Nasıl bir dijital rejimdeyiz?
Geldiğimiz son noktada bir durum tespiti yapan ve dijitalleşmenin bizi maruz bıraktığı enformasyon bombardımanının akıl almaz seviyelere ulaştığını söyleyen, çağımızın önemli düşünürlerinden Byung-Chul Han, içinde bulunduğumuz keşmekeşi “Bizi adeta boğmakla tehdit eden bu çılgın iletişim deryası, sosyal yaşamın hemen her alanını ele geçirmiş vaziyette; siyaset de bu durumdan nasibini alıyor. Günümüzde seçim kampanyaları artık sosyal medyada, anonim hesaplar, botlar ve hatta troll ordularıyla enformasyon savaşları şeklinde yürütülüyor; demokrasi, enfokrasiye dönüşüyor” diyerek tarif ediyor ve bulunduğumuz bu dönemin “yeni bir rejim” olduğunu öne sürüyor.
Yine Byung-Chul Han, “Bizler, özgürlüğü sadece hayal edebiliriz; özgür olduğumuzu varsaysak da tüm davranışlarımız, hatta tüm hayatımız ‘kontrol edilebilmesi’ için kayıt altındadır. İnsanlar ise sürekli gözetlendiklerinin farkında olmadıkları için kendilerini özgür zannettiklerinden dolayı neoliberal enformasyon rejimi ayakta kalır” sözleriyle de yeni medya araçlarının “özgürlüğü tehdit eden” özelliklerini öne çıkarıyor.
Chul Han, başka bir çalışmasında da önemli saptamalarda bulunuyor. “Enfokrasi” tespitinin ardından, “Enformasyon yorgunluğu” kavramını ortaya atan Chul Han, daha fazla enformasyonun iyi kararlara yol açmayacağını, bu tür bir yorgunluğun, aynı zamanda depresyonun karakteristik semptomlarını içerdiğini ve toplumun gittikçe daha fazla narsistleştiğini savunuyor. Chul Han’a göre, özellikle X ve Facebook platformları başta olmak üzere diğer sosyal mecralar, bu gelişmeyi de şiddetlendiriyor.
Chul Han saptamlarında haksız değil elbette, enformasyon bombardımanına maruz kalan ve depresif özellikleri tetiklenen insan, bir yandan da gerçeklik ile asparagas olandan oluşan “gündemi” takip etmeye çalışıyor.
Yeni Bir Dijital Izdırap: “Gündemi İzleyebilmek”
Öte yandan, gerçekten de hızla önümüzden geçip giden gündemdeki gelişmeleri, haberleri, olan biteni takip etmek, yakalamaya çalışmak hiç bu kadar zor olmamıştı.
Bu takip, her zaman önemli olsa da son dönemde hiç olmadığı kadar yaşamsal bir unsura dönüştü ve “gündemi kaçırma” fikri yeni bir kaygı faktörü halini aldı. Zira Türkiye’de gündemin hem kaygan ve hızlı bir zemine sahip olması hem de ani reflekslere açık özelliği, onu yakından takip etme gerekliliğini de beraberinde getiriyor.
Ancak yine de sıkı takip, gündemi kaçırmamıza engel olamıyor.
Ayrıca ülkemizin genel gündemine sirayet eden olumsuz ve kötücül atmosfer, belki de çoğumuzun gündemi takip etmeyi reddetmesi sonucunu da doğuruyor veya bu konuda daha “yavaş” ve “seçili” bir yöntem izlenebiliyor.
Çok ciddi bir enformasyon ve gündem akışıyla da karşı karşıya durumdayız. Bunlar aynı zamanda bir “seçme” işlemini de dayatıyor. Yine bu enformasyon akışı içerisinde ciddi bir tüketimi de tetikliyoruz. İletilere, paylaşımlara, teyide muhtaç iddialara, haber parçacıklarına, dezenformasyon örneklerine, dolaşıma giren komplocu söylemlere saniyeler içerisinde rastlıyoruz. Ancak nelere maruz kalacağımızı tam olarak belirleyemesek de ayrıntısına bakabileceğimiz haber ya da olaylara serbestçe eğilmemiz sınırlı da olsa, hâlâ mümkün görünüyor.
Ancak yine de çok açıktır ki günümüzde kitle iletişim araçları bireylerin nelerle ilgileneceğinin belirlenmesi, yorumlanması sürecinde konunun ne olacağında ve ne kadar gündemde kalacağında belirleyici rol oynuyor.
Gündemde öne çıkanlar/çıkarılanlar, baskınlıkları farklı da olsa her türden medyanın genel etkisine maruz kalmayı sürdürüyor. Konvansiyonel, anaakım medya ya da değil, bilakis sosyal medya platformlarındaki gündem yoğunluğu, “gündem yorgunu” bir toplum da yaratıyor ve bu medyalardan gelen yoğun enformasyon sosyal medyada birbirine giriyor.
