İletişimsel Kapitalizmin Neo-Feodalleşmeye Doğru Eğilimi

Jodi Dean*

Giriş

2010’da (sanal gerçekliğin babası olarak tanımlanan) Jaron Lanier, etkili ve ileri görüşlü bir kitap olan You Are Not a Gadget isimli kitabında, yeni yeni ortaya çıkmakta olan bulut bilişimi, lordlar ve köylüler terimleriyle tartışmaya açmıştı (Lanier 2010). Lordlar, platformların ve verilerin sahibidir ve onları kontrol ederler. Köylüler veya serflerse bu platformlara bağımlı hale gelen bizler, yani geri kalanlarımızdır. İşimizi yapmak için ihtiyaç duyduğumuz aletler bir başkasının mülkiyetindedir; bu bir başkası -yani platform lordu- piyasaya erişmemizi sağlayan kanal veya araçtır; bu bir başkası verilerimizi depolar, bizden tüm bunlar için ücret alır; yaptığımız işlemler ve kullandığımız nesnelerle ilgili meta veriler toplar. Elbette Lanier, henüz platformlaştırmaya dair tüm bu ayrıntıların izini sürebilecek durumda değildi, ancak ana yapıyı ve dinamikleri daha en başından itibaren saptamıştı. Kapitalizm koşullarında sözüm ona paylaşım ekonomisi, daima birilerinin para kazanmasıyla ilgili bir konu olacaktı.

İzleyen birkaç yıl içinde, ağ tabanlı bilgi teknolojisiyle feodalizmi çağrıştıran toplumsal mülkiyet ilişkileri arasındaki bağlantı daha da somut hale geldi. Harvard Business Review’da yazan bir ağ güvenliği uzmanı olan Bruce Schneider, gücün BT’ye doğru kaydığına işaret ederek Facebook, Google, Apple, Microsoft, Twitter ve LinkedIn’in karanlık işlerinin bir listesini ortaya serdi. BT’nin elindeki gücün çarpıcı düzeylere yükselmesinin, “dijital feodalizmin” göstergesi olduğunu söyledi ve şu uyarıda bulundu: “Kendinizi Game of Thrones’da yaşanan bir iktidar mücadelesinin ortasına düşmüş talihsiz bir köylü gibi görmeye başladıysanız, sandığınızdan daha haklısınız. Bunlar geleneksel şirketler değil ve bizler de geleneksel müşteriler değiliz. Bunlar feodal lordlar ve bizler de onların tebaası, köylüleri ve serfleriyiz” (Schneider 2013). Daha yakınlarda ise, iktisatçı ve Yunanistan eski maliye bakanı Yanis Varoufakis, “tekno feodalizmin yönetimi ele geçirdiğini” ilan ederek büyüyen endişe seline kendi sesini de ekledi (Varoufakis 2021).

Başlangıçta tekno-feodal hipotezi benimseyen Evgeny Morozov gibi eleştirmenler tarafından reddedilse de büyük teknolojinin tahakkümü altındaki bağımlı tebaalar olduğumuz fikri pek de çığır açıcı yeni bir fikir gibi görünmüyor (Morozov 2022). Teknoloji milyarderleri, milyonlarca işçinin işini kaybettiği veya çalışmaya devam ederek sağlıklarını ve yaşamlarını riske atmaya zorlandığı bir dönemde, pandeminin ilk yılında, servetlerini 360 milyar doların üzerinde artırdılar. Teknoloji derebeyleriyle bir arada anılan aşırı eşitsizlikler zaten son derece iyi biliniyor. Şaşırtıcı olansa, bu gerçekliğin, bu zaman çizgisinin, yirmi beş otuz yıl önceki ağ tabanlı dijital iletişim yaklaşımlarından bu kadar farklı olması.

Geleceğe Dönüş

1990’ların ve hatta 2000’lerin başlarında, İnternet demokrasiyle bir arada anılıyordu. Yurttaş gazeteciliği, milyonlara açık hale gelen belediye meclisleri, yönetimde şeffaflık ve sıradan insanların seslerini duyurma imkânı siyasal katılımın altın çağını başlatacaktı. Dizüstü bilgisayarı veya cep telefonu sahibi herkes sansürlerden, yargılamalardan ve kapı bekçisi kurumların hiyerarşilerinden geçmek zorunda kalmadan kendi mesajlarını duyurabilecekti. Bilgi serbest olacaktı. Yerleşik iktidar yapıları parçalanacaktı. Zulmün zincirleri kırılacaktı. Bu demokratik fantezinin en moda sözcüğü ise “katılımcı” idi. “Katılımcı” ifadesinin önek olarak eklenmesi, İnternetin toplumsal ilişkilerde yarattığı devrim niteliğindeki değişimlerin habercisiydi: katılımcı medya, katılımcı bütçeleme, katılımcı sanat vb.

İnternet, doksanlı yıllarda sürtünmesiz kapitalizm ve pürüzsüz bir akışlar dünyasıyla da birlikte anılıyordu. Neoliberal New York Times’ın köşe yazarı Thomas Friedman ile komünist Michael Hardt ve Antonio Negri gibi birbirlerinden çok farklı gözlemciler, küresel yatay üretkenliğe dair aynı teknolojik tahayyülü paylaşıyorlardı. Ağ tabanlı iletişim, kıtlıktan ziyade bolluğun Yeni Ekonomisini mümkün kılacaktı. Çokluğun üretkenliği ve yaratıcılığı devlet denetimini aşacak ve parçalayacaktı. Fazlasıyla sıkça tekrarlanan bir slogan ilan edildi: Bilgi serbest olmak istiyor! Bu terim, kısıtlanmamış olmak gibi bir serbestlik mi yoksa kimsenin karşılığında para ödemek zorunda olmaması gibi bir serbestlik mi anlamına geliyordu? İkincisi geçerli idiyse, içerik yaratıcıları nasıl karnını doyuracaktı? İnternetteki her şeyin serbestliği etrafında oluşan bulanıklık veya istikrarsızlık, daha temelde demokrasinin ve kapitalizmin eşitlenmesinin göstergesiydi ki SSCB’nin yenilgisi de bunu pekiştiriyor gibi görünüyordu. Bazılarının dot.com balonundan zengin olmasına imkân veren ve 2000’li yıllardaki “killer apps” ve büyük veri akınını destekleyen altyapının kendisi, herkesi daha da serbest hale getirdi. Daha da iyisi: Ağ tabanlı kişiselleştirilmiş medya eğlenceliydi! Çalışmayı oyuna, kullanıcıları da üreticilere dönüştürüyordu (yeni medya düşünürleri, -play: oyun ve labor: emek terimlerini birleştiren-playbor ve -producer: üretici ve consumer: tüketici terimlerini birleştiren-prosumer, yani üretici olarak tüketici gibi terimler ortaya salmayı seviyorlardı; ama bu, aslında sermaye için herhangi bir karşılık almadan üretmek veya başka bir deyişle, sermayenin özel tüketim ve kullanım süreçlerinden değer elde etme yollarını kavradığı anlamına geliyordu. Demek istediğim şu: doksanlarda ve hatta dot.com balonu patlayıp 2000’li yılların “web 2.0”ına geçtikten sonra bile, iletişim teknolojileri kapitalizmi kabul edilebilir, heyecan verici ve havalı kılıp, eleştirmenlerini modası geçmiş teknofobiklere dönüştürerek, kapitalizme eleştiriler karşısında bağışıklık kazandırdı. 

