₺0,00

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Belediyesine ortak hemşehriler

Önceki yazıda, merkezi hükümetin yerel yönetimler üzerindeki baskılarının belediyelerin mali yapısını nasıl zora soktuğunu ve bunun emekçilerle ilişkileri nasıl etkilediğini ele almıştım. Kent yöneticilerinin zorlukları bahane ederek emekten yana olması gereken siyasi duruşlarından feragat etmemeleri gerektiğini savunmuş, geçmişteki benzer deneyimlerden ilham alınabileceğini hatırlatmıştım.

Kaldığım yerden devam edeyim. Başkanın eylemdeki emekçilerle dayanışma göstermesi kıymetli bir jest de olsa sorunun çözümüne bir katkısı yok çünkü maaş ödeyecek kaynak yaratma bakımından bir anlam taşımıyor. Oysa belediyelerin  mevcut krizi aşabilmek için acilen maddi kaynak yaratmaları gerekiyor. Peki ama nasıl?

Yine 1970’lere dönelim. O zamanki maddi sıkıntıların da bugünkülerden çok farklı olmadığından bahsetmiştik. Tam da o yüzden toplumcu belediyecilik olarak kavramsallaştırılan dönemin uygulama ilkelerinden biri de kaynak yaratıcı belediyecilikti. Pek bilinmez ama o zamanki vahim şartlara rağmen Ankara Belediyesi Türkiye’nin ilk metrosunun temelini 12 Eylül askeri darbesinden birkaç gün önce atmayı başarmıştı. Cuntanın tozlu raflara kaldırılan proje aynı güzergahta yıllar sonra hayata geçti. Şimdinin belediyelerinin bile altından kalkamadığı böylesi devasa yatırıma peki Ankara Belediyesi nasıl girişebilmişti? Vedat Dalokay’ın başlattığı, Ali Dinçer döneminde de sürdürülen yöntem, Sovyetler Birliği’ne bir takım tarımsal ve endüstriyel ürünler satarak karşılığında proje hazırlatılmasıydı. 1989’da Ankara Belediye Başkanı seçilen Murat Karayalçın da aynı proje için 500 milyon dolarlık tahvil ihraç ederek müthiş bir kaynak yaratmıştı. 

Günümüzde ise kaynak yaratmak deyince belediye yöneticilerinin aklına hemen gayrimenkul satışı geliyor ki satılacak varlıklar da artık çok azalmış durumda. Hal buyken, alternatif kaynak yaratma yöntemleri bulmak gibi bir zorunlulukla karşı karşıyalar. Bu sorunun tek bir çözümü yok elbette; sonuçta her kentin kendi gerçekliği, şartları ve imkanları var ama belediyelerin finansman süreçlerini gözden geçirip, çıkış yolu patikaları arayabiliriz. Patika diyorum çünkü kısa vadede işlevsel olacak hazır bir çıkış yolu bulmak pek mümkün gözükmüyor. Küçük adımlarla hem zaman içinde daha da anlamlı olabilecek mütevazi kaynak artışları, hem de belediyeler ve hemşehriler arasındaki ilişki ve dayanışmanın geliştirilmesi sağlanabilir.

Döngüsellikle Yaratılacak Katma Değer

İlk çıkış arayışı döngüsel yerel ekonomide aranabilir. Bununla alışverişlerin mümkün olduğunca yerel işletmlerle yapıldığı bir ekonomiyi kastediyorum. Çünkü bir kaynak bir kentte ne kadar kalır ve dolaşırsa o kadar katma değer yaratır. 

Yerel bir kafeden alınan bir sandviç, o sandviçin yerel fırından gelen ekmeği, ekmeğin yerel değirmenden alınmış unu, değirmenin çiftçiden alınmış yerli atalık buğdayı, o çiftçinin komşu mandırandan aldığı süt, o mandıracının yerel bir marangozda yaptırdığı sandalye, marangozun gelip aynı kafede yudumladığı çay… Görüyorsunuz para kaç yerel aktörin elinden geçip ne kadar katma değer yarattı.  Oysa o ilk sandviç uluslararası bir zincirin kentteki şubesinden alınsaydı, büyük çoğunluğu kent dışından tedarik edilen ürünlerle imal edilen sandviç için ödenen ücret kentte dolaşmayacak, yerel küçük üreticilere değmeyecek aynen kent dışına transfer edilecek, kimseye hayrı dokunmayacaktı.

