Mültecilerden Geriye Ne Kalacak?

Savaş, 1980’lerde büyüyen çocukların sadece okuldaki tarih kitaplarında ezber ettiği ders konusu değildi. Kâğıdın iki boyutu üzerinde ayağa kalkar, hayatımıza karışırdı. Savaşın kelimeleri ve hisleri akşam yemeklerimize, pazar banyolarının sabun kokularına, soba isine, sokaktaki çelik çomak oyunlarına bulaşırdı. Irak-İran Savaşı, oturma odamızdaki televizyon ekranlarından ödev yaptığımız defterlere gölgesini düşürürdü. Biz kapımızın önünde beş taş oynarken Batı Şerialı çocuklar sokaklarda İntifada taşlarını uçurur, pek çoğu gençliğe eremeden ölüp giderdi. İsrail-Filistin çatışması, yorgun 20. yüzyılı boydan boya geçmekteydi. Belki o sırada mutfaklarımızda Girit mübadili babaannelerimizin sinkontası, Kırım Türkmeni atalarımızın çi böreği pişmekteydi. Belki altın gününde konuklara Ermeni dolması ikram edilmekteydi, hiç de Ermeni olduğu bilinmeden. Balkan Savaşları, tehcir, dünya savaşları, mübadele ve saire. Gelmiştik, gelmiştiniz, gelmişlerdi. Sonra da unutmuştuk, unutmuştunuz, unutmuşlardı.  

CAN TATLI, SAVAŞ BÜYÜK

Biz canlılar âlemi böyleyizdir. Hayatta kalmak için unuturuz. Boyumuzu aşanı, ardımızda bırakırız. Can tatlıdır, savaş bizden büyüktür, kaçmak lâzımdır. Fakat aynı zamanda kimse bizim geçtiğimiz yollardan geçmesin, geldiğimiz bu yeni yer sadece bizim olsun isteriz. Becerebilsek gelirken geçtiğimiz yolları halı gibi toplar, rulo yapar, yanımızda taşır, duvara dayardık. Ardımızda bıraktığımız yerleri, gerçekten ardımızda bırakmaya ihtiyaç duyarız. Atılıp savrulduğumuz yerde köklenmek için göçtüğümüzü unuturuz. Bir zamanlar bir yerlerden geldiğimizi, bulunduğumuz yeri şunun şurasında kaç yıldır memleket bellediğimizi aklımıza getirmeyiz. Susarız. İnsanlığın yeryüzüne düştüğü ilk toprakta köklenip yeşerdiğine inanırız. Bir zamanlar bulunduğumuz topraklarda da sonra gelip yerleştiğimiz yurtta da ilk başta istenmemiş olduğumuzu, varlığımızdan vazgeçilmesini aklımızda tutarsak delirebiliriz. Elimizde sadece, yerleştiğimiz yeni yurt vardır. Toprağa tutunuruz. 

Fakat her zaman istediklerimiz gerçekleşmez. Bazen tarih tekerrür eder. Bilmem nerede çıkmış savaşın kaçakları evimize gelir. Kalıp savaşsalardı ya, deriz. Burada keyif çatıyorlar, paramızı yiyorlar, deriz. İçeri girmesinler isteriz. Sokaklarımızda yer kalmamıştır. Bütün evler tutulmuştur. Okullar, hastaneler, otobüsler çok kalabalıktır. Burada herkese yer yoktur. Kaldırımlarda, parklarda çoluk çocuk, yorgan döşek, maaile yatıp kalkanlara bakarız; her şeyleri bedava, deriz. Atölyelerde, fabrikalarda, tarlalarda ucuzdan da ucuza çalıştırılırlar; işimizi çalıyorlar, deriz. Yalandan can yelekleri ve yalandan deniz botları satıp üstlerinden para kazanırız, tekneleri alabora olur, kıyılara çocuk cesetleri vurur; gelmeselerdi, gitmeselerdi, deriz. Üstelik de olan biten her şey politikanın işine gelmektedir ve savaş kaçkınlarının kiminin derisi meşinleşmekte, karakterleri haşinleşmektedir. Ev sahibi, kiracı, misafir hepsi birbirine girmektedir.

DIŞ POLİTİK DEĞİL, HİS POLİTİK

2011 yılında başlayan Suriye Savaşı, evvel ezelden bildiğimiz bu savaş sürgünlüğü, mültecilik hikâyesinin bitmek bilmeyen sınavına sokmuştu bizi. İnsanın insana tahammülünün sınavı. İlk üç yıl Suriye sınırından geçip gelenler Baas rejiminden kaçmıştı. 2014’ten itibaren IŞİD’ten kaçtılar. Her hâlükârda hayata kaçtılar. Kimi burada kaldı, kimi daha batıya gitti. Ne yazık ki bir siyasetten kurtulmaya çalışırken başka siyasetin içine düştüler. Mülteciler diye bir milletten söz edilir oldu ve her millette (tabii ki Türklerde de) olduğu kadar onlar arasında da suçlular, güçlüler, kötüler vardı. Kuruların yanında yaşlar da yandı. Suça meyyal olanlar yüzünden nefret körüklendi, ırkçılık dişlerini, tırnaklarını sivriltti. Herkes rolünü güzel oynadı. Sınırları açtıkça açanlar, gelmeyeni de getirenler, mülteci kellesine Avrupa’dan para kopartanlar, kimi mültecilerin ağzına bir parmak bal çalanlar, verdiği imtiyazla tüm mültecileri zan altında bırakanlar, Türkiye’de Suriyeli düşmanlığı yaratanlar başrolü kaptı. 

Şimdi mültecilerin geri dönüşü konuşuluyor. Şam düştü, düşecek derken düştü. Tekrar ayağa kalkabilir mi, bilinmez. Toprağının altında ve civarında o petrol olduğu müddetçe zor. Başta yapmamız gerekeni şimdi mi yapıyoruz yoksa? Sonuçları konuşmaktan sebepleri konuşmaya hiç sıra gelmemişti. Ortalığı kim karıştırdı, kim tuttu, kim pişirdi, kim yedi… bu karışıklıkta savaşın nedenleri söylenir mi? Oysa ders kitaplarına giren savaşların nedenlerini maddeler halinde yazarlar, sınavlarda öğrencilere sorarlar: Filanca savaşın sebebini yazınız. İçinde yaşarken akla karayı, sapla samanı birbirinden ayırt etmesi zor. 

Benim konum dış politik değil, his politik. İç de diyebilirdim ama İçişleri Bakanlığı üstüne alınır sonra, neme lâzım. İnsanın içinden bir yerlerden seslenmeye çalışıyorum. İçinize soruyorum. Bir kısım Suriyeli mülteci kısa vadede gidecektir, bir kısmının dönüşü bir yıla yayılacaktır, bir kısmı gitmeyip burada yaşayacaktır. Geriye ne kalacaktır? Irkçılığın, ayrımcılığın, yabancı düşmanlığının şekilden şekle girmiş ucubeliği öyle orta yerde mi duracaktır? Ninelerimizin ve dedelerimizin göçünün, mübadilliğinin, mülteciliğinin unutulması gibi yeni çağın mültecilerine duyulan nefret de unutulacak mıdır? Savaşların, oyunlarımızın, sokaklarımızın, oturma odalarımızın, akşam yemeklerimizin atmosferine karışmasından mıdır bu kanıksama? Meselelerin aslını astarını, sebebini konuşamadan sonuçlar üzerinden yarattığımız düşmanlığın zehri nereye akacak, hangi yeni savaşlara bulaşacaktır?