Fotoğraf: AP Photo/Francisco Seco
Öncelerde kendisinden yılgınlıkla bahsedilen 25 Kuşağı, ülke çapında yükselen itiraz fırtınalarının öncü gücü haline gelerek ezber bozan bir siyasi ortam yarattı. Yan yana görmeye alışkın olmadığımız ideolojilerden kitleler; kurdukları, büyüttükleri ve zorladıkları olaylarda ortak amaçlar etrafında buluştu. Eylem pratiğinin ise, dönemin genç yetişkin kuşağının karakterini yansıttığına şahit olduk.
Olağan bir sokak hareketliliğini aşan bu dalganın, ciddiye alınması gereken siyasi bir tehdit unsuru oluşturduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki, gündemin büyük bir kısmını; orantısız polis müdahaleleri, gözaltılar ve tutuklamalar oluşturuyor. Bayramı cezaevinde geçiren yüzlerce genç, bu yeni hareket tarzının cesaretine yönelik uygulanan politikanın sertlik boyutunu ortaya koyuyor.
İktidara karşın öfke, nesilden nesile şekil değiştirirken; bu öfkeye karşılık veren iktidar refleksi de zamana göre evrilmekte. Bugün ise, karşımızda, mevcut otorite dışında bir yönetim tanımamış, sürekli “geleceksizlik” tehdidi altında büyümüş, psikolojik bariyerlerin ardında yetişmiş, sıkça “apolitik” olarak etiketlenen bir kuşak var. Böyle bir ortamda sessizlik beklenebilirdi; ancak 25 Kuşağı, aksine, siyasal aktörlük iddiasını sıcak ve açık tutuyor.
Üstelik kitle, yalnızca otoriterleşmeye değil, ekonomik güvencesizliğe, sistematik eşitsizliğe ve siyasal temsil krizine karşı tepki veren bir dinamizme sahip. Bu nedenle iktidarın baskısı yalnızca halihazırdaki muhalefete değil, ortaya çıkabilecek yeni siyasal odaklara yönelik bir önlem olarak şekilleniyor.
Öfkenin şekil değiştirmesi ve iktidarın buna yanıt üretmesi, yalnızca baskı ve tepki döngüsünden ibaret değil. Genç yetişkin kuşak, karşılaştığı bu sert gerçeklik karşısında edilgen bir konumda kalmıyor; aksine, kendi siyasal dilini ve mücadele biçimlerini arıyor. Sıklıkla dijital medya üzerinden örgütlenen, bireysel ve esnek gruplaşan, kitlesel ve empatik faaliyet biçimleriyle halkla doğrudan etkileşime geçen; hem anlık hem de uzun vadeli sonuçlar hedefleyen eylemler biçimleriyle yeni bir muhalefet pratiği inşa ediyor. Buna karşılık; eylemlerde uygulanan gözaltılar, kamera tespitiyle gerçekleştirilen ev baskınları gibi sindirme yöntemleri yalnızca fiziksel şiddet değil, psikolojik bir zor aygıtı olarak da işlemekte.
İşte bu noktada şunun altını çizmek gerekir: Korkma hakkı vardır. İçinde bulunduğumuz politik, ekonomik ve sosyal kriz ortamında, korku olağandır, çünkü baskı ve belirsizlik karşısında kaygı duymak, insancıl bir eğilimdir. Buna rağmen sürdürülen umut, geleceğin dönüştürücü gücü olacaktır.
İktidar yalnızca şiddet araçlarıyla değil, bireylerin zihninde inşa ettiği, sürekli yeniden ürettiği korku ve sınırlarla işler. Modern iktidarlar, muhalif hareketleri cezalandırılma ihtimaliyle sürekli yüzleştirirken, bu ihtimalin kendisi bile çoğu zaman fiili bir baskıya gerek kalmadan itiraz reflekslerini törpüleyebilir. Birçok isyan, sadece ceza tehdidiyle bastırılmıştır. Sürekli geleceksizlik hissi, parmaklıklar ardında geçebilecek gecelerin olasılığı, eylem alanlarında görülebilecek şiddetin meşruluğu bireyi kendi içinde sınırlamaya yetebilir. Dolayısıyla umutsuzlaştırma ve korkutma, sistemin yeniden üretilmesi için bir araç haline gelmiştir. Bu, devlet geleneğinin sıkı sıkıya bağlı olduğu zihinsel bir denetim mekanizmasıdır.
Fakat umutsuzluğu bir teslimiyet olarak değil, bir farkındalık olarak yaşayan ve kaygılarına rağmen harekette kalan kitle, yalnızca engelleri değil, onları aşmanın yollarını da sorgulamaktadır. Çok sayıda gözaltıya, yakalamaya, tutuklamaya, polis müdahalesine, ev baskınına, kolluk ablukasına; yani, topyekun müdahaleye maruz kalan genç yetişkin kuşak; sisteme yönelik mücadelenin tartışma zeminini kısıtlı alanlarından var etmektedir. Tam da bu yüzden, otoritenin baskı aygıtlarına rağmen yılmayan, kendi yöntemleriyle direnmenin, dayanışmanın ve yeni bir gelecek kurmanın yollarını arayan 25 Kuşağı, topluma işlemiş umut-korku çelişkisini görünür kılmaktadır.