Hiyerarşi Bir Böcek Değil, Bir Özelliktir

Bundan otuz yıl önce, İnternetin vaadi daha fazla demokrasi, bolluk ve özgürlüktü. Bu fantezi, eşitsizliği yoğunlaştıran, demokrasi için zorunlu olan ortak yaklaşımları baltalayan ve dünya çapında aşırı sağın yükselişini mümkün kılan bir dizi dinamiği serbest bıraktı. Ağ tabanlı kişisel iletişimdeki genişlemeler, Jürgen Habermas’ın terimlerini kullanırsak, bizi demokratik bir kamusal alandaki iletişimsel eylemin yönlendirdiği bir dönem yerine, iletişimsel kapitalizmin, yani iletişimin üretimin, bölüşümün, dolaşımın ve birikimin merkezine oturduğu bir kapitalizm çağının tuzağına düşürdü (Dean 2009).

Kapitalizm ile iletişim arasındaki bütünleşmenin derinliğini ve genişliğini anlamak için aşağıdakileri göz önünde bulundurabiliriz:

  1. Endüstriyel üretimin özel ekonomik bölgelerde yoğunlaşması üzerine kurulu bir ticaret sistemini destekleyen karmaşık bir lojistik.
  2. Üretim süreçlerinin, insan emek gücüne olan ihtiyacı azaltırken üretimi standartlaştırıp hızlandıran biçimde otomasyonu ve enformatizasyonu.
  3. Finansal piyasalarda algoritmik ticareti, finansal korunmayı ve arbitrajı mümkün kılan yüksek hızlı ağlar.
  4. Kişiselleştirilmiş ağ tabanlı iletişim cihazlarıyla bireylere giderek daha fazla seçenek ve sorumluluk yüklenirken, bireyselleşme dayatması ve buna bağlı olarak bireysel formdaki iş yükünün artması. 
  5. Sermayenin toplumsal hayatlarımızı yeniden üretmemizi sağlayan faaliyetlere yönelik yeni izleme ve ele geçirme kapasitesi (büyük veri, Nesnelerin İnterneti).
  6. “Platformlaşma” veya kullanımlarıyla platform sahiplerine veri ve gelir sağlayan platformların yükselişi (Google, Facebook, Amazon, Uber, AirBnB, vb.).
  7. Gözetimin yoğunlaşması ve yaygınlaşması.
  8. İnsanların 7/24 bağlantılı kalmaları ve yanıt vermeleri beklendiği için, çalışmanın yoğunlaşması ve çalışmak için harcanan zamanın genişlemesi.
  9. Veri depolamayı ve bu verileri işlemeyi öğrenebilen, yeni algoritmalar yaratabilen algoritmaların eğitilmesini sağlayan sabit sermayenin güçlendirilmesi, diğer bir deyişle, büyük teknolojinin sahip olduğu tekel gücü (Rikap 2023).

Çağdaş ekonominin bu özellikleri bilgi ve iletişim sistemlerinin kazımacılık, üretim ve dağıtım sistemleriyle bütünleşmesine dayanmaktadır. Facebook (Meta), Google (Alphabet), Apple, Microsoft ve Amazon gibi teknoloji devleri daha da zenginleşip daha da yağmacı hale gelirken; kurucuları da işçilerinin ucuz emeği, işlerin üçüncü taraf yüklenicilere devredilmesi, kullanıcılarının ücretsiz emeği, istihdamı çekme konusunda umutsuz durumda olan şehirlerin sağladığı vergi indirimleri ve tekellerinin sağlamlaşması sayesinde milyarderlere dönüşmektedir. Ağ tabanlı teknolojilerin kazımacılık boyutu istilacıdır, müdahalecidir ve önüne geçilemez niteliktedir. Teknoloji devleri toplumsal hayatın tüm süreçlerinin efendisi haline gelmiştir. Her ne kadar Elon Musk, Twitter kullanıcıları hakkında bu şekilde konuşsa da günümüzün kelimenin tam anlamıyla bir köylüler ve lordlar çağı olduğunu söylemek abartı olabilir. Fakat çağdaş kapitalist toplumun eşitsizliğin yoğunlaşmasıyla karakterize olduğunu söylemek doğrudur: daha fazla milyarder, zenginle fakir arasında daha büyük bir mesafe ve işçi sınıfıyla alt sınıfı yoksullaştırır ve hapse tıkarken şirketleri ve zenginleri koruyan ayrıcalıkcı yasal mimarinin sağlamlaşması. 

Doksanlı yıllarda bize pazarlanan vaat, ağların yatay bir toplum, ara bağlantılardan ve eşit fırsatlardan oluşan tek bir dünya yaratacağı idi. Ancak Albert-Láslzó Barabási’nin karmaşık ağlar hakkında yaptığı araştırmanın gösterdiği gibi özgür seçim, büyüme ve tercihli bağlantı; yani karmaşık ağları tanımlayan özellikler, aşırı eşitsizlikler üretmektedir (Barabási 2003). İnsanlar karmaşık ağlarda gönüllü bağlantılar kurar veya seçimlerde bulunurlar. Öğe veya site başına düşen bağlantı sayısı zamanla artar ve insanlar bir şeyleri başkaları da beğendiği için beğenirler (örneğin, Facebook’ta bazılarının bir şeyi beğendiğini görmek diğerlerinin de onu beğenmesine neden olur). Karmaşık ağlardaki bağlantı dağılımı, en popüler öğenin genellikle ikinci en popüler öğenin iki katı, onun da üçüncü en popüler öğenin iki katı kadar beğeniye veya bağlantıya sahip olduğu bir güç yasasını takip eder ve bu dağılım, dağılım eğrisinin uzun kuyruğunda yer alanlar arasındaki önemsiz farklılıklara değin sürüp gider. En üstteki, alttakilerden önemli ölçüde daha fazlasına sahiptir. Bu kazananın hepsini alması veya kazananın çoğunu alması etkisi bağlantı dağılımının güç yasası biçimini almasının nedenidir. Dağılımın biçimi bir çan eğrisi değildir; uzun bir kuyruktur, birkaç milyarderden ve birkaç milyar güvencesiz işçiden oluşur.

