tamamlamaya azmetmiş gibi, fırtına, sis, kar, tipi, eline ne geçerse hepsini kullanarak şehri altüst etmişti. Bir gün evvel, tulumbanın borusundaki suya varıncaya kadar her şey donmuştu. Bahçedeki ağaçlar üzerlerinden sarkan büyük buz parçalarıyla akşamın boşluğunda çok başka bir âlemden gelmiş ağır, yaşlı hayallere benziyorlardı.”

Füruzan, öykülerinde yaz mevsimine sık sık yer vermekle birlikte özellikle 47’liler romanında Erzurum’daki yaşamı son derece inandırıcı tablolar halinde betimleyerek kar ve kışı adeta içimizde hissettirir. Bir yazımda belirttiğim gibi, “Kış mevsimi, Füruzan’ın öykülerinde, çatılardan sarkan buzlarla, odada bir yanı kızararak yanan taşkömürü sobasından dalga dalga yayılan sıcaklıkla, bahçelerde ağaç dallarını, toprağı örten sessizlikle, serçelerin kar üstündeki güçsüz adımlarıyla, içe işleyen bir çocuk üşümesiyle, başlı başına bir hüzün kaynağı gibidir. Bu üşümeler, yalnızlıktan süzülüp gelir.” Parasız Yatılı’daki “Münip Bey’in Günlüğü” öyküsü, küçük bir memurun Ocak ayından Nisan’a kadar, kar ve kış anlatımları eşliğinde güncesine yazdığı terfi etme hayalleri ve sonrasında uğradığı düş kırıklığı ve yaşadığı hüzün dile getirilir.  Füruzan, aynı kitabındaki “Sabah Eskimişliğin” öyküsünde şunları yazar: “Havalar birden soğuyacak, sokaklar kış kokmaya başladı. Geçen gün yıkılan eski bir yapının ardında kış bulutlarının hazırlığını gördüm. Soğuktan hiç hoşlanmam, sıcak bir ev mutluluğun yarısı sayılır. Hele kötü yapılmış yoksul evlerin yapışan kederli soğuğu… Kar oyunlarından ürken kısalmış, eski giysili çocukları o kadar iyi biliyorum ki… En çok üşüyen yerim ıslak ayaklarımdı; uyuştuğu zaman mangala yaklaşma, derlerdi. Yavaş yavaş kanım çözülürdü sıcakta; sonraları bunun yarı donmak olduğunu öğrendim.”

Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde çoğumuza tanıdık gelen eski bir tabloyu anımsatır: “Kış aylarında yağmur en çok bizim okulun beton avlusuna yağıyor.” Tomris Uyar’ın “Evin Sonu” öyküsünde yer alan kar ve kış ayrıntıları, insanı derinden etkiler: “Karın hızlandırdığı rüzgârda dağılıp paralanan bağlantısız incelikler: yolların ıssızlığı, topuklar altında çatırdayan toprak yol, insan soluklarıyla buğulanmış bir vapur camından dışardaki karanlığı (deniz ya da akşam) gözleyiş, içerinin güven veren kargaşası (çayfincanları, kaşıklar, ocağa koşuşturan garsonlar), sonra Çamlıca’ya çıkarken şoförün kulağındaki fiyakalı cıgara.”

