Televizyonun dadılık ettiği bir çocuk olarak çokça reklam seyretmiştim ve reklamlarda neden Türkiye’deki insanların genelini yansıtan kadınlar, erkekler ve çocukların yer almadığını merak ediyordum. Yirmili yaşlarımın başında Boğaziçi Üniversitesinde öğrenciyken sosyoloji dersi alınca sebeplerini anladım. Bugün de benzer sebeplerle, insanların “şuurlu Müslümanların” bulunduğu dizi ve filmleri merakla takip ettiklerini gözlemliyorum.
1980 sonrasında neoliberal dünya ekonomisine entegre olan Türkiye’de “şunu bunu satın alırsan mutlu olursun” düsturu hâkim olmaya başladı. Bu düsturu benimsemediğini iddia eden herkesi ciddi bir tıbbi operasyonu devlet hastanesinde mi yoksa ışıltılı bir özel hastanede mi yaptırmak isteyeceklerini düşünmeye davet ediyorum. Yani size devlet hastanesinde bir “hasta” olmak mı yoksa özel hastanede bir “müşteri” olmak mı cazip geliyor? “Müşteri” ürün ve hizmet satın alan kişi demektir.
Reklamlar yıllardır satın aldığımız ürünlerle olduğumuzdan başka birine, başka bir şeye dönüşeceğimizi vadediyor. Ve bu vaatte bizlere zımnen kabul ettirdiği bir şey var; satın aldığımız ürünlerle Türkiye’nin (İslam’ı da içeren) antropolojik kültüründen uzaklaşırız. Yüzde kaçımız hevesle satın aldığımız herhangi bir ürünle Anadolu’nun herhangi bir köyündeki bir kadına ya da adama yaklaşmış hissediyoruz? Diğer bir ifadeyle, yüzde kaçımız herhangi bir ürünü Anadolu’nun herhangi bir köyündeki bir kadına ya da adama yaklaşmış hissetmek için satın alıyoruz? Alışveriş yaparken kimlere benzemek istiyoruz?
Türkiye’de uzun bir süre boyunca başlıca sermayedarlar seküler gruplardı. AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş Hareketi Türkiye’nin 1960 ile 1980 yılları arasında uyguladığı İkameye Dayalı Sanayileşme politikası döneminde, devletin üst kademelerine erişimi olan ve Batı ile iş birliği içinde hareket eden İstanbul’un seküler, çok sektörlü sermayesine karşı burjuvazinin marjinalleştirilmiş İslamcı kesimini oluşturan Anadolu sanayicilerinin temsilcisiydi. Ancak 24 Ocak kararları olarak bilinen reformlar, 1980 yılında neoliberal bir piyasa ekonomisini yürürlüğe soktu ve AKP iki farklı toplumsal dışlanma biçimini — gelişmekte olan İslami burjuvaziyi ve yoksul kent yığınlarını —İslami dayanışma söyleminde birleştirdi (Bayırbağ 2013).
Seksenli ve doksanlı yıllarda Müslüman kimliğiyle siyaset ya da iş yapan gruplar ve köşe yazarları “ekonomi” ile “kültür” arasında bir yarılmaya işaret ediyor, seküler sermayedarları ve onların müşterilerini “Batı taklitçisi,” kendilerini ise halis Türk kültürünün temsilcisi sayıyorlardı. “Onlar” tüketim alışkanlıklarıyla Batılıları taklit ediyordu ama ne yaparlarsa yapsınlar Batılı filan olamazlardı. Buralı da olamadıkları için yerli ve milli kültürün tek temsilcileri ancak kendileri gibi Müslümanlar olabilirdi (Navaro-Yashin 2002). Aslında zımnen bunu hepimizin kabul ettiğini iddia edebilirim.
Burada bahsettiğim kültür daha önce Fikir Gazetesi’nde “Ülkücü Bıyığı Olan Ülkücü Bir Erkek Terapiste Gider misiniz?” başlıklı yazımda değindiğim antropolojik kültür. Tekrar değinmek gerekirse, sosyolog Besim Dellaloğlu, Raymond Williams’ın kültürün katmanlarına dair söylediklerinden yola çıkarak kültürü üçe ayırıyor; antropolojik kültür, müfredat ve maarif. Müfredat, Rönesans’tan beri Avrupa’da kamuya mal olmuş entelektüel birikimin tamamı. Yani klasikler olarak bildiğimiz tüm romanlar, tiyatro oyunları, operalar, sergiler, denemeler vs. Maarif, ulus-devlet inşa sürecinde gelişen modern okulun verdiği eğitim. Antropolojik kültür ise toplumun ortalama kültürüdür. Gündeliğini nasıl inşa ettiğidir.
