Sol belediyecilik uygulamaları, Latin Amerika’da 1980’lerin sonunda askeri diktatörlüklerin gerilemesi ve burjuva demokrasisine geçiş denemeleriyle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu dönemde, halkın yönetime katılımını artırmayı ve toplumsal eşitsizlikleri azaltmayı hedefleyen yenilikçi uygulamalar, özellikle yerel düzeyde etkili olmuş ve dikkat çekmiştir. 1990’ların sonlarında başlayan pembe dalga döneminde ise sol belediyecilik, yerel ölçekteki başarılı politikaların ulusal düzeyde uygulanmasına zemin hazırlamış, böylece sosyal adaleti ve kamucu politikaları merkeze alan bir yönetim anlayışı ulusal ölçeğe taşınmıştır. 2010’ların ortalarından itibaren ekonomik zorluklar ve siyasi baskılar nedeniyle farklılaşmalara uğrasa da, sol belediyecilik uygulamaları günümüze kadar varlığını sürdürmüş; toplumcu politikaların devamlılığı açısından önemli bir paradigma olmaya devam etmiştir.
Sol Belediyeciliğin Yaslandığı Mücadele Birikimi
1980’lerde Latin Amerika’da yükselen sol belediyecilik hareketi, kıtanın devrimci mücadelesinin mirası üzerine inşa edilmiştir. 20. yüzyılın ortasında Küba Devrimi ile başlayan devrimci mücadele toplumsal adalet, eşitlik ve demokrasi gibi değerleri yaygınlaştırarak geniş halk kitlelerinin desteğini kazanmıştır. Bu devrimci birikim, 1980’lerde yerel yönetimlere taşınarak, neoliberal politikaların yarattığı eşitsizliklere karşı alternatif bir siyaset zemini sunmuştur. Sol belediyecilik, devrimci mücadelenin örgütlü yapısını, yerel düzeyde katılımcı yönetim ve halkçı politikalar ekseninde yeniden yorumlayarak, halkın doğrudan taleplerine cevap verebilecek güçlü bir siyasi hareket haline gelmiştir.
20. yüzyılın ikinci yarısında Latin Amerika’nın siyasi yapısını şekillendiren en belirgin süreçlerden biri, 1959 Küba Devrimi’nin ardından kıta genelinde sol hareketlerin yükselişi ve bu yükselişe karşı askeri diktatörlüklerin güç kazanmasıdır. Bu süreç, Latin Amerika’nın yapısal eşitsizlikleri ve emperyalist müdahalelerle şekillenen toplumsal dinamiklerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle 1960’lar ve 1970’lerde sosyalist ve komünist ideolojiler, geniş halk kitleleri arasında önemli bir karşılık bulurken, bu ideolojik yükselişe karşılık olarak ABD destekli askeri rejimler kıtadaki siyasi dengeleri köklü bir biçimde değiştirmiştir. Latin Amerika’daki askeri diktatörlükler ile devrimci hareketler arasındaki mücadele, bölgenin 20. yüzyılın ikinci yarısındaki siyasal yapısının temel karakteristiğini oluşturmuştur. Sol hareketlerin ivme kazanması, baskıcı askeri rejimlerin kurulmasına zemin hazırlamış, ancak bu rejimlerin sert ve otoriter politikaları, sol hareketlerin büyük ölçüde yeraltına çekilmesine neden olmuştur.
1960’lar ve 1970’ler, Latin Amerika siyasetinde derin yapısal dönüşümlerin yanı sıra devrimci mücadelelerin yoğunluk kazandığı bir dönem olarak tarihe geçmiştir. Bu yıllarda, Arjantin’de Montoneros ve Devrimci İşçi Partisi (ERP) gibi sol örgütler, ülkedeki askeri diktatörlüklere karşı silahlı mücadele başlatmış, bu hareketler kırsal ve kentsel direniş stratejileriyle dikkat çekmiştir. Aynı şekilde, Brezilya’da MR-8 ve Araguaia Gerillaları, faşist rejimin baskıcı politikalarına karşı örgütlenmiş ve özellikle kent gerillacılığı taktikleriyle önemli bir direniş sergilemiştir. Brezilya’daki sol hareketlerin uluslararası tanınırlığı, 1969 yılında MR-8’in ABD büyükelçisi Charles Elbrick’i kaçırması gibi eylemlerle artmıştır. Bu olay, uluslararası kamuoyunda büyük yankı uyandırarak Brezilya’daki sol hareketlerin küresel ölçekte dikkat çekmesine olanak tanımıştır.
