Avrupalı filozof ve psikiyatr Erich Fromm’un ünlü kitabına adını verdiği gibi “sevme sanatı” diye bir kavram var mıdır? Sevmek bir sanat mıdır? Ne dersiniz? Bence evet, sanattır. Çünkü, bütün sanatların gerektirdiği gibi, dikkat, yoğunlaşma, ilgi, emek ve sabır isteyen unsurlar, sevmek için de gerekli ve geçerlidir. Sevmek, aynı zamanda bir yetidir. Ancak, bu yetinin gelişmesi, çocukluk çağında ruhumuza atılan tohumlardaki gizemli güce bağlıdır. Çocuk, sevmeyi annesinden öğrenir herkesten önce. Dünyaya anne rahminden koparak gelişi sonrasında, hayatın yalnızlığından, öncelikle annesi aracılığıyla korunur. Anne- çocuk ilişkisinde çocuk anneye bağımlı ve bağlı olduğu halde, annenin çocuğa sevgisi hiçbir çıkar gözetmeyen, doğal, içten ve saf bir sevgidir. O, onu, karşılık beklemeden, yalnızca çocuğu olduğu için sever. Fromm’a göre dünyada karşılık gözetmeyen tek sevgi annenin çocuğa duyduğu sevgidir. Bu açıdan düşündüğümüzde kadınlar sevmenin, sevme sanatının en büyük ustalarıdır bir bakıma.
Anneliğiyle ön plana çıkarılan, doğurganlığıyla özellikle tarih öncesi çağlarda tanrılaştırılan ve kutsanan kadın, eğer “bir dişi insan” olmanın farkındalığıyla cinselliğini ön plana alarak erkeğin toplumdaki üstün konumuna itaatsizlik gösterirse, işte o noktada lanetlenir, aşağılanır ve şeytanla eş tutulur. Bu durum birçok kültür için geçerlidir; özellikle tek tanrılı dinlerdeki erkek egemen bakış, kadının güçsüz ve korunacak bir nesne durumuna indirgenmesi, erkekleri baştan çıkarmaması için kendisine sürekli baskı uygulanan aşağı bir varlık olarak görülmesi, edebiyatın kaynağı olan mitoslarda; özellikle Orta Doğu kozmogonisinde büyük önem taşır.
Bu konuda Lilith efsanesi özel bir önemdedir. Âdem’in ilk karısı Lilith, erkeğine itaat etmediği ve cinsel ilişkide söz sahibi olmak istediği için lanetlenir, yalnız bırakılır. O da şeytanla iş birliği yaparak baştan çıkarıcı ve kötücül bir rol üstlenir. Bunun üzerine Tanrı, Âdem’in kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır. Havva, Âdem’in bir parçası olduğu için ona bağımlıdır; Âdem ise Havva’nın aynı zamanda annesi konumundadır. Havva bir erkeğin vücudundan şekil bulmuştur. Burada Havva’nın durumu oldukça acıklıdır. Edebiyata da temel oluşturan bu ilk efsanelerde, özgür kadının asla yüceltilmediği, kadının erkeğe boyun eğdiği sürece bir öneminin ve değerinin olduğu görülmektedir.
Toplumların tarihteki ekonomik ve sosyal gelişimi sürecinde, üretim ilişkileri içinde kadının rolü giderek azalmış; savaş ve talan ekonomisi nedeniyle erkeğin önemi, değeri artmış; dolayısıyla kadın eve kapatılarak, tüm yaşamı eş ve annelik rolüne indirgenmiş; sosyal yaşamdaki yeri sıfır noktasına getirilmeye çalışılmıştır. Feodal yapılı toplumların temelini erkek egemenliği oluşturmuştur. Eve kapatılıp toplumdan soyutlanan, örtülenen kadının çevresinde gitgide bir gizem halesi oluşarak genişlemiş; kadınlar bu sisin ve gizemin içinde algılandığı için, önce destansı aşklar ve 18. yüzyıla doğru da romantik aşklar ortaya çıkmıştır.