Orhan Pamuk’un, Doğu’nun büyüleyici şehri Kars’ta geçen romanı Kar’dan birkaç cümle: “Karın sessizliği, diye düşünüyordu otobüste şoförün hemen arkasında oturan adam. Bu bir şiirin başlangıcı olsaydı içinde hissettiği şeye karın sessizliği derdi.”  Görüldüğü üzere, Orhan Pamuk, şiirimizin uzun tarihi boyunca pek çok kez işlenen “kar ve sessizlik” imgelerini, yazdığı romanın satırlarında hatırlatmakta, eskiden yazılmış o şiirlere selam göndermektedir. İstanbullu roman kahramanının Kars’taki kış izlenimleri, onu karşılaştırmalara ve sorgulamalara yönlendirir: “Çocukluğunda, Nişantaşı’ndaki güvenli evlerinin penceresinden ona bir masalın parçasıymış gibi gelen karlı sokak görüntüleri şimdi yıllardır hayallerini içinde son bir sığınak olarak taşıdığı bir orta sınıf hayatının ve hayal bile etmek istemediği sonu umutsuz bir yoksulluğun başlangıcı gibi gözüküyordu.” İstanbul, Hatıralar ve Şehir adlı anı kitabında şöyle yazar Orhan Pamuk: “Kar çocukluğumun İstanbul’unun ayrılmaz bir parçasıydı. Kimi çocukların yaz tatilini, bir yolculuğa çıkmayı iple çekmeleri gibi, ben de çocukluğumda karın yağmasını beklerdim. Dışarıya, sokaklara çıkıp karda oynayacağım için değil, kar altında şehir bana daha ‘güzel’ gözüktüğü için.”

Faruk Duman’ın pek çok yapıtında olduğu gibi, Ve bir Pars Hüzünle Kaybolur adlı kısa romanında asıl kahramanın doğa olduğu görülür. Bu yapıta dair yazımda şunları belirtmiştim: “Romanda mekân olarak, karlı, soğuk ve sert kışların geçtiği, yakınında kurdun, kuşun, ceylanın, parsın yaşadığı bir orman bulunan adsız bir Anadolu kasabası seçilmiş.  Mekânın belirli olmayışına zamanın belirsizliği de eklenerek, roman içinde bir ‘masal zamanı’ ya da masallara özgü bir ‘zamansızlık’ yaratılmış; okurken sık sık bir masalın içinde yol alıyormuşuz sanısına kapılıyoruz. Masalın içindeki zaman, bütün olay ve olguları belirliyor; kişilerin yaşantıları bu belirsiz zamanın içinde akıp gidiyor. Roman, yine bir masal gizemi ve belirsizliği ile sona eriyor.” Görüldüğü gibi, kış mevsimi ve masal dünyasının bir araya gelmesi burada da karşımıza çıkıyor.

Hande Öğüt’ün hazırladığı Kadın Öykülerinde Doğu adlı seçkide yer alan ve Berat Alanyalı’nın yazdığı “Lekenler, Patenler”, aradan geçen bunca yıla rağmen hafızamdan silinmeyen derinlikli bir öykü. Katmanlı ve üst kurmacalı olan bu öyküde, öykü kişisinin geçmişe dönük anımsamaları ve sorgulamaları dile getirilir. Doğu’daki bir mezrada öğretmen olan idealist bir babanın, lapa lapa yağan karın, içe işleyen acımasız soğuğun ve yolların kardan kapanması yüzünden hastaneye götürülemeyen küçük kardeşin ölümünün anlatımları incelikle işlenir. Bu öyküden, kışı anlatan birkaç cümle aktarmak istiyorum: “Beyazın katmanlandıkça artan şiddetine aşinayım. Doruklardan düze yumuşak bir örtü gibi serilirdi ama, şiddetin tetikçisiydi, kar. Hele ayaz yiyip buza kestiğinde. Issızlığın şiddeti…Yolların kapandığı, yiyeceklerin azaldığı, kurtların uluduğu mevsimde, binbir müşkül karşısında tenha bırakılmanın resmi şiddeti.”

Emel Kayın, “Ispanak Salatası ve Sokak Köpeği” başlıklı öyküsünde, soğuk ve solgun kış imgelerini çağırır: “Yemyeşil evin yemyeşil bahçesi kuruyunca, mutfağından leziz yemek kokuları gelmez olunca, sokağa açılan pencerelerin önündeki teneke saksılar ile küçük divandaki yastıkların rengi solunca kimsesiz kalmış bir sokak köpeği soğuk bir kış gecesi donmayacaktı. Bir ömür boyunca karanlık bir sokakta buzun üzerinde yalın ayak koşmayacaktım; karanlık bir sokakta buzun üzerinde yalın ayak bir ömür boyunca.”

