Geçtiğimiz günlerde Sivasspor-Fenerbahçe maçında açılan “Doğal Olan Normal Doğum” pankartı kimi çevrelerde oldukça ses getirdi. Bu hamleyi gündemi değiştirme olarak okuyan bir kesmin yanı sıra, bunun salt iktidarın içinden gelen bir ses olarak okunmasını da mümkün gören eleştiriler oldu. Netekim pankartın altında yazan “Sağlık Bakanlığı”na ait logo durumun apaçık vehametini gözler önüne sermekteydi. Erkeklik başat ve aktif rolüyle, yine gündemdeydi (!)
Her geçen gün yeniden yanlanan ve neredeyse yaşamın her alanında kendini yineleyerek yayan-yaratan “erkeklik” mefhumu ve onun psikolojik yayıntılarından konuşmak farz oldu. Zira bu söylemden etkilenen birçok kadın arkadaşım olduğu gibi, terapötik boyutta çalıştığım “doğum” ve “kadın olma” hallerini de örselemesi, travmatize edici bir etki uyandırması bakımından bir sorumluluk olarak da bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı duydum. Esas sorumluların yapmış olduğu açıklamaların ise bilinçli ve gücü gerileten rolüyle şaşırtıcı olmadığını söylemek mümkün.
Bu pankartta yazan sloganın başlı başına bu kadar can sıkıcı bir muhteva taşımasının çeşitli okumaları yapılabilir. “Normal” ya da “doğal” olanın ne olduğu “doğum”un hangi politikalarla belirlendiği, kadın bedenine dolaylı ya da doğrudan nasıl tahakküm kurulduğu şüphesiz tartışmanın çeşitli başlıklarından. Ne var ki bu pankartın doğumla döl ilişkisi dışında herhangi bir ilişkiselliği bulunmayan “erkeklerce” taşınıyor olması sanıyorum en rahatsız edici yanlarından oldu. Kadın bedeninin nasıl olacağına, estetik anlamda nasıl görüneceğine, kadının doğurup/doğuramayacağına, ne kadar doğuracağına, nasıl doğuracağına diye devam eden kasedin tamamı hakkında söz hakkı olabileceğini zanneden bir eril aklın taşıyıcısı olduğu bu pankart, yalnızca futbolun erilliğin ana sponsoru olmasıyla da gururlanmayacak mıydı? Pankarta göz yummayalım, sesimizi çıkaralım, pek tabii kadın-erkek- LGBTİ artılar olarak çıkaralım fakat gündelik yaşantılarımızda göz yumduğumuz ve bizatihi “ataerkil pazarlık”la işbirliğinde olduğumuz erkekliğe ne olacak?
Bir şeyin “doğal” olmadığına dair iddianın kendisi ideolojik saikler barındırdığı gibi, doğal olmayan ideoloji sistemlerinde kişisel olanın nasıl da politik olduğunu feminist literatür sayesinde artık iyi biliyoruz. “Kişisel olan politiktir”in yaygın bir kanaat olarak küçük bir kesime hitap ettiği yaşantılarımızda, kişisel olanın “dedikodu”laşmadan, etik çerçeve içerisinde konuşulmasının ve erkekliğin erkeklerin dışarda tutulduğu bir diskurda tartışılması ise bana iyi deyimiyle absürd geliyor. Dış dünyamızda, işimizde, günlük alanımızda, iş yerlerimizde, partner ilişkilerimizde, sıradanlıkta, duygulanımda, iyi günde, kötü günde ve süprizli tarifelerinde hayatın erkekliği “erkek”ler dışında konuşmanın mümkünü var mı? Peki bunları konuşmak istediğimiz alanlarda, kadınların bilinçli ve bizatihi çıkardığı seslere tahammülümüz var mı? Kadınların duygularınımlarını paketlemeden ve ideolojik bir tanı kriteri haline getirmeden konuşmaya gücümüz var mı?