Karmaşık ağlar katılımı teşvik eder. Ağda ne kadar çok öğe mevcut ise, zirvedekilerin aldığı ödüller de o kadar büyüktür. Büyüme bir amaç olduğu kadar bir özelliktir. Karmaşık ağlar ilgi, kaynaklar, para, iş ve ağ şekline sokulan her şey için rekabeti de tetikler. Yoğunlaşmaya da yol açar: aktarma merkezleri, tekeller, gişe rekortmenleri, influencerlar. O halde, özgür seçimin, büyümenin ve tercihli bağlantının sonucu hiyerarşi; yani en tepedekilerin alttakilerden çok daha fazlasına sahip olduğu güç yasası dağılımlarıdır. Bunun anlamı, karmaşık ağların neo-feodalleşme eğilimlerine sahip olmasıdır. Eşitsizlik ve hiyerarşi -güç yasası dağılımları- böcek yani hata değil içkin özelliklerdir. Temel mantıkları tek bir lordla sayısız köylüyü üretir.

Her ne kadar teknoloji yazarları tarafından sıklıkla gözden kaçırılsa da iletişimsel kapitalizmin neo-feodalleştirici eğilimleri kendisini hizmetçi ekonomisinde ortaya koymaktadır. Burada işlerin yerini otomasyonun almasından değil tam tersinden: yani otomasyonun sınırlarından söz ediyorum. Jason E. Smith, Marks’ın sanayileşme ile hizmetlerin genişlemesi arasındaki bağlantıya dair analizini ortaya koyar (Smith 2020). Verimlilik arttıkça, daha az işçiye ihtiyaç duyuldukça, hayatta kalmak için bir ücrete gereksinim duyanlar otomasyona daha az uygun olan sektörlere, yani hizmetlere fırlatılıp atılmaktadır. Hizmetler, kısmen, bakım işinin gerektirdiği, örneğin bir bebeğin altını değiştirmek, yaşlı bir insanı yatakta hareket ettirmek gibi özel beceriler yüzünden otomasyona daha az uygundur. Otomasyona direnirler de çünkü ucuzdurlar, diğer tüm işlerden fırlatılıp atılmış olanları bekleyen son durak işlerdir. Marks’ın Kapital’in I. Cildinde yazdığı gibi: “Büyük ölçekli sanayinin üretkenliğindeki olağanüstü artış, üretimin diğer tüm alanlarında işgücünün daha yoğun ve daha kapsamlı sömürüsüyle birlikte, işçi sınıfının daha büyük bir kısmının verimsiz işlerde istihdam edilmesine olanak tanır. Böylece, antik çağın ev kölelerini, sürekli genişleyen ölçekte, hizmetkar sınıfı adı altında yeniden üretmek mümkün hale gelir” (Marks 1867/1976, 574). Kapitalist sanayinin bizzat kendisi daha önceki ekonomik formların karakteristik özelliği olan toplumsal mülkiyet ilişkilerini yeniden üretir.

Toplum artık işçilerin ve metaların üretimi odaklı değil. Toplum artık kişiselleştirilmiş bir hizmet, ayrıcalık, hiyerarşi ve sadakat düzenine sahip; sosyal bir fabrika değil, sosyal bir malikane. Hayatta kalmak için emek güçlerini satmak zorunda olan insanların giderek daha çoğu, emek güçlerini teslimatçı, şoför, temizlikçi, eğitmen, evde sağlık yardımcısı, dadı, koruma, koç arayanlara hizmet olarak satıyor. Hizmetlerin alınıp satılması, yeni aracılarla, sahiplerinin kendilerini hizmet sunanlarla hizmet arayanlar arasına konumlandırdığı, yapılan işlemlere eşlik eden veriler ve meta verilerle birlikte mutlaka bir ücret elde etmeyi de garanti altına alan teknolojik platformlar sayesinde mümkün kılınıyor. Temel etkileşimlerimiz bizlere ait değil. Sermaye, üretimdeki ilerlemelerin görünüşte çıkmaza girdiği bugünlerde bir yıkım silahı olarak istiflenip kullanılıyor; bu sermayenin yeni efendileri, yeni lordlar, bizler, geri kalanlarımız ise bağımlı, proleterleşmiş hizmetkarlar ve serfleriz.

Sosyal Malikane

Süper zenginler yaygın biçimde toprak istifçiliği yapıyor olsalar da günümüzde artığı elde etmenin başlıca yolu, yasal anlamda toprağa bağlı bir köylü sınıfının sırtına binmiş toprak sahibi bir aristokrasi değil (yine de belirtmek gerekir ki, dünyanın en büyük toprak sahibi İngiltere Kralıdır; Britanya kraliyet ailesi 6,6 milyar dönümden fazla araziye sahiptir). 

Neo-feodalizm, feodal sömürü biçiminin basit biçimde geri dönüşünü ifade etmez (Dean 2020). Sözüm ona gelişmiş ekonomilerde, insanların çoğunluğu yeniden üretim araçlarına doğrudan erişime sahip değil. Geçimlerini sağlamak için ihtiyaç duydukları şeyleri (yiyecek, barınak ve yaşam araçları) satın almalarını sağlayacak bir tür gelire ihtiyaçları var. Neo-feodal serfler topraktan “özgür”, iş güvenliğinden “özgür”, sosyal refah güvenliği ağlarından “özgür” ve hayatlarının her alanında piyasalara bağımlı proleterleşmiş serflerdir.

Ağ tabanlı telekomünikasyon tam da bu piyasalara erişim noktasında yeni bir el koyucu sınıfın devreye girmesine imkân sağlamıştır. Google, Facebook, Amazon, Apple’ın App Store’u, Uber ve Airbnb gibi platformların sağladığı şey budur: “iki veya daha fazla grubun etkileşime girmesini sağlayan dijital altyapılar” (Srnicek 2016, 43). Platformlar kendilerini alıcılar ve satıcılar, bir şeyler arayanlar ve tedarikçiler arasına konumlandırır, bir yandan ücret ve veri toplarken bir yandan da etkileşimlere aracılık ederler. Dahası, sahip oldukları tekel güçleri ve devasa altyapıları, ekonomik yaşamı kaçınılması imkânsız biçimde şekillendiren ekosistemler üretir.

Teknoloji şirketleri, işgücünün nispeten küçük bir yüzdesini istihdam etseler de yarattıkları etki muazzamdır; esasen veri edinimi, madenciliği ve dağıtımı etrafındaki koskoca sanayileri yeniden şekillendirirler. Aslında, veri teknolojisinin bir neo-feodalizm eğilimi göstergesi olmasının nedeni de sahip olduğu işgücünün daha küçük olmasıdır. Sermaye birikimi meta üretiminden ve ücretten çok hizmetler, rantlar, lisanslar, ücretler, ücretsiz yapılan işler ve doğal kaynak muamelesi yapılan veriler sayesinde gerçekleşir. Ücretli çalışanlar, algoritmik planlama ve gözetleme teknolojisi onları daha az sayıda molalar ve daha az sosyal haklarla daha fazla ve daha hızlı çalışmaya zorladığı için giderek kötüleşen koşullara maruz kalmaktadır. Amazon depolarında, çağrı merkezlerinde ve fast food dükkanlarında çalışan işçiler için çalışmak aşağılayıcı, ruh emici, istismar edici ve kelimenin tam anlamıyla insanlıktan çıkarıcı özelliklere sahiptir: insanların yorulması, tuvalete gitmesi, her zaman tam kapasiteyle çalışamayacak olması ve bir hayatlarının olması, buradaki denklemin bir parçası değildir (Guendelsberger 2019).