Şili’de, Salvador Allende liderliğindeki sosyalist koalisyon Unidad Popular, 1970 yılında demokratik seçimler sonucunda iktidara gelerek ülke tarihinde bir ilki gerçekleştirmiş ve sol reformları uygulamaya koymuştur. Bu dönemde, ekonomik eşitsizliklerin azaltılması, kamulaştırma politikaları ve toplumsal refahın artırılmasına yönelik reformlar, Şili siyasetinde köklü değişimlere zemin hazırlamıştır. Ancak, 1973 yılında ABD’nin de desteğiyle General Augusto Pinochet öncülüğünde gerçekleştirilen askeri darbe, Allende hükümetini devirmiş ve Şili’yi siyasi, ekonomik ve toplumsal anlamda derin izler bırakan, yıllar sürecek bir askeri diktatörlük rejimine sürüklemiştir. Bu darbe, yalnızca Şili’nin değil, Latin Amerika’daki emeperyalist dinamiklerinin ve dış müdahalelerin etkisini gözler önüne seren bir dönüm noktası olmuştur.
Kolombiya’da FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) ve ELN (Ulusal Kurtuluş Ordusu), Marksist-Leninist ideolojiyi benimseyerek kırsal bölgelerde devletin askeri güçlerine karşı uzun vadeli bir direniş stratejisi yürütmüşlerdir. Bu hareketler, yoksulluğun ve toplumsal eşitsizliklerin derin olduğu bölgelerde etkinliklerini artırarak geniş halk desteği kazanmıştır. Peru’da ise Maoist çizgide örgütlenen Sendero Luminoso (Aydınlık Yol), 1970’lerde sosyo-ekonomik eşitsizliklere karşı bir mücadele olarak ortaya çıkmış, 1980’lerde ise geniş çaplı bir gerilla savaşı başlatmıştır. Aynı dönemde Nikaragua’da Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN), Somoza diktatörlüğüne karşı uzun süren mücadeleler sonucunda 1979 yılında zafer kazanmış ve bu başarı, Latin Amerika’daki sol hareketler açısından önemli bir dönüm noktası olmuştur. Öte yandan, Bolivya’da Che Guevara’nın 1967’de başlattığı gerilla hareketi, Guevara’nın yakalanarak öldürülmesiyle sona ermiş ve Bolivya’da devrimci hareketler açısından başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu olay, uluslararası devrimci hareketlerin sembolik liderlerinden biri olan Guevara’nın mirasını daha da güçlendirmiştir.
1970’lerde Latin Amerika’da askeri diktatörlüklerin iktidara gelmesinin temel motivasyonu, kıtada yükselen sol hareketlerin bastırılması ve bu sayede liberal iktisadi politikaların etkin bir şekilde uygulanmasının sağlanması olmuştur. Bu süreçte, devletin ekonomideki rolünün küçültülmesi, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi ve dış yatırımların teşvik edilmesi gibi neoliberal reformlar, askeri rejimlerin öncelikli ekonomik hedefleri arasında yer almıştır. Şili, General Augusto Pinochet yönetimi altında bu politikaların en sert ve kapsamlı şekilde uygulandığı ülkelerden biri olarak dikkat çekmiştir. Özellikle Milton Friedman’ın ekonomi teorilerine dayanan neoliberal politikalar, Şili’de olduğu gibi diğer Latin Amerika ülkelerinde de askeri rejimlerin ekonomik ajandalarını şekillendirmiştir. Bu politikalar, yalnızca ekonomik yapıyı dönüştürmekle kalmamış, aynı zamanda bölgede toplumsal eşitsizliklerin derinleşmesine ve sosyal gerilimlerin artmasına neden olmuştur.
1970’lerde sol hareketlerin birçoğu, ABD destekli askeri diktatörlüklerin baskıcı politikalarına rağmen, sosyalist ve komünist ideallerini canlı tutmuş ve Latin Amerika siyasal tarihine derin izler bırakmıştır. Özellikle askeri faşist rejimler karşısında silahlı mücadeleye başvuran bu hareketler, belli açılardan başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da, uzun vadede kıtanın siyasi ve toplumsal dinamiklerini köklü biçimde dönüştürmeyi başarmış ve 1980’lerde Latin Amerika’da yükselen sol belediyecilik hareketinin siyasal birikimlerini yaratmıştır.