Erkekliğin kendini günbegün var ederek ve gündem ne olursa olsun başat “gündem” hale gelerek bir bütün olarak kolektif yaşantıyı (bizatihi kadın ve LGBTİ artı özneleri) huzursuz etmesi tüm bunlar düşünüldüğünde sadece tesadüf ve basitçe yapılmış bir hamle olarak görülebilir mi? Kadınların “yok” olduğu bu söylemlerin tamamında erkekliğin “var” olduğunu unutalım mı? Gündemin değiştiğine dair yaşadığımız anksiyöz evrede yine de durup düşünmeye değmez mi? Dahası temel gündemi belirleyen yine erkekler değil mi? Bir eril akıl tarafından tekliğe mahkumluğun yarattığı bu düzenin her ayrıntısı eril tahakkümün bir sonucu değil mi? Peki günden güne yaşadığımız yoksulluk, değersizlik, tahammülsüzlük, geleceksizlik? Hak, hukuk, adaletin nasıl peyda olduğu ve vurgulandığı, sokaklarda hangi pankartların taşındığı, sloganlarda cinsiyete atıfta bulunan her detay, mecliste yankısı magazin etkisi taşıyan kavgalar eril değil mi? Bizim bedenlerimizin, duygu dünyamızın, hallenmelerimizin gündem olmaktan çıktığı tek bir an var mı?
Kabul edelim etmeyelim, erkekliğin en iyi düzeneklerinin hayatın tam da içinde atan o ritmde aranması gerektiği kanaatindeyim. Gündelik ruhsallığımızın desenlendiği iş yerlerindeki ilişkilerimizde, bir pozisyon/mertebe kazandığımızda bize ne olduğunda, romantik ilişkilerdeki rıza inşası*nda, rızanın nasıl tariflendiğinde, iletişimin açıklığı/kapalılığında, ilişkide kimin “çok eş”li olduğunda, yemeği masaya kimin koyduğunda, seyahat planlarını kimin yaptığında yani yani yani bölüşülen ve paylaşılan hayatlarımızda sözü kimin söylediği, ilişkiyi kimin belirlediği, hayatın nasıl örgütlendiği ve iktidarın nasıl desenlendiği gibi konularda.
Normal olmayanın erkekliğin sürdürülebilir döngüsünde, yarattığı tahribatlı yapaylıkta ve imajda aranması gerektiği açık. Doğal olmayan, pankartta kadın bedenini türlü bulaşıcı hastalıklarla ve korunmasız ilişki dayatmasıyla belirleyen erkek aklında aranması gerektiği açık. Bugün ruhsallığımıza iyi gelecek olan pankart erkeklerin taşıyıcı olması dolayısıyla kadınların neredeyse en önemli gündemlerinden biri haline gelen serviks kanserinin belirleyici virüsü HPV’ye dair değil de normal doğum’a yönelikse orada aradığımız tek şey adalet değildir artık. Ya da ne bileyim, erkeklerin bilumum düzeyde canını yakan çeşitli hastalıklara, eşit ilişkilenme özgürlüğümüze, çocuk doğurmama hakkına filan dokunsaydı da. Adalete dair talebin adaleti talep ettiğimiz özne tarafından belirleniyor olması haliyle politiktir. Mart eylemlerinin sevilen “dua edin eşitlik istiyoruz ya intikam isteseydik” sloganı geliyor aklıma.