Platformların sahip olduğu güç açısından hayati önemde olan şey, kullanıcı faaliyetlerine zemin oluşturmalarıdır; platformlar etkileşimlerin meydana gelme olasılığının koşullarını oluşturur. Google, inanılmaz derecede yoğun ve değişen bir enformasyon ortamında enformasyona ulaşmayı mümkün kılar. Amazon hem yerleşik hem de bilinmeyen satıcıları kolayca bulmamıza, fiyatları karşılaştırmamıza ve tüketici ürünlerini satın almamıza olanak verir. Uber, yabancıların yolculukları paylaşmasına imkân sağlar. Airbnb aynısını evler ve apartman daireleri için yapar. Kişinin arabası kişisel ulaşım amaçlı değildir. Para kazanma amaçlıdır. Kişinin dairesi bir yaşam alanı değildir; kiralanacak bir şeydir. Kişisel mülkiyet, sermayenin ve platform lordlarının veri birikiminin bir aracına dönüşmektedir. Ne kadar çok insan bu platformları kullanırsa bunlardan kaçınabilmemiz o kadar az mümkündür. Daha etkili, daha güçlü hale gelirler ve sonuçta parçası oldukları daha geniş çevreyi dönüştürürler.

Sermaye birikimi, Marks’ın gerçek tabiiyet olarak adlandırdığı üretim süreçlerini yeniden düzenlemek ve üretkenliği arttırmak için teknolojik iyileştirmeleri hayata geçirmek yerine, giderek daha fazla biçimsel tabiiyet koşullarında gerçekleşiyor. Kapitalist olmayan süreçler, sermayenin ister finans ister yönetim tedbirleri yoluyla basitçe el koyduğu değeri üretiyor. Negri (2019), tam tabiiyetin yeniden doğuşunu (veya zayıflamamasını), üreticilerin sabit sermayeyi, üretimi ortaklaşa örgütlemek için otonom şekillerde deney yapmalarına olanak verecek biçimde yeniden edinmeleriyle ilişkilendirir. Yeniden doğan tam tabiiyetin daha ikna edici örnekleri ise Uber ve Airbnb’dir. Her ikisi de yerel ulaşım veya gezginler için konaklama sağlanması bakımından yeni verimlilikler yaratmaz. Her ikisi de üretim araçlarına yatırım yapan kapitalistlerden ziyade sabit sermayeden gelir elde edenlere yaslanır. Her ikisi de işçilerin tüketim fonlarından elde edilen varlıkları (arabalarını ve evlerini) bir başkasının, yani şirketin sermaye birikimi aracına dönüştürür.

Amazon ise iletişimsel kapitalizmin neo-feodalleşme eğiliminin göstergesi olan tekelci yağma ve kontrolün önceliğine işaret etmektedir. Stacy Mitchell, Amazon’u ücretli bir yol olarak tanımlar (Mitchell 2021). Ona ait pazar yerinde mal satmak isteyen tüccarlardan muazzam yüksek ücretler alır. Bunlara, yönlendirme ücreti olarak adlandırılan sitede satış ücreti ve iki “isteğe bağlı ücret” (reklam ve gerçekleştirme) de dahildir. Amazon’un arama sonuçlarında sponsorlu reklamlara öncelik verme uygulaması nedeniyle satıcılar, arama sonuçlarında yükselebilmek için müşteri puanlarına güvenmek yerine kendilerini ek reklam satın almaya mecbur hissederler. Ayrıca birçok satıcı, depolama ve nakliye, Amazon Lojistik (FBA) için Amazon’a yönelmiştir. Yine, bunun nedeni algoritmaların arama sonuçlarında FBA satıcılarına öncelik vermesidir. Diğer sitelerde satış yapmak pek söz konusu bir seçenek değildir: yalnızca Amazon’un çevrimiçi satış pazarındaki hakimiyeti diğer satış noktalarını daha az geçerli hale getirip bunların bulunmasını zorlaştırmakla kalmaz, satıcılar bu diğer satış noktalarındaki fiyatlarını da düşüremezler. Amazon’un “rekabetçi fiyatlandırma” kuralları, ürünleri arama sonuçlarında daha alt sıralara düşürür, “şimdi satın al” butonunu kaldırır ve müşterilere, ürünün Amazon’da diğer yerlerden daha yüksek fiyata satıldığını bildiren bir uyarı ekler.

Amazon’un agresif ücret yapısı diğer yağmacı uygulamalara da olanak sağlar. Amazon, Prime abonelik hizmetinin vaat ettiği ücretsiz kargoyla milyarlarca dolar kaybetmektedir. Ama bu popüler hizmet, Amazon’un çevrimiçi satışlardaki hakimiyetini sürdürmesini sağlayan öğedir. Müşteriler Prime için ödeme yaptıklarında Amazon’dan alışveriş yapmak için güçlü teşviklere sahip olurlar. Satıcı ücretlerinin yarattığı muazzam meblağlar, Prime kayıplarını telafi etmekten daha fazlasını sağlar. Aslında Amazon’un muazzam lojistik imkanları için ödenen reklam, depolama ve nakliye ücretlerini. Gerçekte, Amazon maliyetleri satıcıların sırtına yükler. Kullanmaktan başka çareleri olmayan bir altyapıyı kurmuş durumdadır.

Amazon’un ücretleri ve geçiş ücretleri, Amazon Web Services’in (AWS) rant odaklı birikim stratejisiyle bütünleşir. AWS, Azure (Microsoft) ve GCP (Google) ile birlikte bir bulut platformudur. Kullanıcılardan (“bilgi işlem” adı verilen) işleme, ağ oluşturma (girdi ve çıktı) ve depolama için ücret alınır. Firmalar kendi teknolojik altyapılarını oluşturmak yerine daha büyük teknoloji şirketlerinden bilgi işlem hizmetleri satın almaktadırlar. Üç büyük teknoloji şirketi bulut piyasasının yaklaşık yüzde altmış beşini kontrol etmektedir. Daha küçük bir rakibin risk oluşturması halinde tek yapmaları gereken onu satın almaktır. Çoğu firmanın kendi başına tedarik edemeyeceği kadar pahalı temel hizmetleri sunarak kamu hizmet kurumları gibi işleyen bu şirketlerin yapısal hakimiyeti, yağmacı ve hesap vermez şekillerde hareket etmelerine olanak tanır. Makine öğreniminin ve üretken yapay zekanın (AI) gelişmesiyle birlikte güç asimetrileri aşılamaz derecede büyümüş görünmektedir. Derin öğrenme uygulamalarını geliştirmek ve eğitmek, muazzam büyüklükteki veri kümeleri ve hesaplama süreleri gerektirir. Sadece birkaç şirket bunun maliyetini karşılamak bir yana sağlayabilecek durumdadır. Çığır açan AI ChatGPT’yi geliştirip yayınlayan OpenAI, Azure’u kullanmaktadır; Microsoft şirkete on milyar dolar yatırım yaparak hisselerinin yüzde kırk dokuzunu satın almıştır.