Freud’a özgü bakış ve yorumla irdelenecek olursa, destana dönüşen aşklar ve romantik aşklar, esas itibarıyla kavuşulamayışın yarattığı düş kırıklığı ve acıdan beslenir ve bu kırılmanın bir yansıması durumundadır. Bunun yanı sıra efsanevi ve romantik aşklar, ulaşılamayan sevgiliye duyulan; ama toplumca yasaklandığı için bilinç dışına itilen doğal cinsel dürtü ve isteklerin yüceltilmesi; yani toplumca istenen şekle büründürülmesi anlamına da gelir. Bu yüceltme mekanizmasıyla insan, doğal isteklerini, aşkın dile getirildiği, tutkuların örtük imgelerle ifade edildiği yazınsal yapıtlarda; özellikle de şiirde yücelterek dışlaştırır. Böylece hem bir dışavurum yaşantısıyla sanatçı ya da şair kendisini bilinçli-bilinçsiz bir terapiye alır hem de yazınsal, dilsel kodlamalar ve imgelerle, sanatın içinden süzerek aktardığı duygularını başka insanlarla paylaşmanın hazzını yaşar. Bu noktada yalnızlık duygusu kırılır; aşılır.
Ne yazık ki bu sanatsal yüceltme ve paylaşma yaşantısı, erkek egemen toplumlarda yüzyıllar boyunca kadına uygun görülmemiş, kadınların edebiyat yapıtı, şiir vb. oluşturarak duygularını sanat yoluyla da olsa ifade etmesi hoş karşılanmamıştır. Bu nedenle kadınlar, yüzyıllarca uygarlığın beşiği sayılan Avrupa’da bile ancak takma adlar (erkek adları) kullanarak edebiyat yapıtı yayımlamak durumunda kalmışlardır. Kadının yarattığı şiirsel birikim yerine, erkek şairlerin yüzyıllar boyunca yarattığı şiirsel bir birikim oluşmuş ve giderek genişlemiştir. Kadın, şiirlerde âşık olunan, sevilen, yüceltilmiş duygularla yaklaşılan, edilgen bir konumda işlendiği için hem ilahlaştırılmış hem de diyalektik bir yaklaşımla düşünülecek olursa “nesne” konumuna indirgenerek örtük ya da bilinçsiz bir biçimde aşağılanmıştır da.
Kadının, sevme sanatında, doğasından gelen üstün yetiyi edebiyat içinde geliştirmesi uzun süre engellenmiştir. Kadının aşkta, sevmede, duygularını özellikle şiir sanatında dile getirmede aktif bir “özne” olmasına, çoğu zaman erkek egemen zihniyet tarafından karşı konulmuştur. Böylelikle, şiir sanatı içre kadın “nesne”leşmiş; “şey”leştirilmiştir. Yüzyıllar boyunca ve hatta günümüzde bile bu zihniyet, kadına bir “arzu ve haz nesnesi” olarak bakmıştır. Bu bakışla yazılan şiirlerde kadına ve aşka “sahip olma” kavramı açısından yaklaşıldığı için, aşkın bu şekilde dile getirilmesi aynı zamanda kadını, sahip olunan ya da sahip olunmak istenen bir meta düzeyine de indirgemiştir. Haz nesnesine sahip olamayan şair, en romantik, en lirik dizelerle feryat ederek duygularını dile getirmiş; aşkını “aşkın” bir yüceltmeye uğratmıştır. Böylece, yüceltmenin edebiyatta kadını aynı zamanda nasıl indirgeyici bir tutuma dönüştürdüğü, hayli dikkat çeken bir durumdur.
Eski şiirimizde kadın ve aşkın işlenişi ise oldukça soyut ve mecazidir. Anlatılanların hemen hepsi bir hayal ya da düşten ibarettir. Yaşanan, hissedilen somut ve gerçek bir kadın- erkek aşkı yerine mecazi kavramlarla dile getirilen bir “aşkınlık” haline odaklanılmış; aşka metafizik ve mistik bir kıyafet giydirilerek, “edilgenlik”, “miskinlik” topluma dalga dalga yayılan tek yaşama tarzı olarak dayatılmıştır. Nedim, bir şiirinin sonunda şöyle der: “Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim, / Bir peri suret görünmüş bir hayal olmuş sana” Böylece aşkın ve sevilenin bir hayal olduğunu duyumsatır şair Nedim. Eski şiirimizin mantalitesinden topluma yayılan edilgen ve mistik tutum, aynı zamanda Orta Doğu toplumlarının kültürel, mitolojik dünyasından ve kozmogonisinden beslenmektedir. Eski şiirimizde yer yer sıra dışı aşklara, farklı cinsel yönelimlere de kapıların açılmış olması inanılmaz gelir insana. Aslında bu durum, kadın ve erkeğin bir arada, birlikte toplumsal yaşam alanlarında etkin olarak yer alamayışından, kadın ve erkeğin sürekli olarak “kaçgöç yaşantısı” içinde olmalarından kaynaklanmaktadır. Yine Nedim, bir gazelinde “başına civankaşi bir sarık sarmış olan sevgilisini, Beşiktaş’a yakın hane-i viranesine” fütursuzca davet eder.