Erkekliği, erkek cinsiyetine yaptığı vurgu dolayısıyla kullanmaktan oldum olası imtina ettim. Ama bugün geldiğimiz noktada, erkek’liğe dair kodların ne yazık ki yalnızca erkekler tarafından üretilmediğini, ses çıkarmayan, sözü kısalan, ilişkilerini kaybetmekten korkan/sakınan, nasıl konuşacağını, duyulup duyulamayacağını bilemeyen veya doğrudan iktidar sızıntısı taşıyan güçten düşürülmüş kadın arkadaşlarımızın da büyüttüğüne ne yazık ki iknayım. Literatürde ataerkil pazarlık olarak tanımlanan bu duruma, yaşamın birçok alanında rast geldiğimize eminim. Örnek vermek gerekirse, sıradan yaşamlarımızda açıktan gördüğümüz hataları, sırf o erkekle ilişkimiz incinmesin diye sürdürüyorsak bu ataerkil pazarlık. Sosyalizasyonda sırf bizden üstün olduğunu düşündüğümüz için karşısında ses çıkaramadığımız bir erkek özne varsa ve eşit konumda olduğu bir kadın özneye karşı (genelinde kadınlar tarafından) destekleniyorsa bu ataerkil pazarlık. Toplum sağlığını ciddi manada tehdit ettiğini düşündüğümüz bedensel durumlara dair tedbir alması gerektiğini düşündüğümüz ve bunu bir erkekten çekindiğimiz için öteki öznelere bildirmediğimiz durum da ataerkil pazarlıktır. İş alanlarında erkeğin yarattığı manipülatif tezgahın sürmesine ve bunun için orada “kadınlar”ın yarattığı çoğunluğun “demokratikleşme” göstereni olarak kullanılması ataerkil pazarlıktır ve esas normal olmayan bunlardır. Erkekliğin aynada yansıyan manalarında değil, suretinde iktidar temsillerinin olduğunu ve bunun gündemi değiştirmek pahasına değil; merkezle tam işbirliğinde olduğunu unutmadığımızda, normalin kimin normali olduğunu ve normalin gündeliğin inşasında nasıl kurulduğunu daha iyi kavrayacağız.
Tüm bunlar düşünüldüğünde erk’ekliğin yüz yıllardır, ince ve ustalıkla söylemde ve ideolojide örgütlendiğini varsayarsak- patriyarkal düzeneğe su götüren bir hilekarlıkla kullanımından imtina ile- bu konudaki ilişkilerin topyekun konuşulmasına ve kendi küçük dünyalarımızda kurduğumuz iktidar ilişkilerinin içindeki sızıntılardan süzülmesi/damıtılması gerektiğine iknayım. Bir bütün olarak yaşamlarımızdaki alt metinlerle ilgilenmeden, ilişkilenmelerin kaçınılmaz tahriplerinden bizi koruyacak olanın yalnızca terapi olduğundan ise emin değilim. Bizim geniş çemberlere, birlikte söz üretmeye, dayanışmadan beslenmeye ve meseleleri sadelikle ele almaya ihtiyacımız var. Kadın mücadelesini bir “ifşa” pratiği ve retoriğine indirgemeden hatalarıyla yüzleşebilen öznelere ihtiyacımız var, birbirimize düşman olmaya değil birbirimizden güç almaya ihtiyacımız var.
Dilerim tüm cinslenmelerin, özgürce başkalaştığı bir dünyada ilişkilerin iliklendiği bir ekosistemi hep birlikte deneyimleme şansımız olur. Dilerim kadınların da en az erkekler kadar ilişkilenme(me) haklarının korunduğu bir ağı yaşatma ve büyütme fırsatımız olur. Bize iyi gelecek ve el ele yürürken en ferah hissettirecek o güven duygusunu incinmeden ve incitmeden koruruz. Aksi halde, normaller belirlenmeye ve kabule teşrife ayan olacaktır.
* Psikoterapist Eda Pınar
*Rıza inşası, kişinin rıza göstermediği herhangi bir cinsel davranıştaki Hayır’ı Evet’e çevirmek için kullanılan ve ‘fiziksel zorlama içermeyen’ bütün yöntemler(sivil sayfalar.org)
(1) Ataerkil pazarlık kavramı, farklı erkek egemenliği ve akrabalık sistemlerinin cinsiyetler ve kuşaklar arasında yarattığı işbölümü, uyum, çatışma ve direniş biçimlerini aydınlatmayı amaçlar. Temelinde yatan “pazarlık” (bargaining) kavramı, eşitsiz ilişkilere dayanan toplumsal cinsiyet rejimlerinin, kadınların rızasını sadece birtakım normları içselleştirmeleri yoluyla değil aynı zamanda sistemin içinde edinebildikleri bazı güç ve güvence alanları sayesinde de kazandıkları varsayımına dayanır (feministbellek.org)