Lordluk ilişkisi, artığa el konulmasını sağlayan toplumsal bir ilişkiyi tanımlar. Bizler Büyük teknolojiyle aynı ilişki biçimi içinde değil miyiz? Daha önce Lanier tarafından sözü edilen köylüler ve İnternet’in lordları teması, teknoloji devleri zenginleştikçe ve daha da sömürücü hale geldikçe geniş çapta kabul gören bir sağduyuya dönüştü çünkü yapısal hakimiyetleri giderek daha kaçınılmaz hale gelen geçiş ücretleri, ücretler ve rantlar elde etmelerine imkân sağlıyor. Ne tüketiciler ne de işletmeler bunlardan kaçınabilir. Şehirler ve eyaletler bunları kendilerine çekmek için yarışmaktadır. Teknoloji derebeylerimizin sahip olduğu ekonomik ölçek ve etki, çoğu sözde egemen devletinkinden daha büyüktür. Pek çok haraç talebi gibi, talep ettikleri vergi indirimleri de toplulukların parasına el koymaktadır. Varlıkları kiraları ve emlak fiyatlarını artırmakta, uygun fiyatlı daireleri, küçük işletmeleri ve insanları bir kenara fırlatmaktadır. Shoshana Zuboff’un “gözetleme kapitalizmi” konulu çalışması, teknoloji lordluğunun bir başka neo-feodal unsurunu daha ortaya koymaktadır: askerlik hizmeti (Zuboff 2019). Güçlü lordların muhtaç krallara yaptığı gibi, (artık “Meta Platformlar” olarak adlandırılan) Facebook ve Google (Alphabet), eyalet hükümetleriyle iş birliği yaparak bu eyaletlerin kendi başlarına toplaması yasal olarak yasaklanan bilgileri paylaşmaktadır.

Kanun Değil Eğilim

Neo-feodalizm kaçınılmaz değildir. İnternetin başka bir şekle bürünmesinin imkânsız olduğunu veya ağları yapılandırmanın başka yollarının olmadığını savunmuyorum. Sosyal ağlar neo-feodalleşme eğilimlerine karşı koyacak biçimde tasarlanabilir. Örneğin, tercihli bağlantıya karşı koymak için siteler kaç kişinin bir şeyi beğendiğini bildirmeyebilirler. Bize başkaları beğendi diye bir şeyler tavsiye etmeyebilirler. Birinin kaç takipçisi olduğunu göstermek zorunda değiller. Sosyal ağlar gönderileri nasıl sıralayacaklarını veya tercihli hale getireceklerini seçerler. Bu bir algoritma tasarımı meselesidir. 2009’dan önce, Facebook akışı kronolojikti. Daha sonra, algoritmalar popülerlik ekseninde ayarlandı ve ardından da bireyselleştirildi– bunların hepsi birer tercihti (Teachout 2022). Tik-Tok, hangi videoların kime iletileceğini belirlemek ve güç yasası dağılımları oluşturmak, diğerlerinden daha fazla öne çıkarak viral hale gelen videoları belirlemek için çeşitli tercih ölçütlerini (izleme süresi, beğeniler ve yorumlar) birleştirerek tercihli bağlantıyı uç bir noktaya taşıyor (Smith) 2021). 

Aynı şekilde İnternetin ticarileşmesi de kaçınılmaz değildi. ABD, tamamen kamuya açık bir İnternet geliştirmek için BM aracılığıyla veya diğer ülkelerle birlikte çalışabilirdi. İnternet omurgasını denetleme sorumluluğunu Ulusal Bilim Vakfı’nın NSFNet’inden özel şirketlere devretmesi ve elbette 1996’da telekomünikasyon düzenlemelerini iptal etmesi de kesinlikle gerekmiyordu. Bu kuralsızlaştırma, medya mülkiyetini kütlesel dev şirketlerde yoğunlaştıran birleşmelerin ve konsolidasyonların önünü açtı. Açıkça söylemek gerekirse, ağ tabanlı iletişimin özel mülkiyet formuna bürünmesi gerekmiyordu. Bir müşterek alan veya kamu hizmeti olarak korunması da mümkündü. Hâkim arama motorunun bir şirketin ürünü ve mülkiyeti olması yerine, İnternet’in başlangıcında olduğu gibi kamuya açık olarak geliştirilip finanse edilebilirdi.

Buradan hiç de kaçınılmaz olmayan şeylere dair en son örneğe gelelim: Verilerin ve meta verilerin toplanması ve bunların özel mülkiyete sunulan doğal bir kaynak muamelesi görmesi. Şirketlerin bu verileri toplaması, saklaması, satması engellenebilirdi. Veri toplamayı caydırmak için sunucu boyutlarında ve sunucu kümelerinde sınırlamalara gidilebilirdi (kullandıkları enerji miktarı göz önüne alındığında bu, çevresel açıdan da anlamlı olurdu). Tüm bunlar; algoritma tasarımı, ticarileştirme, veri toplama ve depolama farklı olabilirdi ve hala da farklı olabilir, ancak bu politik bir seçim. Bunları değiştirmek için politik iradeye, büyük bir kavga verme politik iradesine ihtiyaç var.

Peki ama kavga nerede? Ağ tabanlı iletişim tekel gücünün yoğunlaşmasına ve eşitsizliğin yaygınlaşmasına yol açtıysa, direniş nerede? Elbette, insanlar ağ tabanlı medyayı eleştiriyor. Zuckerberg ve diğer teknoloji lordları Kongre komiteleri önünde ifade vermek zorunda kaldılar. İnsanlar teknoloji milyarderlerinden nefret etmeyi, Instagram ve TikTok’un tehlikelerine dikkat çekmeyi seviyor. X (Twitter) ve Facebook, yanlış bilgilerin sansürsüz biçimde dolaşmasına izin verdiğinde liberaller özellikle öfkeleniyor. Ama liberaller en iyi ihtimalle düzenleme çağrısında bulunuyor. Teknoloji devlerine el konulmasını ve bunların birer kamu hizmetine dönüştürülmesini talep etmiyorlar. Bunun en temel nedeni ise ana akım politikacıların kapitalizmi kabullenmesi. Kişisel bilgilerimizi kazıma, mülk edinme, bunlar üzerinden madencilik yapma ve satma gücüne sahip milyarderlerin ve medya holdinglerinin var olmasının ve bir de bunun için bizden ücret almalarının ilkesel anlamda yanlış olduğunu düşünmüyorlar.