Ekonominin kentte döngüselleşmesinin belediye gelirleri açısından da çok önemli bir boyutu var. Zira belediye gelirlerinin büyük ağırlığı (%40-60) merkezi hükümetin o kentte topladığı vergilerden (KDV, gelir vergisi, kurumlar vergisi vb.) alınan paydan oluşur.  Fakat ulusal markalar ve zincir mağazaların yerel şubelerinin vergileri büyük mükellefler vergi dairesince tahakkuk edilir. Bu dairenin tahsil ettiği vergiler de farklı bir hesaplama ile tüm kentlere nüfuslarına oranla dağıtılır. Başka bir deyişle büyük bir mükellefin şubesinde harcanan 1000 liranın belediyeye vergi payı katkısı yerel bir küçük esnafta harcanankine nazaran çok düşüktür. Demem o ki alışveriş ne kadar yerel firmalar, işletmelerle yapılırsa kente aktarılacak vergi payı o kadar yüksek olur. Döngüsel bir ekonominin teşviki dolayısıyla sadece yerel üretici ve esnafın değil belediyenin gelirlerinin de artması demektir

Şimdi geçen aylardaki boykot çağrılarını bu gözle tekrar düşündüğümüzde alışveriş yapmamayı değil, yerel, küçük işletmelerden alışveriş yapma kampanyalarının hem siyasi, hem de belediye maliyesi bakımından daha anlamlı olduğunu görebiliriz.

Destek İçin Vergi

Belediyelerin ikincil ana gelir kaynağı topladıkları vergi, harç ve resimlerden oluşur. Fakat belediyeler bu vergilerin peşine genelde çok da kararlı bir şekilde düşmez. Siyasilerimiz oy istedikleri ve/veya isteyecekleri seçmenlerden vergi istemeye pek heves etmez. Tüm hizmet ilan ve reklamlarının altına gururla adlarını yazmayı çok seven belediye başkanlarının isimlerine vergi ödeme hatırlatmalarında pek görmeyiz mesela. Ama bu zor zamanlarda belediyelerin öz gelirlerini daha yüksek vergi tahsilat oranları ile arttırmak için çaba sarf etmeleri gerektiği aşikar. Merkezi hükümetin “silkeleme” hamlelerine karşı halkın vergi ödemelerini daha titizlikle yapmasının bu müdahalelere karşı bir siyasi itiraz anlamı da barındıracağının altı çizilerek vergi ödeme konusunda hassasiyet kampanyaları düzenlenebilir.

Yapısal Alternatif: Kamu-Kamu Ortaklığı

Son olarak Türkiye’de örneğini duymadığım bir kamu-kamu ortaklık yöntemi üzerine düşünme daveti ile bitireyim. Yap-işlet, yap-işlet-devret gibi kamu-özel ortaklıklarına gittiğimiz şehir hastaneleri, geçtiğimiz yol ve köprülerden dolayı maalesef artık epey aşinayız. Fakat Avrupa’da uygulamasına rastladığım kamu-kamu ortaklıkları aynı mantığı, çok daha farklı bir kurguya taşıyor. İngilizcesi Public Citizen Partnership ama ben kamu-kamu demekten yanayım. Bu kamulardan ilki kurum olarak kamu yani tartışmamız açısından belediye, ikincisi de halk manasındaki kamuyu temsil ediyor. Belediye-halk ortaklığı da diyebiliriz.

Yöntem kamu kurumunun gelir getirici bir yatırımı gerçekleştirmek için kurduğu şirkete ya da kooperatife vatandaş ya da özel şirketlerin ortak olması şeklinde işliyor. Özellikle RES, GES gibi hem ekolojik, hem ekonomik getirisi olacak yapılar bu modelle kuruluyor. Böylece belediye belli yatırımlar için finansman sorununu halkla birlikte çözmüş, halk da kamusal fayda üretecek ama aynı zamanda orta-uzun vadede kendine gelir getirecek bir yatırımın ortağı olmuş oluyor. 

Bu ve benzeri deneyimlerden alınacak ilham ve biraz da yaratıcılık ve cesaretle kim bilir daha ne gelir getirici yöntemler geliştirilebilir. Belediye başkanlarının normal zamanlarda eski köye yeni adet getirmekten, daha önce denenmemiş pratiklere girişmekten çekindiğini biliyoruz. Ama içinden geçtiğimiz günlerde olduğu gibi olağanüstü dönemlerde biraz da risk almayı, denemelerde bulunmayı göz almak gerekiyor.

Böylesi çözümler belediyenin kaynak ihtiyacına mütevazi katkılar yapmaktan öte merkezi hükümetin olağanüstü müdahalelerine karşı hemşehrilerle müşterek bir politik direniş hattının kurulmasına hizmet edeceğinden de ayrıca kıymet taşıyacaktır. Böylelikle toplumsal muhalefet haftalık miting ve eylemlerin ötesinde daha yapısal bir mücadele zemine çekilmiş olabilir. Bu hat sadece mali çizgiden de ibaret kalmayabilir. Vatandaşların gönüllü emeği ile yapabileceklerine inandığım katkıyı da bir sonraki yazıya bırakayım.

Belediyeler kıskaçta: Emek mi, siyasi duruşlar mı silkeleniyor?