₺0,00

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Adil geçişin sofrası: Alejandro Colás ile kentler, emek ve gıda egemenliği üzerine

Birkbeck College’da Uluslararası İlişkiler profesörü Alejandro (Alex) Colás, gıdayı yalnızca iklim ve tedarik zinciri meselesi olarak değil, kentler, emek ve demokrasi mücadelesinin kalbi olarak okuyor. Bu söyleşide adil geçişi, kent lokantalarını, görünmeyen emeği ve gıda egemenliğini Londra–İstanbul hattında konuştuk.

Londra merkezli Birkbeck College’da Uluslararası İlişkiler profesörü olan Alejandro (Alex) Colás, uzun süredir gıda siyaseti, küresel yönetişim, emperyalizm ve enternasyonalizm üzerine çalışıyor. Bristol University’de Siyaset, London School of Economics’te (LSE) Uluslararası İlişkiler okuyan Colás, bugün Birkbeck’te International Security and Global Governance ile Food, Politics and Society yüksek lisans programlarını yürütüyor; derslerinde gıdayı güvenlik, demokrasi ve küresel siyaset tartışmalarıyla iç içe ele alıyor.

Makale ve kitaplarında korsanlıktan İspanya’nın teröre verdiği tepkilere, gıda sistemlerinden uluslararası yönetişime uzanan geniş bir alanda yazan Colás, gıda krizini sadece “karbon emisyonu” ya da “tedarik zinciri” başlıklarıyla sınırlamadan, iktidar ilişkileri, tanınma ve demokrasiyle birlikte okumayı öneriyor. Ona göre sofra, herkesin günde birkaç kez birebir temas ettiği için, adalet fikrini yeniden düşünmek açısından ayrıcalıklı bir siyasal alan.

Gıda sistemlerindeki adil geçiş, kentlerin demokratik kapasitesi, görünmeyen emek ve belediyelerin rolü üzerine Alejandro Colás ile konuştuk.

Gıda adaletini yeniden düşünmek

Gıda sistemlerindeki adil geçişin yalnızca emisyonları azaltmakla ilgili olmadığını, aynı zamanda iktidarın ve tanınmanın yeniden dağıtılmasıyla ilgili olduğunu savunuyorsunuz. Gıdayı, bugün adalet fikrini yeniden düşünmek açısından özgün ve vazgeçilmez bir alan haline getiren nedir? Ve bu alan, gıda egemenliği ve demokratik katılımın daha geniş gelenekleriyle nasıl ilişki kuruyor?

Gıda sistemi, hepimizin – umarım – günde iki ya da üç kez yemek yemesi nedeniyle başlı başına büyük bir siyasal arenadır. Gıda, hepimizin ilişki kurduğu, çoğu zaman kamusal biçimde deneyimlenen gündelik bir insani ihtiyaçtır; bu yüzden gıdadaki eşitsizlikler, daha örtük, çarpıtılmış ya da özel alanla sınırlı kalabilen diğer toplumsal adaletsizliklere kıyasla daha doğrudan ve görünür olma eğilimindedir.

FİKİR Dergisi’nin üçüncü sayısı çıktı: Gıda egemenliği şimdi: Ama nasıl?

Gıda sistemlerimizi karbondan arındırma hedefi, gıda adaletiyle yakından bağlantılıdır; çünkü mevcut kapitalist agro-endüstriyel rejim ihtiyaçla değil kârla güdülenmektedir ve bu nedenle hem üretim hem de tüketim alanlarında keskin toplumsal eşitsizlikleri çevresel yıkımla iç içe geçirir. Girdileri, emtia ticaretini, toptan ve perakende dağıtımı kontrol eden dar bir küresel agro-gıda şirketleri grubunun hissedarlarını ödüllendirmeye ve pazar payı kapmaya odaklandığı için, bu rejim aşırı bolluk ve israf üretir, biyolojik çeşitlilik kaybına yol açar ve küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 30’undan fazlasını yaratır.

Gıda zincirlerini sosyal ve çevresel açıdan duyarlı kamusal alımlar yoluyla düzenlemek; tedarikçi ve dağıtıcıların çeşitlendirilmesi ve yerelleştirilmesi; kentsel tarımın geliştirilmesi ve gıdayı yeniden yaşayan, müşterek ve keyifli bir günlük pratik olarak hayatımıza bağlayan diğer yapısal girişimler, gıda egemenliğinin yeniden dağıtımcı hedeflerini güçlendirebilir. Aynı zamanda yeme eylemine dair bu gündelik pratiğe daha fazla demokratik katılım ve denetim için yeni kanallar açabilir.

Kentler gıda demokrasisinin laboratuvarı mı?