İletişimsel kapitalizmin neo-feodalleştirici etkileri bu kadar kötüyse, neden milyonlarca insan sokaklarda değişim talep etmiyor? Neden interneti toplumsallaştırmaya dair kayda değer bir hareket, birkaç bin yerine on milyonlarca kişinin katıldığı bir hareket ortaya çıkmıyor? Devrimci bilinç nerede? Yanıt, ağ tabanlı kişiselleştirilmiş dijital medyanın iletişimi ve dolayısıyla bilinci nasıl etkilediğiyle ilgili. En genel ifadeyle söylersek, iletişim ağlarımız öncelikle duygulanımsal ağlar, öfkenin dolaşımına ilişkin ağlar. Kavrayışı parçalıyor ve anlamı zayıflatıyorlar, devamlılık kapasitesine sahip açıklamalar ve örgütlenmeler içinde bütünleşmeye karşı direnen imgelerin yönlendirdiği bir dünyaya katkıda bulunuyorlar.

İletişimsel kapitalizmin iletişim özelliğinde meydana gelen üç değişimi ele alalım. Birincisi mesajdan katkıya geçiş, yani bir ifadenin kullanım değerinden değişim değerine geçiştir. İletişim düşüncesini formüle etmenin asli yolu mesaj ve yanıt öğelerinden oluşur. Mesaj bir yanıt almak amacıyla bir alıcıya iletilir. İletişimsel kapitalizmde bu durum değişir. Mesajlar, yanıt ifade etmek için gerçekleştirilen eylemler değil, dolaşımda olan içeriğe yapılan katkılardır. Yapılan katkının değişim veya dolaşım değeri, mesajın kullanım değerini aşar. Anlam veya kullanım değeri, katkının paylaşılması olasılığından daha önemsizdir. Katkının yalan olup olmadığı önemli değildir. Önemli olan bir şeyin ifade edilmiş olması, bir yorumun yapılmış olması, bir görselin beğenilmiş ve paylaşılmış olmasıdır. İletişim ekonomik bir mantığa tabidir.

Bu durumun bir örneği, X’te (Twitter) “ratio” edilmek olarak verilebilir; bu terim, bir tweet’e çok sayıda yorum yapılmış olmasına işaret eder. Tipik olarak, yüksek yorum sayısı, (her zaman olmasa da genel olarak kabullenme anlamına gelen retweetlerin aksine) yüksek düzeyde anlaşmazlık demektir. Etkili olan sayıdır, toplamdır; herhangi bir yorumun gerçek içeriği, hatta çeşitli yorumların çok farklı şeyler söylemesi gerçeği bile gölgede kalır. Elbette, tek bir tweet’in ratio’su da trend olanın gölgesinde kalır ki trend de genellikle birkaç saat içinde unutulur. Sosyal medyada, iyi ifade edilmiş, doğru ve sahiden endişe verici bir konuda önem arz eden şeyler nadiren veya ancak zar zor etki yaratır, çünkü katkıların akışı sonsuz ve sabittir. Doğru ve önemli olan bir başka şey yarın ortaya çıkmayacaktır, aynı anda, aynı akışta ortaya çıkacak, aynı ilgi talebinde bulunacaktır. O halde, sözlerimizin içeriği, bilgi ve duygulanım devrelerine yapılan eşit katkılar olmaları anlamında, önemsizdir. Önemli olan hareketlilikleri, dolaşım kapasiteleridir. İtiraz, ister ikna edici şekilde ifade edilsin, isterse gündelik öfkeyi ifade etsin, sadece biraz daha fazla içerikten ibarettir. Bir etki yaratmayacaksa, etki yaratamayacaksa eleştirinin anlamı nedir ki? İletişimsel kapitalizm eleştirinin olasılık koşullarını baltalar.

Değişimlerin ikincisi ağ tabanlı iletişimin duygulanımsal karakteriyle ilişkilidir. İletişimde bulunduğumuz kanallar sayıları ödüllendirir: ne kadar çok tıklama ve paylaşım varsa o kadar iyidir. Artık herkes açısından öfkenin dolaşım kapasitesinin ikna edici tezlerin dolaşım kapasitesinin çok üstünde olduğu açıklık kazanmıştır. Tepki süresi kısaldı; yanıt vermek daha kolay. Dikkatimizi çekmeye yönelik sürekli, aralıksız, sonsuz ve giderek yoğunlaşan taleplerin var olduğu bir ortamda, her şeye yanıt verecek, her şeyi değerlendirecek, derinlemesine düşünecek vaktimiz yok. Nüanslar çok vakit alıyor. Bilim bir etki yaratmıyor ama (kolay fark edilen, en azından bazı insanların kendilerini evlerinde gibi hissetmelerini, sanki sonunda onların da sosyal medyanın istediklerini almalarını sağlayan) ister öfke ister saçmalık, isterse tatlılık veya rahatlatıcı klişeler biçimindeki yoğunluk etki yaratıyor. Bir “meme” ile yani kısa, öz ve eğlenceli içerikle tartışma yapmazsınız; sadece birini onu paylaşacak veya kopyalayacak kadar etkilemeyi umarak “meme” ile içinizi dökersiniz. Ancak bu bile geçici, uzun sürmeyecek ve daha büyük akış içinde çözülüp gidecek anlık bir dopamin darbesinden ibaret olacaktır.

İletişimsel kapitalizmin ağları duygulanımsaldır çünkü imgeler ve hisler düşüncelerden daha hızlı dolaşırlar. Yanan bir ormanın kenarında korku içinde bekleyen bir koalanın fotoğrafını paylaşmak, Avustralya’nın fosil yakıt çıkarma konusunda giderek daha büyük taahhütlere girmesiyle ilgili bir makaleyi okumaktan, sindirmekten, özetlemekten ve paylaşmaktan daha kolaydır. Bu daha kolaydır çünkü insan aniden bunu paylaşmaya karar verebilir ve başkalarının da bu kararını beğeniler ve paylaşımlarla onaylamasını umabilir. Duygulanımsal ağların iletişimsel pratiklerinin yansımaları dijital ağlarla da sınırlı değildir.

Herkes neden herkesi içermeyi ve herkesin her an her şeyi söylemesini mümkün kılmayı vaat eden bir iletişim ortamının iyi bir fikir olacağını düşündü ki? Herkes terimi, kadın tanımlı zanaatkarları ve kırsal kesimden samimi gençleri olduğu kadar madrabazları ve trolleri de içerir. Kuantum fizikçilerini ve komünistleri olduğu kadar düz dünyacıları ve faşistleri, özgürleşme yanlılarını olduğu kadar apartheid yanlılarını da içerir. Analog medyanın maddi niteliği, son derece farklı dünya görüşleri arasındaki karşılaşmaları azaltır ve yavaşlatır; dijital medya ise kullanıcıları bunlarla bombardıman eder. Tartışmalı radyo programlarını dinlemek veya yasaklı kitapları bulmak biraz çaba gerektirdiğinde, seçkinler ve çoğunluk bunları görmezden gelebilir ve alt kültürler bunlara kucak açabiliyordu. Bugünse tuhaf ve rahatsız edici durumlar, iletişimsel yaşam alanlarımızı kontrol edilemeyen bir orman yangını gibi sarıyor ve süreç içinde anlam açısından gerekli olan varsayımları ve pratikleri imha ediyor.