“Sokaktaki adam/kadın” dediğimiz kişinin yemek yeme, tuvalete gitme, temizlik yapma estetiğini nasıl kurduğu, salonda nasıl oturduğu, tanımadığı insanla karşılaştığında nasıl selam verdiği, evden çıktığında karşılaştığı komşuya ne dediği ve benzeri birçok şey antropolojik kültürü oluşturan parçalardır. Kısacası, müfredat boyutunda kültürlü olmakla maarif boyutunda kültürlü olmak ve antropolojik boyutta kültürlü olmak başka başka anlamlara geliyor. Fakat antropolojik kültür her toplumda olduğu için yani her toplumun kendi has bir varoluş biçimi olduğu için bu boyutta hepimiz kültürlüyüz. Hepimiz bir kültürün içine doğuyoruz.
Türkiye’de siyasi iktidarın beslendiği kaynak, müfredat ya da maarif değil, toplumun ortalama kültürü. Yani antropolojik kültür. Dellaloğlu, halkın müfredat ve maariften beslenemediği tarihsel aşamalarda bu tür siyasetçilerin parladığını ama uzun vadede müfredat ve maarifte tökezlemeye sebep olacağını belirtiyor. O nedenle de toplumun ortalama kültüründen beslenen sağcılar güçlü siyasetçiler çıkarırken, solcular güçlü yazarlar, sinemacılar, sanatçılar çıkarabiliyor. Zira ancak sağcı olmayanların antropolojik kültürde hesaplaşacağı bir meselesi, bir derdi olabiliyor.
O nedenle, “nitelikli” üniversite dediniz mi sadece teknik bakımdan donanımlı olması yeterli olmuyor. Sosyal ve beşeri bilimler alanlarında yetişmiş akademisyenleri ne kadar antropolojik kültürü, tarihsel akış içinde değişime ve dönüşüme karşı “tutmaya” çalışmak yerine anlamlandırmaya çalışıyorsa üniversite de o kadar nitelikli oluyor. Aynı şey diğer araştırma kurumları için de geçerli. Aksi takdirde bu araştırmaları akademisyenlerin/araştırmacıların yürütmesinin bir anlamı olmazdı.
Aynı yazımda ifade ettiğim bir şeyi burada yine tekrar edeceğim: Karakterlerini karikatürize bulsam da izlemekten hoşlandığım Bir Başkadır dizisinde Defne Kayalır’ın canlandırdığı terapist Peri ile Öykü Karayel’in canlandırdığı danışan Meryem’i gördüğümüzde bizi onların doğru yerde oturduklarına inandıran neydi? Mesela neden Peri’yi danışan, Meryem’i de terapist olarak hayal etmedik de onları hemen kabul ettik? Bir cevabı şu: Kültürel hegemonyasını antropolojik kültür temelinde kuran siyasetçilerin sık sık dile getirmekte beis görmediği yüzde doksan bilmem kaçı Müslüman Türkiye’nin antropolojik kültürünü temsil eden kadın Peri değil, Meryem olduğu için. “İçimizden biri” dediğimiz kişi Peri değil, Meryem olduğu için. Zira o “iç” hepimizi içine alan bir “iç” değil. O yüzden yukarıda bahsettiğim antropolojik kültür temelinde kurulan kültürel hegemonyanın yüzü olmaya en yakın aday seküler bir askerin kızı gibi duran Peri değil, başörtülü bir kadın olan Meryem.