Sol Belediyeciliğin Doğuşu ve Gelişimi
Latin Amerika’da 1980’lerin sonu, askeri diktatörlüklerin sona ermesiyle burjuva demokrasisine geçiş denemelerime tanıklık ederken, toplumsal mücadele açısından yeni bir dönemin başlangıcını işaret etmiştir. Diktatörlüklerin sert baskısı altında faaliyetleri sınırlanan sol hareket, bu süreçle birlikte yeniden legal politik sahnede etkin bir şekilde yer almaya başlamıştır. Askeri rejimlerin uyguladığı neoliberal politikaların yarattığı toplumsal eşitsizlikler, özellikle işçi sınıfı ve orta sınıfı birleştiren siyasal partilerin öncülüğünde sol belediyecilik hareketlerinin yükselişine zemin hazırlamıştır. Peru ve Brezilya şehirleri askeri diktatörlükten çıkma çabalarının erken başladığı yerler olarak ilk deneyimleri yaratmış, Venezuela, Uruguay ve Arjantin belediyeleri onları izlemiş ve Meksika ve El Salvador’un başkentleri bu şehirleri takip etmiştir.
Margaret Thatcher’ın serbest piyasa politikalarını “başka bir alternatif yok” söylemiyle savunduğu dönemde, Latin Amerika’daki sosyalist kadrolar, yerel öz-yönetim modellerine dayanan iddialı deneyimler gerçekleştirmeye başlamışlardır. Hugo Chávez ve Lula da Silva’nın ulusal düzeyde iktidara gelişleri ve Latin Amerika’daki “Pembe Dalga” hükümetlerinin yükselişinden önce, Porto Alegre’nin katılımcı bütçeleme süreci ve El Alto’nun kooperatif örgütlenmeleri, belediye düzeyindeki alternatif yönetim modellerinin çerçevesini oluşturmuştu. Bu süreçte, sonraki on beş yıl boyunca kıtanın farklı bölgelerinde yüzlerce sol lider yerel düzeyde iktidara gelmiş ve bu yönetim deneyimleri, 2000’li yılların başında Pembe Dalga hükümetlerinin ulusal düzeydeki stratejilerinin temelini oluşturmuştur. Bu yerel yönetimler, yalnızca merkezi yönetime ulaşan birer basamak olarak değil, aynı zamanda neoliberalizme karşı direnişin kaleleri ve yeni bir demokratik siyasetin geliştiği platformlar olarak da değerlendirilmiştir.
1980 ve 1990’larda Latin Amerika şehirleri, derin sosyo-ekonomik zorluklarla karşı karşıya kalmıştır. 1980’lerin kemer sıkma politikaları, kentsel hizmetlerde ciddi bozulmalara yol açarken, bölgedeki kent nüfusunun iki katına çıkmasıyla birlikte sorunlar daha da karmaşık bir hâl almıştır. Kırsal kesimlerden kentlere göç eden nüfus, mevcut konut stoklarını ve işgücü piyasalarını zorlamış, buna karşılık zengin kesimler kendilerini güvenlikli sitelere ve lüks alışveriş merkezlerine izole etmiştir. Bu olumsuz tabloya rağmen, Montevideo’dan Meksiko’ya, Brezilya’daki Santos’tan Peru’daki Ilo’ya kadar birçok kentte radikal yerel yönetimler ortaya çıkarak, toplumsal adalet ve halk katılımını esas alan uygulamalarıyla dikkat çekmiştir.
Brezilya, bu sürecin en çarpıcı öncü örneklerini sunmuştur. 1980 yılında kurulan Brezilya İşçi Partisi (PT), sendikalar ve halk hareketleriyle güçlü bağlar kurarak, 1982 yılında girdiği ilk yerel seçimlerde bazı belediye başkanlıklarını kazanmıştır. Sonraki yıllarda, Brezilya’nın sanayileşmiş şehirleri ve kırsal bölgelerinde sendikaların desteğiyle güçlü bir siyasi taban inşa eden PT, yerel düzeydeki bu başarılarını ulusal siyasete taşımayı başarmıştır. Bu bağlamda, PT’nin yereldeki etkinliği, 1989 başkanlık seçimlerinde Lula da Silva’nın ikinci tura kalmasında ve nihayetinde 2002’de cumhurbaşkanı seçilmesinde kritik bir rol oynamıştır. NACLA Raporu’nun Mayıs 1989 sayısında yayımlanan bir makalede, PT’nin 1989 yerel seçimlerindeki başarısı, Salvador Allende döneminden bu yana Latin Amerika solunun elde ettiği en büyük seçim zaferi olarak değerlendirilmiştir.