Erzurum’da doğup büyüyen; halen bu kentte yaşayan öykü ve oyun yazarı Demet Çizmeli, Dünyanın Ortasında adlı kitabında kentine özgü manzaraları başarıyla resmediyor. Bu kitap hakkında yazdığım yazıda şunları ifade etmiştim: “Demet Çizmeli, “Çoğu ‘atmosfer öyküsü’ niteliği de taşıyan dokuz öyküsünde, zamanlar boyunca kışları durmaksızın yağıp kentin üzerine bembeyaz bir ıssızlıkla çöken karı, uğultuyla esen fırtınayı, iliklere kadar işleyen soğuğu yaşatıyor okurlara. Geçmişten günümüze, günümüzden geçmişe gidip gelen, zaman sarkacında salınan öyküler, Anadolu’nun ıssızlığını yer yer gizemli bir Şark atmosferi içinde dillendiriyor.” Bu kitapta yer alan “Asude Günler” başlıklı öyküden birkaç cümleyi aktarmak istiyorum: “İri kar taneleri tüy hafifliğinde inerek sessiz bir kuşatmayla her yanı beyaza bürüdüğünde, nesneler sonsuzluğun içinde erimişçesine kaybolurdu kentte. Uzun kışlarda saklanma, içe çekilme duygusu yaşamları da katı kurallara bağlardı. (…) Sert ayaz öfkeyle sarıyordu sokakları. Kar dört gün aralıksız yağıp oturmuştu toprağa. Bacalardan kürenen karların sokağa atılmasıyla birlikte pencere eşiklerinde minik beyaz tepeler yükselir, göz kamaştıran bir aklık oluştururdu bu manzara. (…) Daha çetin kışlar da bilirdi kent insanı. Felaket gibi gelen karakışlarla, kişisel takvimlere not düşülürdü. Doğumlar, ölümler eğer o yılın öncesine ya da sonrasına denk geldiyse, ‘Büyük kıştan beş yıl önceydi.’, ‘Deligücük soğuklarının ortasındaydı’ diye anlatılırdı.” (s.75)

“Dünya edebiyatında kar ve kış”a dair değinmeler

Bu yazıda “dünya edebiyatındaki kar ve kış” konusuna etraflıca giremiyorum, ama bu güzel konuyu işleyen unutulmaz yapıtların adlarını anmak ve yazarlarını anımsatmak istiyorum.

Charles Dickens’ın Bir Noel Şarkısı, kış mevsimiyle bütünleşmiş bir eserdir. “Coğrafya kaderdir” derler; yazarların yaşadığı coğrafya, çoğu zaman, edebiyat eserlerinin kaderini oluşturur; metnin içeriğinde söz sahibi olur. Özellikle Rus edebiyatındaki romanların pek çoğunun kar ve kış anlatımlarıyla dolu olması kaçınılmaz bir gerçekliktir.

Tolstoy, Anna Karenina’da hüzünlü bir aşk hikâyesini kar ve kışla birlikte işler: “Bu sırada rüzgâr önündeki engeli aşmaya çalışırcasına vagonların üstlerinden karları sağa sola saçmış, kopmuş bir demir levhayı sarsmaya başlamıştı. Kar fırtınasının korkunçluğu şimdi Anna’ya daha güzel görünüyordu.” Yine Tolstoy’un Savaş ve Barış romanına, Napolyon’un Rusya içlerindeki istila yolculuğu, Rus topraklarında ilerleyemeden kara ve kışa teslim olması ve ordusunun büyük bir hezimetle geri çekilmesi sahneleri damgasını vurur.