Londra ve İstanbul gibi kentleri, gıda demokrasisini ilerletmek açısından neden başat arenalar olarak görüyorsunuz? Belediye ölçeği, ulusal ya da küresel politikaların çoğu zaman yapamadığı neyi mümkün kılıyor – ve kökleşmiş kurumsal ve yapısal güçle karşı karşıya gelindiğinde bu ölçeğin sınırları nerede beliriyor?

İstanbul ve Londra gibi şehirler, gıda demokrasisini ilerletme söz konusu olduğunda önemli olan hem siyasal yetkilere hem de demografik ağırlığa sahiptir. Batı geleneğinde demokrasi her zaman polis ve res publica (kamusal alan) ile ilişkilendirilmiştir; dolayısıyla Londra ve İstanbul gibi kentlerin, ciddi bir demokratik potansiyel sunan bir nüfus yoğunluğu, çeşitliliği ve yaratıcılığı taşıdığı yönünde basit ama önemli bir demografik gerçeklik var.

Ulaşım, kentsel planlama, kamu alımları, konut ya da eğitim gibi alanlarda belediyelerin taşıdığı sorumluluklar, gündelik gıda meseleleriyle kesişir. Örneğin Londra Belediye Başkanlığı’nın ilkokullarda evrensel ücretsiz okul yemeği uygulamasını hayata geçirmesi, kentin en kırılgan nüfus kesimlerinin gıda güvencesi üzerinde ve hane halklarının harcanabilir gelirleri üzerinde doğrudan bir etki yaratıyor.

Elbette büyük ulus-ötesi agro-gıda şirketlerinin yapısal gücünü kırmak ulusal, hatta çok taraflı müdahaleler gerektirir. Ancak belediye otoriteleri, örneğin kamusal alanda abur cubur reklamlarına sınırlama getirerek ya da planlama mevzuatını kullanarak çeşitli, ulaşılabilir ve besleyici gıda ortamlarına erişimi koruyup geliştirmek suretiyle, büyük süpermarket zincirlerinin tahakkümünde küçük de olsa gedikler açabilir. Sınırlı da olsa bu tür adımlar, tarım-işletme tekelinde en azından küçük bir çatlak yaratır ve demokratik müdahalenin nasıl görünebileceğine dair somut bir fikir sunar.

Görünmeyen emeği merkeze almak

Tarladan ve fabrikadan dağıtıma ve ev mutfaklarına kadar, kentsel gıda sistemlerini ayakta tutan emeğin büyük bir kısmı hâlâ değersizleştirilmiş durumda. Adil bir geçiş, çoğu kez cinsiyetlendirilmiş ve ırksallaştırılmış bu görünmez emek biçimlerini nasıl hesaba katmalı? Ve hangi kurumsal reformlar bu emekleri gıda politikasının merkezine yerleştirebilir?

Sınıf temelli sendikalarda işçi örgütlenmesi, her tür adil geçişin kilit unsurlarından biridir. Net-sıfır ve sürdürülebilir gıda sistemleri “iyi” işler – güvenceli, iyi ücretli, nitelik gerektiren ve anlamlı istihdam – yaratabilir ve yaratmalıdır.

Adil geçiş ile hane içindeki karşılıksız yeniden üretim emeği – akademik literatürde food work (gıda emeği) olarak anılan çalışmalar – arasındaki ilişkiyi ele almak ise daha güç bir meseledir. Hane içi gıda emeğini üstlenenlerin, eğer düşünüyorlarsa, adil geçişi nasıl ve ne ölçüde tahayyül ettiklerini aslında pek bilmiyoruz.

Yanıtın bir parçası, geri kalanımızın hâlihazırda bitki temelli, düşük israfla yürüyen bu bilgi birikiminden öğrenmesi ve bunu bir tür temel gelir ya da sübvansiyon aracılığıyla maddi olarak telafi ya da tanıma yoluna gitmesi olabilir. Başka bir yaklaşım da görünmezleştirilmiş hane emeğini okullarda, bakım evlerinde ve mahalle lokantaları üzerinden kamusallaştırmak; “özel” hane pratiklerinin en iyi yönlerini kamusal gıda sunumunun parçası haline getirmek olabilir.

Belediyeler, kurumlar ve adil geçişin sınırları

Belediye gıda stratejileri, kamu alımları, okul yemekleri ve topluluk mutfaklarına dayanıyor; ancak maliyet, ölçek ve şirket bağımlılığı açısından sık sık çelişkilerle karşılaşıyor. Bu politikaların hem toplumsal açıdan adil hem de demokratik açıdan meşru kalmasını güvence altına almak için nasıl bir yönetişim ve yeniden dağıtım çerçevesine ihtiyaç var?

Bu, bence özgül bağlama büyük dikkat gösterilmesini gerektiren bir soru; yani mevcut kurumların gıda demokrasisinin adil ve meşru biçimde hayata geçirilmesi hedefi doğrultusunda ne ölçüde seferber edilebileceği meselesi belirleyicidir.