Genç yetişkin neslin pratiğini incelediğimizde; korku ve umutsuzluğun toplumsal çıktılarında, yalnızca bastırılmış itiraz reflekslerini değil, aynı zamanda bir heves ve hayal ortamı görüyoruz. Öyle ki, uygulanan yoğun baskı; mevcut iktidar yapısına karşı radikal bir değişim arzusunun şekillenmesine neden olmakta. Bu arzu sokağa taşındığında ise, siyasal itirazın görünür ve güçlü bir dile dönüşmesi olasıdır.
İnsan doğasından gelen temel bir refleksle; korkunun aşılması, geleceğin inşasında ilk adımdır. 25 Kuşağının içine doğduğu distopik ortama rağmen sokağa çıkması, direnç göstermesi, içinde bir yerde umudu canlı tuttuğunu göstermektedir. Öyle ki, artık umut, edilgen bir bekleyiş değil, geleceği yaratma potansiyeli taşıyan bir eylem olarak caddelerde, kampüslerde, parklardadır.
Çünkü umut etmek, sadece bir duygu değil, bir bilinç ve mücadele pratiğidir. Değişimi beklemek yerine, değişimi sağlamak için mücadele pratiğinin dönüşümünü içerir. Dönüşüm ise yalnızca bireysel tepkiyle değil, alternatif ve ortak bir siyaset yaratma çabasıyla mümkündür.
Yaratılan korku hegemonyasının ve umutsuzluk halinin aşılabilmesi için, “neyi umut edeceğiz?” sorusunun kolektif halde sorulması, irdelenmesi ve yanıtlanması gerekmektedir. Gençlerin, geleceksizliğe karşı kolektif bir irade oluşturarak alternatif bir gelecek hayal etmesi, karşı hegemonya inşasını mümkün kılar. Umut, işte tam da burada, yalnızca bireysel bir duygu değil, örgütlü bir mücadele biçimi olarak anlam kazanmaktadır. Çünkü bireysel umut kırılgandır; ancak ortak bir hedefe yöneldiğinde toplumsal dönüşümün itici gücüne dönüşür.
Bu nedenle, umudu diri tutmak, geleceğe dair soyut bir iyimserlik değil, somut mücadele hatları örmekle mümkündür. Bir kızgınlık hezeyanını harekete dönüştüren, en nihayetinde onu aktör kılan şartlar; umudun somutlaşmasına ve öfkenin programatik bir şekilde ilerlemesine bağlıdır. Bireyin içinde yaşadığı belirsizlik ve çaresizlik, ortak hareket alanında anlam bulur. Ve işte o anda, korku duvarlarında ilk çatlaklar oluşur. Genç yetişkin kuşak, bugünün çatlağını büyütebilmek için hem birbirine hem de ortak bir siyaset zeminine muhtaçtır.
Dolayısıyla, umut edilmesi gereken şey yalnızca daha iyi bir gelecek değil, o geleceği inşa edecek örgütlü bir irade ve dayanışma zeminidir. Bu zemin ise yalnızca toplumsal meşruiyetini sağlamış direniş alanlarında somutluk kazanabilmektedir. Dertler, kaygılar, amaçlar ve hayaller ancak bu alanlarda ortaklaşabilir. Ortaklaşan hisler, hem iktidarın baskı mekanizmalarına karşı bir direnç noktası yaratır hem de korkunun bireyleri izole etme gücünü kırar. Çünkü korkunun karşısına yalnızca bireysel cesaret değil; bilinçli, örgütlü ve kararlı bir umut konulduğunda, açığa çıkan bilinçli siyasal mücadelenin karşısındaki erkin dönüşümünü zorunludur.
25 Kuşağının oluşturduğu dayanışma ağları, forumlar, kampanyalar, boykotlar, anlık örgütlenmeler, eylemler; bu ortaklığın en somut halleri, direnişin zihinsel altyapısıdır. Bu yapılar, sadece belli bir dönemin refleksleri değil, aynı zamanda toplumsal hafızada yer eden bir mücadele biçiminin sürekliliğini temsil eder. Farklı kesimlerden insanların baskıya karşı birlikte durması, bu ağların sağladığı ortak zeminde filizlenmiş; birlikte mücadelenin hem mümkün hem de etkili olduğunu göstermektedir.
Birlikteliğin bakiyesini oluşturan her bireysel umut; soyut bir duygu halinden çıkıp somut bir siyasal cürrete evrilir. Bu cüret öylesine bir iyimserlik değil, onu var eden koşulları değiştirme kararlılığıdır. Böylece, otoriteye karşı yeni bir iradeden söz etmek mümkün olacaktır. Ve tam da bu yüzden, umudu örgütlemek, bir direnme biçimi olduğu kadar, geleceği yaratmanın ilk adımıdır.
Gelecek, korkuyu korkutanların; korkuya rağmen yan yana durmayı öğrenenlerin ellerinde şekillenecektir.