Eski şiirimizde şair, sevgilisinden aşk dilenen, yalvaran, acı çeken bir âşık durumundadır; tek isteği, aşkının karşılık görmesidir. Çoğu zaman ortada gerçek bir sevgili de yer almaz üstelik. Eski şiirimizde, sevilen kadın puta benzetilir. Put, duyarsız, duygusuz ve çok güzeldir. Tepkisizliğiyle şaire acı verir. Burada anlatılan, kadının duyarsızlığı ve yanıt vermezliği olsa da son tahlilde kadın yine cansız bir nesne durumuna indirgenerek şey’leştirilmiştir. Tapınılan bir varlık bile olsa, duyarsız ve cansız bir şey’dir o. Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Yüzyıl Edebiyat Tarihi’nin giriş kısmında, eski şiirimizde sevgilinin gönül tahtına oturan sultana benzetilmesini, toplumsal iktidar ilişkilerine bağlar. İktidar ilişkisi, aşkın, sevilen kadının sulta’sı olarak algılanmasına, böyle bir imge sistemine neden olur. Sevgilinin hükümdara benzetilmesi, onu dişil özelliğinde sıyırarak, nötr hatta eril bir duruma getirir. Bu, aynı zamanda bir paradokstur.
Son zamanlarda, özellikle on dokuzuncu yüzyıldan günümüze kadar, toplumda kadının rolünün giderek artması, üretim ilişkileri içinde kadının önemli bir yer edinmesi, feminist hareketlerin demokratik süreçlerde yerini almasıyla birlikte, edebiyatta kadının yeri ve konumu değişmiş, nesne olmaktan kurtulmaya başlayan kadın, gerçek bir özne olarak “sevme sanatı” ve yazınsal ilişkiler içinde yerini almaya başlamıştır. Erken Cumhuriyet Devri’nde kadınlara toplum yaşamında ve yasalarda sağlanan yeni haklar, pek çok kadının ufkunu genişletmesine; okumaya ve yazmaya ilgi duymasına vesile olmuştur. Bu devirde yazılan romanlarda erkek yazarların da kadın konusunda daha dikkatli ve ilgili olduğu görülmektedir. Mesela Reşat Nuri Güntekin, Çalıkuşu romanını bir genç kızın günlüğü biçiminde kaleme alarak, potansiyel kadın okurların dünyasına uzun yıllar boyunca seslenebilmeyi başarmıştır.
Kadın yazar ve şairlerin sayısının ülkemizde ve dünyada giderek artması, bir “kadın edebiyatı”nın varlığından ve gücünden söz etmemizi sağlar. Bu feminen bakış, kadınların yarattıkları yazınsal yapıtlarda da etkili olmaktadır. Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sı; Ursula K. Le Guin’in Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar’ı, Sylvia Plath’in Sırça Fanus’u bu yapıtların en dikkate değer olanlarındandır. Ülkemizde Tomris Uyar, Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal, Ayla Kutlu, Leylâ Erbil, Tezer Özlü gibi yazarlar da bu sürecin önünü açmışlardır.
Günümüzde kadınlar, yazmaya ve okumaya erkeklerden daha fazla ilgi göstermektedir. Yazın atölyelerinin en gayretli kursiyerlerinin çoğunun kadın olması da ilginç bir gelişmedir. Yazın sanatında kadının giderek ağırlığının artması, bu yapıtlarda kadın sorunlarının işlenip dile getirilmesi, edebiyat açısından farklı bir döneme açıldığımızın bir göstergesidir. Kadınların, öykü-roman türlerinde hayli etkin oldukları halde, şiiri hâlâ “erkeklerin erk meydanı” durumunda bıraktıkları da önemli bir saptamadır. Kadın şairlerin sesleri daha çok duyulmalı, kadın duyarlılığı ve yürekliliğinden, “sevme sanatı”ndan beslenen yepyeni bir şiir anlayışına ulaşılmalıdır.
Bence daha güzel bir dünya ve nitelikli bir edebiyat, kadın ve erkeğin, birlikte, eşit, özgür bireyler olarak, birbirlerine saygılı bir ortamda yaratacakları gerçek (sahici) bir sevgi ve aşk anlayışı üzerine kurulacaktır. Bu, ataerkillikten uzak, daha demokratik bir yazın anlayışının ve daha güzel bir dünyanın gerçekleşmesini sağlayacaktır. Sonuçta, geleceğin edebiyatı demokrasinin içinde filizlenecek ve gelişecektir.