₺0,00

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Depremin ardından: Bir oyun odasında yeniden başlamak

Bu yazıyı, 6 Şubat’ta yaşanan büyük felaketin unutulmaması ve iyileşme sürecine tanıklık edenlerin sesi olabilmek için kaleme alıyorum. O gün yalnızca binalar yıkılmadı; binlerce insanın yaşamı, güven duygusu ve aidiyeti de yerle bir oldu. Ancak yıkımın ortasında filizlenen dayanışma, umudun hâlâ mümkün olduğunu gösterdi. Deprem sonrası Datça’ya yerleştirilen ailelerle birlikte geçirdiğimiz süreçte, özellikle çocuklarla kurduğumuz bağlar hem onların hem de bizlerin nasıl iyileşebileceğini yeniden hatırlattı.

Bu metin, geçmişin acılarına tanıklık ederken aynı zamanda geleceğe karşı duyarlılık ve dayanışma çağrısıdır: Görün. Duyun. Unutmayın.

Datça’daki gönüllülük çalışmaları, sadece temel ihtiyaçların karşılanmasıyla sınırlı kalmadı; yaşanan travmaların iyileşmesini de sağlamayı hedefledi. Deprem sonrası bölgeye gelen aileler için, profesyonel destek sunabilecek ve gönüllülerden oluşan gruplar hızla organize edildi. Belirli bir sistem kurulup yardımlar ve destekler sürekli bir devinim içinde koordine edildi. Bu süreçte herkes bir oldu, birlik oldu; kimi yerlerde fiziksel ihtiyaçlar karşılandı, kimi alanlarda ise psikolojik destek sunuldu.

Bir psikolog olarak bu süreçte nerede destek olabileceğimi düşündüm ve çocukların oyun odasında onlarla birebir vakit geçirmenin önemli olacağına karar verdim. İlk buluşmamıza adım atarken, onların oyun ve etkileşim yoluyla duygularını ifade etmelerine ve yaşadıkları zorlu süreci anlamlandırmalarına alan açmayı amaçladım.

Oyun odası, çocukların duygusal dünyasına açılan bir pencere gibiydi. İlk günlerde sessiz ve çekingen duran çocuklar, zamanla bize alıştıkça kendi hikâyelerini ve duygularını paylaşmaya başladılar. Oyunları sadece eğlenmek için değil, ardında taşıdığı anlamları görmek için oynadık.

Bazı sohbetler vardı ki, içimizde uzun süre yankı bıraktı:
“Sen kaç saat kaldın?”,
“Kimleri kaybettin?”

Bu cümleler, çocukların yaşadıklarıyla baş başa kaldıkları anlardan taşmış gibiydi. Bu tanıklık, onların yaşadıklarını nasıl hatırladığını ve belleğin artık yalnızca zamana değil, kayıplara göre şekillendiğini düşündürdü bana. Zaman, saatlerle değil, ayrılıklarla ölçülüyordu sanki.

Oyun odasında her gün karşılaştığımız duyguların ve acıların bir kesitini, gerçekliğini sizlerle paylaşmak istiyorum. Gördüğüm, hissettiğim ve tanıklık ettiğim bu acı yalnızca yaşanmış bir olay olmamalı; görülmeli, duyulmalı ve unutulmamalı.

Günlük rutin oyunlarımızdan birinde, 3 yaşındaki bir çocuk “Depreeem, deprem oluyor!” diye bağırdı ve travmasının somut halini sesli bir şekilde duyduk. O an, travması sanki cisimleşmişti; bir korku ve acı, kelimelere dökülüp oda boyunca yankılandı.

Çocuk, önce ellerini havaya kaldırıp hayali bir sarsıntıyı tarif edercesine kollarını ileri geri sallamaya başladı. Sonra eline geçirdiği oyuncakları hızla yere fırlattı; sanki 6 Şubat depreminin yıkımını yeniden yaşıyordu. Diğer çocuklara dönüp onları da davet etti; sanki yaşadığı korkuyu paylaşarak hafifletmeye çalışıyordu. Oyun matlarını yere serdi, ardından üstüne çıkıp hızla titretmeye başladı. Altına girip kendini gizlerken, matın altında sarsıntıyı yeniden canlandırıyordu.

Birkaç saniye içinde diğer çocuklar da onunla birlikte hareket etmeye başladılar. Matların altına saklanıyor, birbirlerine bağırarak “Deprem oluyor, hepimiz öleceğiz!” diye haykırıyorlardı.

O an, oyun odası sadece bir oyun alanı değil, bir travmanın dışavurum alanı olmuştu. Yavaşça çocuğun yanına yaklaştım. O kaotik ortamda bedenindeki küçük değişimleri fark ettim; nefesi düzensizdi, omuzları gergindi. Sesimi yumuşatarak, yanında olduğumu ve güvende olduğunu hissettirmeye çalıştım.

İlk başta duymadı; hâlâ kendi kurduğu tehlikeli dünyanın içindeydi. Ama sonra göz göze geldik. Bir anlık tereddütten sonra kollarıma atladı. Vücudundaki titremenin yavaşladığını, nefesinin düzene girdiğini, gözlerindeki korkunun yerini bir güven duygusunun aldığını hissettim.

O an, “güvendesin” demenin yalnızca bir cümle olmadığını; gerçekten bir bedene, bir zihne, bir kalbe nasıl iyileştirici bir etki yapabildiğini gördüm.

İyileşme bazen, birbirimizin acısına tanık olmakla başlar.
O gün, birbirimize güvenmek iyi geldi; acılarımızı paylaşmak, o yükü birlikte taşımamıza olanak verdi.

Oyun odasındaki kaos yavaş yavaş yerini bir sükûnete bıraktı. Çocuklar yorulmuş bir şekilde kendilerini yere bıraktılar. O an yalnızca bir oyun odasında değil, aynı zamanda bir kalpte yer eden derin izlerdeydik. Çocuklarla birlikte dağılan oyuncakları toplamaya başladık. Oyun odamızı, tıpkı yıkılmış bir evi yeniden inşa eder gibi baştan kurduk.

Bu oda artık sadece bir oyun alanı değil; travmaların ardından güveni ve umudu yeniden inşa etmeye çalıştığımız bir yerdi. Travmaların ardından güveni yeniden inşa etmek, sabır ve anlayışla ilerlemek, insan olmanın en anlamlı yollarından biri. O çocuklar, her biri farklı bir hikâye taşıyor olsalar da, hep birlikte bir iyileşme sürecine adım attık.

O oda, her birimizin iyileşmesini simgeliyordu.
İleriye doğru her adım, iyileşme ve umutla doluydu.