Londra bağlamını daha iyi biliyorum ve oradaki temel mottolardan biri şu: “Tekrar üretmeyin, çoğaltmayın” (don’t duplicate). Gerek kamusal alanda gerekse sivil toplumda gıda demokrasisi ve gıda güvencesiyle ilgilenen pek çok örgüt ve yapı var; dolayısıyla mesele, yeni yönetişim formlarını sil baştan icat etmekten çok, bu dağınık enerjiyi tek bir yöne çekecek biçimde koordine edip azami hale getirebilmek.

Bununla birlikte, daha büyük kamu kurumları üzerinden kaynak yaratıp bunları doğrudan sahada çalışan, etkilenen toplulukları yakından tanıyan yerel aktörlere yeniden dağıtma ilkesinin yerinde olduğunu düşünüyorum. Anlamlı bir gıda demokrasisi, ölçekli biçimde kaynağa ve altyapıya ihtiyaç duyar; aşırı yerelleşmiş, parçalı projeler bunu nadiren sağlayabilir ve hatta farkında olmadan dışlayıcı ve/veya marjinal hale gelebilir.

Ayrıca belediye gıda stratejilerinin, özel piyasa modelinin toptan kaldırılıp yerine bir tür merkezi planlamanın geçirilmesi değil, derin biçimde yoğunlaşmış gıda sistemini çeşitlendirmek ve piyasanın karşılayamadığı toplumsal ihtiyaçlara yanıt vermekle ilgili olduğunu vurgulamanın da taktiksel bir değeri olduğuna inanıyorum.

Demokratik ve agroekolojik bir kentsel gıda sistemi mümkün mü?

İleriye dönük olarak düşündüğünüzde, gerçekten demokratik ve agroekolojik bir kentsel gıda sistemi pratikte nasıl görünebilir? “Adil geçiş”in bir politika sloganı olmaktan çıkıp kalıcı bir gerçekliğe dönüşmesi için hangi değerlerin, ittifakların ya da sivil kurumların ortaya çıkması gerekir?

Elbette elimde hazır bir şablon yok; ancak geçmişten ve çok yakın dönemden, böyle bir kentsel gıda sisteminin nasıl görünebileceğine dair ipuçları sunan pek çok örnek var.

İşçi Partisi döneminde Porto Alegre gibi Brezilya şehirlerinde, çevre kırsal alanlardan sürdürülebilir ve toplumsal açıdan adil ürünleri kamusal alım yoluyla temin etme deneyimi ilham verici örneklerden biridir. Zohran Mamdani’nin New York’ta belediye marketleri programı ya da İstanbul ve başka yerlerdeki kent lokantası uygulamaları, gündelik gıda üretim ve tüketiminin bazı boyutlarını metalaşma mantığının dışına çıkaran ve pilot uygulama olarak üzerinde durmaya değer kamusal kurum örnekleridir.

Bu tür girişimlerin destekçileri ve savunucularının, bunları gerçekten demokratik ve agroekolojik bir kentsel gıda sistemine ölçek büyüterek taşımanın ne kadar zor olduğunun fazlasıyla farkında olduğunu düşünüyorum. Ancak tam da bu gerçekçilikten, belediye kurumları, sivil toplum ve siyasal aktörler arasında, üzerinde konuştuğumuz kentsel gıda sisteminin tüm bileşenlerini – emek, düzenleme, tedarik, planlama, mahalle kooperatifleri vb. – birbirine bağlamaya başlayabilecek daha kalıcı koalisyonlar ortaya çıkabilir.

Bana göre çok güçlü bir başlangıç noktası, belediyelerin hâlihazırda yetki sahibi olduğu toptancı halleri, çalışan yemekhaneleri, okullar ve hastaneler gibi alanlardır. “Adil geçiş” ilkelerini kamusal gıda tüketiminin bu gündelik mekânlarına yerleştirelim; eğer başarılı olurlarsa, bin slogandan daha etkili, sahici birer “yerinde gerçeklik” olarak sıradanlaşır ve toplumsal bir “sağduyu” değerine kavuşurlar.

Tarım ve Gıda Krizi: Ne İstiyor Bu Çiftçiler?

Gündelik Hayat ve Kent Hakkı

Gıda egemenliği için küresel çağrı: Kökten dönüşüm, şimdi!

Siyasal Modernleşme ve Kent Hakkı

Etiketler: gıda egemenliği, gıda adaleti, adil geçiş, kentsel gıda sistemi, kentsel tarım, Alejandro Colás, Birkbeck College, gıda demokrasisi, kent lokantaları, belediye gıda politikaları, agroekoloji, Londra gıda stratejisi, İstanbul gıda siyaseti, görünmeyen emek, food work