Cihan Tuğal’ın Pasif Devrim (2009) adıyla Türkçeleştirilen çalışması 1990’larda sistem karşıtı ve antikapitalist eğilimler taşıyan İslamcı hareketin, özellikle AKP iktidarıyla birlikte nasıl neoliberal düzene entegre edildiğini ve toplumsal değişim talebinin nasıl kapitalizm tarafından soğurulduğunu çok güzel bir şekilde aktarır. Peki, kapitalizm tarafından soğurulan İslamcı hareket bugün de “ekonomi” ile “kültür” arasında bir ayrım olduğundan şikâyet ediyor mu? Yoksa bu ayrımı bugün kendi yararına olacak şekilde yeniden mi inşa ediyor? Müşteri ile satıcı arasında perde işlevi gören marka imajını kaldırıp bizatihi markaların sahiplerinin kişisel yaşamlarına bakacak olursak cevap “evet” olur. “Evet,” kendi lehlerine olacak şekilde yeniden inşa ediyorlar. Zira hadisteki gibi rızkın onda dokuzu ticaretteyse, “idealize edilmiş” müşterilerin çoğu da Meryemlerde değil Perilerde. Zira tüketmek çoğunlukla seküler, dünyevi bir eylem. Bunu görmek için özellikle dünyaya açılmaya hevesli yerli ve milli markaların birçoğunun marka imajlarını incelemeniz yeterli.
Bu imajları ilişkilendireceğimiz kültür katmanı kesinlikle antropolojik kültür değil; kapitalizme daha çok yakışan müfredat ve maarif. Bu durumda, kültürel hegemonyasını antropolojik kültür temelinde kuran hükümetten beslenen sermayedarların önemli bir kısmı, kültürün müfredat ve maarif katmanlarına geçmek için çırpınan milyonlarca yetişkin kadının, erkeğin, gencin ve çocuğun hükümet tarafından antropolojik kültüre hapsedilmesini sessizce seyrederken bir yandan da “Batı taklitçileri” gibi tüketmelerini bekliyor. Yani ben bir vatandaş olarak antropolojik kültüre hapsedilirken tüketici olarak tarihsiz, sadece dünyevi ihtiyaçları ve arzuları olan bir varlık gibi hareket etmeliyim. Yani hak talep etmemeliyim ama arzu etmeliyim. Yani birey olmamalıyım ama tüketici olmalıyım. Üstelik marka imajından ötesini, mesela patronun ideolojik duruşunu hiç sorgulamamalıyım. Marka imajı yalnızca ardında İsraillilik olduğunda kandırıkçılık sayılmalı, öyle mi? Bu büyük bir çelişki değil mi?
Bu bağlamda, marka imajının ötesini birazcık sorgulayanlar en hafifinden “açık fikirli” olmamakla itham edilme riskini taşır. Fakat bir toplumda “açık fikirlilik” ya da “kapsayıcılık” hegemonik olan kültürel katmana göre belirlenir. Eğer yaşadığınız toplumda kültürel hegemonyasını antropolojik kültür temelinde kuran bir hükümet varsa “kapsayıcılık” ve “açık fikirlilik” ancak bu antropolojik kültürün dışında kalanları kapsamakla mümkün olur. Yani Anadolu’nun bir köyünün kolayca bağrına bastığı bir kişinin ihtiyaç duyacağı “açık fikirlilik” Türkiye’de değil, ABD’de veya Avrupa’da lazımdır. Ama Anadolu’nun bir köyünün görür görmez kaşlarını çattığı bir kişinin ihtiyaç duyacağı “açık fikirlilik” de Türkiye’de lazımdır. İroniktir ki antropolojik kültürle yatıp kalkan sermayedarların marka imajları antropolojik kültürle görülecek tek bir hesabı olmayan Anadolu köylüsünü sadece “organik” çağrışımlar yapmak için kullanır. Zira yukarıda başka cümlelerle ifade ettiğim gibi, bize sattıkları ve satabilecekleri şey, çokça sahip çıktıkları antropolojik kültür değil, bu kültürden arınmış bir hayat hayalidir. Bu bakımdan, aslında “alkolsüz mojito” satmak Türkiye’nin İslam, gelenek, modernite, Batılılaşma vb. ile içe içe geçmiş çelişkilerden oluşan gündelik hayatını temsil etmesi bakımından çikolatalı gofret satmaktan daha yereldir diyebiliriz –tıpkı Anadolu rock gibi. Ama bugünün sermayedarları bize “alkolsüz mojito”dan daha az çelişki satıyorlar diyemeyiz.