Dijital iletişim ağlarında, düzenli olarak, gerçekliğe dair görüşleri bizimkilerden farklı sayısız kişiyle karşılaşıyoruz. Anlaşmazlıklarımız sadece zevk meselesinden ve üçlü fikir meselesinden ibaret değil. Hatta bunlar sadece ahlakla ve iyi yaşamla ilgili bile değiller. Anlaşmazlıklar hakikatin ta kendisiyle ilgili. Bunlar yine her zaman buradaydılar, ama ağ tabanlı dijital iletişim bizi bunlarla daha büyük bir hızla temasa geçiriyor: her türden inkârcı, her gönderileriyle bize bir şey satmaya çalışan influencerlar, sonsuz bir sinikler ve nihilistler dizisi. Birileri açısından bütün haberler sahte ve biz de kendimizi bütün bunlara hemen burada, hemen şimdi tepki vermek konusunda baskı altında hissediyoruz.

Üçüncüsü, dijital iletişim (Slavoj Žižek’ten ödünç aldığım bir ifade olan) sembolik verimliliğin gerilemesiyle sonuçlandı. Belirli bir alanda belirli bir yönü gösteren semboller, referans noktaları, başka bir alanda tamamen farklı bir anlam ifade ediyor ve anlamı istikrara kavuşturmanın veya kesin bir belirlemede bulunmanın yolu yok (büyük Öteki mevcut değil; bölünmeler her şeyi kapsıyor). ABD’de pandemi ve 2020 seçimleri bizleri sembolik verimlilikteki bu gerilemeyle yüzleşmeye zorladı. Bize virüsün gerçek olup olmadığını, maskelerin işe yarayıp yaramadığını, aşıların güvenli olup olmadığını ve seçimi kimin kazandığını söyleyebilecek bir büyük Öteki mevcut değil. Bunlar basit politik anlaşmazlıklar da değil; politik anlaşmazlıklar iletişimdeki maddi değişimden kaynaklanıyor. Simgesel olanın çöküşü boğucu; herhangi bir etkide bulunamadığı için anlamlı eylemi imkânsız kılan bir tür kapanma. Aslında, politikanın kendisi de net değil; pandemi ve 2020 seçimleri sağı solu bulanıklaştırdı; içinde yaşadığımız ortam, tarafları kesin olarak haritalandırabileceğimiz bir sembolik verimlilik ortamı değil.

Bazı kullanıcılar, sembolik verimliliğin gerileyişinin yol açtığı kafa karıştırıcı kakofoniye, akışlarını dikkatli bir şekilde düzenleyerek uyumlandılar. Nicholas Negroponte, daha 1995 tarihli Being Digital adlı kitabında, ağ tabanlı medyanın kullanıcılara ne tür bilgileri tüketmek istediklerini seçme ve tercih etme imkânı sağlayacağını öngörmüştü. Bu durumun beklenmedik, araştırılmamış hikayelerle karşılaşmayı azaltacağından endişe duyuyordu. Otuz yıl sonra- mahremiyet ihlalleri ve sayısız reklam bir yana ayar savaşlarına, trollere, Gamergate’e, zorbalığa, gaslightinge, yalan ve nefret akışlarına katlandıktan sonra- sosyal medya kullanıcıları, iletişimsel kapitalizmin başlıca duygulanımı haline gelen düşük düzeyli öfkeyi büyütmeyen etkileşimler elde etme umuduyla arkadaş ve takipçi listelerini özel olarak şekillendiriyorlar. Bazıları, sanki bu kapitalist şirketlerin “sahtenin” ve “haberin” tüm anlamlarını bizim için belirlemesi gerekiyormuş gibi, kendilerini sahte haberlerden korumaları için Facebook ve X’in (Twitter) bu ayıklamayı kendileri için yapmasını talep etse de birçok insan gruplar, kabileler ve baloncuklar, emniyet bölgeleri oluşturuyor. İlgi alanları veya deneyimleri benzer olabilecek, benzer türden zorluklarla karşılaşmış kişileri arıyorlar; bu zorluklar ister karmaşık bir tarifle ilgili ister bürokrasilerde yapılan gezintilerle isterse travmayla baş etme konusunda olsun. Bu bağlantıların ne kadar gerekli olduğu, bunların bu kadar büyük bir hararetle savunulmasıyla kanıtlanıyor: rakip fan gruplarından “cancel” etme refleksine kadar, kişinin kimliğini koruyan kalenin savunulması bir zorunluluk halini alıyor; bir hayat memat meselesi gibi tecrübe ediliyor.

Politikayla meşgul olanlar da müttefikler, yoldaşlar ve yol arkadaşları arıyor. Bazı liberal analizciler bu “bilgi silolarını” eleştiriyor. Sanki kamusal alan ideali çevrimiçi ortamda işler durumdaymış gibi hareket ederek, kullanıcıları aynı fikirde olmadıkları kişilerle karşılaşmaya, onlarla tartışmaya ve ortak paydalar aramaya teşvik ediyorlar. İnsan bu liberallerin samimiyetsiz mi olduğunu veya hiç mi çevrimiçi olmadığını merak ediyor: kendi balonunun dışındakilerle kurduğun ağ tabanlı dijital etkileşimler politik tartışma için gerekli olan ortak yaklaşıma sahip değil. Hakikat aynı değil. Kelimeler farklı şeyler ifade ediyor. Silolama, baloncuklar, dijital ağlarda paylaşılan anlam yokluğuna gösterilen bir tepki olarak bir mana ifade ediyor. Benzer düşünceleri paylaşan yoldaşlar, bitmek bilmeyen öfke dalgaları karşısında gerekli olan desteği sağlıyor. Parçalanma, kutuplaşma, bireysel bir başarısızlık değil, sembolik verimliliğin gerilemesi karşısında verilen kitlesel bir uyumlanma tepkisi.

İletişimsel kapitalizmin duygulanımsal altyapılarında ortaklaşa paylaşılan bir anlam mevcut değil. Sabit olarak iletişim hâlinde olup aynı zamanda delirtici bir iletişimsizlik yaşadığımızda, yalnızca kimsenin bizi duymadığı hissini değil, duysalar bile bizi anlamalarının imkânsız olduğu hissini de kaybederiz. Anlam kişiselleşmiştir; benim için önemli olan, benim deneyimlediklerim, benim hissettiklerim. Sembolik verimliliğin gerilediği bu koşullar altında, farklı meseleler ve kaygılar eşitlenir; her gün binlerce insanın ölümü, bir dil gafına karşı duyulan öfke veya düpedüz yalanlar aynı medya alanında dolaşıma girer. Küçük önemli bir etki yaratır veya her şey eşit derecede önemlidir; çünkü anlamlandırma son derece zorlaşmıştır. Yardım çığlıkları etki yaratmaz; değişim talepleri ise tam da birilerinin derhal bu taleplere karşı çıkması veya bunları saptırması yüzünden son derece yetersiz görünür. Yaygın güvensizlik, endişe ve felaket duygularıyla aşırı ölçüde sırtımıza yüklenir; aşırı ölçüde sırtımıza yüklenir çünkü hiçbir rahatlama, hiçbir telafi, hiçbir kaçış yoktur.