Cohen, 1963’te “Medya ne düşüneceğimizi söylemekte başarılı olmayabilir, fakat ne hakkında düşüneceğimizi söylemekte fevkalade başarılıdır” demişti. Bu durum şimdilerde yeni medya araçlarıyla da şekilleniyor. Medyalar, haberden ziyade haber parçacıkları paylaşan tık ve görüntülenme odaklı hesaplara dönüşürken, gazetecilik fikri de bundan zarar görüyor.
Yine bazılarımız ise bu gündem yorgunluğundan çıkışı “gündemi ve hızlıca akan enformasyonu takip etmeye direnme” olarak tepki verirken, bunun sonucunda ise toplumsal hafızasını yitiriyor ve hızlıca apolitize oluyor.
Ortaya koskoca bir “yılgınlık yığını” çıkmış oluyor.
Yeni dijital rejim, okuduklarımızı hızlıca unutmamıza, yaşanan olayların kişisel gündemlerimizden gecikmeden düşmesine neden olurken, ortaya haddinden fazla ve biçimsiz enformasyona bağlı, kültürel ve sosyal yoksunluk saçılıyor.
Gündem “gürültüye” dönüşüyor.
Gündem Yoğun, Peki Toplumsal Hafızamız Yerinde mi?
Gündemdeki yoğunluk ve yoruculuk, insanın hatırlama kabiliyetini de daraltırken, toplumsal örgütlülüğün düşük seviyelerde olması bunu adeta çıkışşız bir hale getirmiş durumda.
Medya ise burada ve her zamanki gibi kritik bir önemde. Toplumsal hafızanın yapılandırılmasına katkıda bulunan medya, kimi zaman seçici ve kasıtlı bir unutmayı da teşvik edecek hamleler yaparak ‘yapısal amnezi’yi güçlendiriyor. Sosyal medya ise zaten bırakın hatırlamayı, gördüklerimizi hatırlayacak kadar bir zaman bile tanımıyor. Hızlı akış ve ritim, enformasyonu büyütürken, muhakemeyi daraltıyor.
Özellikle bizim gibi toplumlarda, toplumsal uzlaşıyı tetiklemek ya da öyleymiş gibi göstermek adına da önemli bir güç hâline gelen anaakım medya, geçmişin bazı olaylarını gündemde öne çıkarırken, kimilerini ise görmezden gelme konusunda oldukça mahir.
Toplumumuzda unutulan/unutturulan birçok hadise var. Kişisel hafızamızda tuttuğumuz ancak toplumsal belleklerde kaybolan gündemler ve olaylar, bir ülkenin geleceğini belirleyecek kadar önemli olsa da kolektif bellekler zayıfsa, kişisel akılda tutuşların etkisi anlamsız kalıyor.
Bu nedenledir ki 17 Ağustos 1999 Depreminden 6 Şubat 2023 Depremlerine, Soma Faciasından İliç Felaketine ya da muhtelif yerlerde çıkan orman yangınları ile orman katliamlarından, Bolu’daki otel yangınına vb. kadar birçok korkunç olayın tekerrür etmesinin nedeni bireysel değil, kolektif hafızanın güçsüzlüğüdür.
Bu açıdan ne gündemi takip edebiliyoruz ya da bu konuda yeterince istekliyiz ne de hayatımıza ve yaşam auramıza hasar veren olaylara müdahale etme gücünü kendimizde yaratabilecek araçlara sahibiz.
Sarsıntıları Atlatmak…
Şayet yeni dijital dünyamızın kabahatiyse bu, Naomi Klein’ın “Ayna Dünyaya Yolculuk: Doppelganger” isimli kitabındaki tespitleri hatırlamak ve hatırlatmak yerinde olacak. Klein, felsefedeki adı “Ayna Dünyalar” olan bir kavramı kullanıyor. Artırılmış gerçeklik (augmented reality) ve sanal gerçeklik (virtual reality)’e benzeyen “Ayna Dünyalar” kavramı, aslında bu olguların iç içe geçmesiyle ortaya çıkıyor.
Klein, internetin bu aynalar dünyasındaki abartılı yansımalarında, kaybolan gerçeklik hissinin yol açtığı baş dönmesini anlatırken, sosyal medyanın kör kuyuları olarak tarif ettiği boşluklarda saatler kaybeden, siyasetin günbegün kirlenmesini dert edinen insanları silkinmeye davet ediyor.
“Vertigo, bildiğimizi sandığımız dünya artık geçerliliğini yitirdiğinde gelir. Bilinen dünya çatırdıyor. Bunda sorun yok. İnkârla ve kabul etmemeyle, görmemeyle ve bilmemeyle, aynalarla ve gölgelerle birbirine iliştirilmiş bir yapıydı zaten. Parçalanması gerekiyordu. Şimdi bu enkazdan daha güvenilir, güvenimize daha layık, gelecekteki sarsıntıları atlatma yetisi daha fazla bir şey yapabiliriz”
Suskunluklarımız ve Diyaloglarımız Arasında: Birbirimizi Duyabiliyor muyuz?
Çiftçi-Sen Tarım Raporunu Açıkladı: “Çiftçiler Ürettiği Hiçbir Üründe Kazanamadı”