Gogol’un, Petersburg’da geçen öykülerinde kar ve kış imgeleri yoğundur. Özellikle “Palto” adlı öyküsünde Petersburg’un soğuğu ve ayazı etkili bir biçimde betimlenirken, o soğuk günlerde, çok ihtiyacı olduğu için kendisine yeni bir palto alan dar gelirli memur Akaki Akakiyeviç’in, paltosunu bir hırsıza çaldırması sonucunda yaşadığı acıklı olaylar, derin bir psikoloji üzerinden işlenir.

Boris Pasternak, Doktor Jivago romanında, güçlü bir aşk hikâyesini ve 1917 devrimi döneminin toplumsal olaylarını odağa alırken, aynı zamanda Rusya’nın steplerindeki karlı kış manzaralarını da ustalıkla betimler.

Thomas Mann, Büyülü Dağ’da, yükseklerin ıssızlığında kendi içine kapanan kahramanı Hans Castorp’u anlatır ve karlı dorukların edebiyattaki en güzel manzaralarını resmeder: “Berghof girişine çıkan merdivenler kaybolmuş, eğimli bir düzeye dönüşmüştü, çamların bütün dallarında ağır, komik biçimli yastıklar vardı, orda burda kar yığını kayıyordu, toz duman olup bulut ve beyaz sis olarak ağaç gövdelerinin arasına iniyordu. Çepeçevre dağlar kar altındaydı, aşağı bölgeler buğuluydu, ağaç sınırını aşan çeşitli biçimlerdeki zirveler yumuşak bir örtünün altındaydı. Hava karanlıktı, güneş solgun bir ışık olarak sis perdesinin arkasında kalmıştı. Ama kar, dolaylı ve yumuşak bir ışık saçıyordu, dünyaya ve insanlara, beyaz ya da renkli yün boşlukların altında burunları kızarmış da olsa onlara yakışan sütlü bir aydınlık.”

  Jack London Ateş Yakmak romanında, gençlik yıllarında altın aramak için gittiği kuzey kutbuna yakın yerlerde yaşadığı ve tanık olduğu olayları anlatır. Vahşi doğada, karların uçsuz bucaksız beyazlıklarındaki buzlu ve ıssız topraklarda tek başına kalan, ölümle yüz yüze gelen insanın hayatta kalma mücadelesini gerçekçi bir bakış açısıyla işler.

Karları ve kış mevsimini bütün canlılığıyla işleyen birkaç yapıt adı daha vermek gerekirse: Tolstoy’un Kazaklar, Kawabata’nın Karlar Ülkesi, Isabelle Allende’nin Kış Ortasında, Karl Ove Knausgaard’ın, Kış adlarını taşıyan romanlarının; Franz Kafka’nın Köy Hekimi adlı öyküsünün ve ayrıca Wolfgang Borchert’in pek çok öyküsünün sayfalarında kar manzaralarını görmek, kış soğuğunu derinden duyumsamak mümkündür.

Sonuç

Birbirinden farklı ülkelerin edebiyatlarında, kar ve kışın insan ruhunda bıraktığı izlenimler ve yarattığı etkiler birbirine oldukça yakın görünmektedir: Soğuk, buz, ayaz, tipi, üşüme, ürperme, titreme, ateş, soba, içe kapanma, izolasyon, sessizlik, beyazlık, ıssızlık, yalnızlık, hayal kırıklığı gibi imgeler ve duyumsamalar… Farklılık gösteren pek bir şey yoktur, çünkü doğa karşısında insan her yerde aynıdır ve insanın  yapısı, fizyolojisi, psikolojisi, kısacası doğası evrenseldir.

 

Kaynakça

Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, Çev. Alp Tümertekin, İthaki Yayınları, 2013.

Hande Öğüt (Haz.), Kadın Öykülerinde Doğu, Sel Yayıncılık, 2011.

Necip Tosun, Roman ve öykülerde kış, Yeni Şafak Kitap Eki, 15.01.2022.

Elif Tanrıyar, Edebiyatta kış kokusu, K24, 08. Aralık. 2016.