İletişimsel kapitalizmin duygulanımsal ağları, neo-feodalizm açısından özgürleştirici eşitlikçi devrimin sağladığından çok daha elverişli bir ortam sağlar. Sembolik verimliliğin gerilemesine yönelik uyumsal bir tepki olarak parçalanma, bugün sınıf bilincinin inşa edilmesiyle ilgili bazı zorlukların izah edilmesine de yardımcı olmaktadır. Şirketlerin maliyet azaltıcı yurtdışı faaliyetleri, otomasyon ve hizmetlerin yükselişi nedeniyle yalnızca sanayi çapındaki sendikalaşmanın zirvesinde karakteristik hale gelen koşullar değişmekle kalmamış, aynı zamanda iletişim için gereken ortak referans noktaları ve kültürel müşterekler de kopuşa uğramıştır. Dünyanın en ileri ekonomilerinde, işçilerin çoğunluğunun yaşadığı koşullar, Marks’ın kırsal köylülerle birlikte andığı izolasyon ve budalalığı andırmaktadır; bu budalalık, aptallıktan değil, yalnızca aralıksız biçimde dolaşıma sokulan öfke dışında hiçbir şeyle kırılamayan dar bir kapalılıktan kaynaklanmaktadır.

Bu ortamda politikanın başat dili de güvenlikten ve hayatta kalmaktan ibaret hale gelmiştir. Isınan bir gezegende bundan daha fazlası ütopik, gayrı gerçekçi ve tahayyül edebilsek bile örgütlenmesi imkânsız bir şey gibi görünmektedir. Ortalama ABD’liyi güçsüz bir “neo-serf” olarak tanımlayan Umair Haque onu, “modern tarihte benzeri olmayan bir yaratım- zengin bir ülkenin kâğıt üstündeki vatandaşı, ancak akla gelebilecek tüm olasılıkları gün be gün daha da azalan biri” olarak görmektedir. “[…] güçsüz, hadım edilmiş biri olduğu için, yaşadığı her gün sadece işkence veya ölüm gibi bir şey hissedebiliyor” (Haque 2022). İnsanlar kendilerini güvensiz hissetmekte son derece haklı nedenlere sahip. Neofeodal kapitalizmin, muazzam ölçülerde eşitsiz ve ısınan bir gezegende toplumsal artığa el koyması felaketi bir hakikat.

Sonuç

İletişimsel kapitalizm neo-feodalizme eğilim gösteriyor. Mesajdan katkıya doğru yaşanan kayma, iletişim ağlarının duygulanımsal karakteri ve sembolik verimliliğin gerilemesi, ne tür insanlar olduğumuzu, sahip olduğumuz bilinci ve yaratabildiğimiz toplulukları etkiliyor. İletişim, yaşamın üretiminin ve yeniden üretiminin maddi bir boyutunu oluşturuyor. İletişim artık hiç olmadığı kadar altyapının ve aynı zamanda üst yapının bir parçası. İletişim maddi yapıyı ve üst yapıyı birbirine bağlayan, köprüleyen, birbirine karan altyapı. Bu acımasız hikâye bize, karmaşık ağların hiyerarşik karakterinin, çoğunluğun abat edilmesini değil, azınlığın özel birikimini desteklediğini anlatıyor. Bize, sahte haberler ve aşı karşıtları gibi sorunların ve yeni ve farklı diye üstümüze salınan her şeyin dijital ağ tabanlı iletişimlere içkin özellikler olduğunu anlatıyor. Hakikatlerin ve yalanların iletişimsel anlamda eşdeğer olduğu bir ortamda eleştirinin sınırlarına dikkatimizi çekiyor. Bize siyasetimizin bugün neden militan bir siyaset ve sıkı, disiplinli, kararlı siyasi örgütler inşa etmeye odaklanmak zorunda olan bir siyaset olması gerektiğini de göstermeli. 


*Jodi Dean, siyaset bilimi profesörü. Democracy and Other Neoliberal Fantasies, Komünist Ufuk ve Yoldaş: Siyasi Aidiyet Üzerine Bir Deneme kitaplarının yazarı. Triple C sitesindeki orijinalinden Fikir Gazetesi için çevrilmiştir. https://www.triple-c.at/index.php/tripleC/article/view/1460

Referanslar

Barabási, Albert-Láslzó. 2003. Linked. New York: Plume.

Dean, Jodi. 2020. Communism or Neo-feudalism? New Political Science 40 (1): 1-17. https://doi.org/10.1080/07393148.2020.1718974

Dean, Jodi. 2009. Democracy and Other Neoliberal Fantasies. Durham, NC: Duke University Press.

Guendelsberger, Emily. 2019. On the Clock. New York: Knopf.

Haque, Umair. 2022. “Why the World is Going Backwards – And How to Stop It“. Medium. https://eand.co/why-the-world-is-going-backwards-and-how-to-stop-it-904c08df728b

Lanier, Jaron. 2010. You Are Not a Gadget. New York: Knopf.

Marx, Karl. 1867. Capital. Volume I. London: Penguin.

Mitchell, Stacy. 2021. Amazon’s Toll Road. Institute for Local Self-Reliance. https://ilsr.org/amazons-toll-road/

Morozov, Evgeny. 2022. Critique of Techno-feudal Reason. New Left Review 133/134: 89-126.

Negri, Antonio. 2019. The Appropriation of Fixed Capital: A Metaphor? In Digital Objects, Digital Subjects: Interdisciplinary Perspectives on Capitalism, Labour and Politics in the Age of Big Data, edited by David Chandler and Christian Fuchs, 205-214. London: Univer-sity of Westminster Press.

Negroponte, Nicholas. 1995. Being Digital. New York: Knopf.

Rikap, Cecilia. 2023. Capitalism As Usual? Implications of Digital Intellectual Monopolies. New Left Review 139: 145-160.

Schneider, Bruce Schneider. 2013. You Have No Control Over Security on the Feudal Internet. Harvard Business Review, June 6. https://hbr.org/2013/06/you-have-no-control-over-s

Smith, Ben. 2021. How TikTok Reads Your Mind. The New York Times, December 5.

Smith, Jason E. 2020. Smart Machines: Automation in an Age of Stagnation. London: Reak-tionBooks.

Srnicek, Nick. 2016. Platform Capitalism. Cambridge: Polity Press.

Teachout, Zephyr. 2022. When Big Brother is Your Boss: The Rise of Surveillance Wages. The Nation, January 5.

Varoufakis, Yanis. 2021. Techno-Feudalism Is Taking Over. Project Syndicate, June 28. https://www.project-syndicate.org/commentary/techno-feudalism-replacing-market-capital-ism-by-yanis-varoufakis-2021-06

Zhang, Mary. 2023. ChatGPT and OpenAI’s use of Azure’s Cloud Infrastructure. Dgtl Infra, January 26. https://dgtlinfra.com/chatgpt-openai-azure-cloud/

Zuboff, Shoshana. 2019. The Age of Surveillance Capitalism. New York: Public Affairs.