Peru’da, Birleşik Sol (Izquierda Unida), 1980’lerin başında sendikalar, öğrenci hareketleri ve kırsal kökenli halk hareketlerinin desteğiyle kurulmuş, farklı sol hareketlerin birleşmesiyle oluşmuştur. Bu birliktelik, 1983 yılında Lima’daki yerel seçimlerde önemli bir başarı elde ederek Peru solunun yerel düzeydeki etkisini ortaya koymuştur. Venezuela’da ise Radikal Neden Partisi (La Causa R), kentli işçi sınıfı ve entelektüel kesimlerin desteğini alarak 1989 yılında Caracas ve diğer büyük şehirlerdeki yerel seçimlerde dikkat çekici zaferlere imza atmıştır. Bu başarı, Venezuela solunun belediyecilik alanındaki deneyimlerinin başlangıcını temsil etmiştir. Şili’de ise Pinochet diktatörlüğünün sona ermesinin ardından 1989’da yapılan seçimler, sol partilerin siyaset sahnesine yeniden dönüşüne sahne olmuştur. Özellikle Sosyalist Parti, belediye düzeyinde elde ettiği başarılarla öne çıkmış ve başkent Santiago’da etkili bir varlık göstermiştir.
Sol Belediyeciliğin Politika ve Uygulamaları
Latin Amerika deneyimleri, neoliberal ekonomik politikalara karşı toplumsal adaleti ve katılımcılığı temel alan bir yerel yönetim modelinin gelişimine öncülük etmiştir. Bu model, kamu hizmetlerinin genişletilmesi, sosyal refahın artırılması ve halkın karar alma süreçlerine doğrudan katılımını sağlamayı hedeflemiştir. Özellikle, uzun süredir ihmal edilen yoksul bölgelerde su, kanalizasyon, yol ve toplu taşıma gibi temel altyapı hizmetlerinin sunulması öncelikli olmuştur. Aynı zamanda, sağlık, eğitim ve konut gibi sosyal hizmetler, ulusal hükümetlerin yetersiz kaldığı alanlarda yerel yönetimler tarafından geliştirilerek sorumluluk alanına dâhil edilmiştir. Yoksul kesimlerin yaşam standartlarını yükseltmek amacıyla, emekten yana yeniden dağıtımcı harcamalar yapılmış; bu harcamalar, mikro kredi programları ve kooperatif girişimlerin teşviki gibi yerel kalkınmayı destekleyen sosyal refah politikalarıyla tamamlanmıştır.
Sol belediyeciliğin en belirgin özelliklerinden biri, halkın karar alma süreçlerine doğrudan katılımını teşvik etmesidir. Bu çerçevede, Porto Alegre’deki katılımcı bütçeleme deneyimi, halkın belediye bütçesiyle ilgili karar mekanizmalarına aktif olarak katılmasını sağlayarak, yerel düzeyde “katılımcı demokrasi” anlayışını somut bir biçimde hayata geçirmiştir. Bu model, emekçi sınıfların çıkarlarını temsil eden ve onların siyasal süreçlere doğrudan katılımını mümkün kılan yeni bir yurttaşlık kimliği oluşturma çabası olarak değerlendirilebilir. Katılımcı bütçeleme, yerel toplulukların kendi öncelikli ihtiyaçlarını belirlemelerine olanak tanıyarak, yerel yönetimlerle iş birliği içinde bu ihtiyaçlara yönelik çözümler geliştirmelerini sağlamıştır.
Sol belediye yönetimlerinin bir diğer temel politikası, sosyal hizmetlerin genişletilmesidir. Bu kapsamda, yoksul aileler, yaşlılar ve risk altındaki çocuklar için nakit yardımlar ve sosyal destek programları hayata geçirilmiştir. Bunun yanı sıra, yerel sağlık kliniklerinin yaygınlaştırılması, kooperatif konut projelerinin teşvik edilmesi ve okul öncesi eğitim merkezlerinin kurulması gibi girişimler, sosyal refahı artırmada kilit araçlar olarak kullanılmıştır. Bu politikalar, toplumsal eşitsizlikleri azaltmayı ve dezavantajlı grupların yaşam koşullarını iyileştirmeyi hedeflemiştir.
Belediyeler, bu politikaların finansmanını sağlamak için vergi tabanını genişletme, marjinal vergi oranlarını artırma ve vergi toplama verimliliğini yükseltme gibi çeşitli mali düzenlemelere başvurmuşlardır. Bunun yanı sıra, yerel yönetim harcamalarında yolsuzluk ve israfın azaltılması da temel öncelikler arasında yer almıştır. Bu reformlar, yerel kaynakların daha adil bir şekilde dağıtılmasını ve kamu hizmetlerinin daha etkin bir şekilde sunulmasını amaçlamış, yerel yönetimlerin mali sürdürülebilirliğini güçlendirmiştir.