Görsel:* Tulumbacı Bahriye. Çizen: S. Bozcali. Cumhuriyet 20 Kasım 1962
Toplu taşımada İstanbul’un kabadayılarıyla ilgili bir podcast dinlerken konu, o dönemin önce yeniçerilerinin, sonrasında da esaslı mahalle delikanlılarının erişebildiği meslek olan tulumbacılara geldi. Anlatıcı arada bir kadının da tulumbacı olduğundan bahsetti ve hızla geçti ama ben o an hızla telefonumun WhatsApp uygulamasını açıp kendime şöyle bir mesaj attım: Langalı Bahriye. Yüzümde gururla karışık bir gülümseme belirdi. “Ah” dedim, “böyle bir şey mi varmış”. “Biz de vardık” diyebileceğim bir kadın daha mı?
Tabii ki artık biliyoruz; tarih yalnızca erkeklerin hikâyeleriyle yazıldığı için bu örnekleri nadir sanıyoruz. Ama böyle hikâyeleri her duyduğumda içim kıpır kıpır oluyor. “Biz de hep vardık” duygusunu hissediyorum. Bu duygu hiç sıradanlaşmıyor; hep bir inandığını kendine tekrar tekrar kanıtlama hâli. Heyecanlanıyorum, bazı kavgalarım sakinliyor, umutlanıyorum.
İstanbul’un şimdi kötü restorasyonlarla ve kent suçlarıyla esamesinin okunmadığı ahşap evlerini yangından korumak için “yangın kolları” oluşturulmuş ve yöntemleri itibarıyla Tulumbacılar olarak anılan bir ekip 1700’lü yıllarda çalışmaya başlamış. Devletin kurduğu bu ekip yetmeyince mahalleli gençler bu işleri üstlenmiş ve bu görev, dönemin “delikanlılık sınavını” geçenlerin yaptığı, önemli de bir statü kazandıran bir iş hâline gelmiş. Her semtin tulumbacı ekibi o semti korur; diğer semtlerle düşmanlık yaşanır, rekabet kol gezer, zaman zaman amaçtan sapıp bir erkeklik şovuna dönüşürmüş. Öyle ki bazen yanan yer kül olana kadar birbirleriyle dövüşmekten müdahale edemezlermiş. Bu noktada, hala kadın itfaiyeci ekipleri kurulduğunda anılan ilk kadın itfaiyeci “Tulumbacı Bahriye” olarak biliniyor. O sektörün Şöför Nebahati olsa gerek.
Langalı Tulumbacı Bahriye kötü bir çocukluk geçirmiş: işçi bir baba, eski seks işçisi olduğu bilinen ve veremden kaybettiği annesi, bir de kabadayılığa heveslenmiş erkek kardeşi Bahri. Şiddet dolu, korunaksız bir hayatta kendi korumayı öğrenmek için çabalamış. Annesi seks işçisi olduğu için “hanımefendi” olarak yetiştirilmemiş; ne hâli varsa görsün denmiş ve o da kendini “eli maşalı” biri olarak savunmayı öğrenmiş. Bir tecavüzden kurtulma bir de denizde boğulan birini kurtarma hikayesinden söz ediliyor, cankurtaran madalyası almış, erkeklikle özdeşleştirilen tüm başarıları tarihte övülmüş de övülmüş.
İstanbul Ansiklopedisi’ndeki (Cilt 4, s.1863–1864) betimleme, Bahriye’nin yaşamının şöyle özetliyor:
“İkinci Abdülhamid devrinin ilk yıllarında yaşamış Lângalı bir mahalle karısıdır. Babası Ayyaş bir mesleksiz adamdı, zaman zaman yük arabası sürer, bahçe beller, badanacılık yapar, mevsiminde bir mangal tedarik edip kebap kestane satar, hiçbir iş bulamazsa çarşı boylarında dolaşır, hamallık ederdi; kendi rakı parası ile evinin ekmek parasını muhakkak çıkarırdı.
…
Konu komşu tarafından örtü altına konulduktan sonra dahi uzunca bir zaman, on yedi on sekiz yaşlarına kadar yangınlara koşmuştur. kavgacı, küfürbaz, eli sopalı bir kızı, fakat en zıpır delikanlılarla düşüp kalktığı, pervasizca konuştuğu halde namusuna leke sürdürmemişdi. Bir seferinde, mısır vermek behanesiyle kendisini bostana sokarak tecavüze yeltenen bir Arnavud bağçıvanı hastahânelik edinceye kadar döğdüğü meşhurdur. Büyüyüp serpildikçe güzelliştiği halde bir türlü koca bulamamış, bu eli sırıklı kızı en bıçkın delikanlılar almağa cesaret edememişlerdi.
Bahriye’nin öyküsü tanıdık bir öykü, özellikle Pandemi döneminde aşıyı üreten Özlem Türeci bir türlü kabul edilemediğinde bin yıldır aynı fikirle savaşmanın yorgunluğu vardı benim de üzerimde. “Yahu size ne yapalım, ne yapsak olur?” diye delirmelik zamanlardı. Hala tarihten matematikçi, uzay bilimcisi, iyi bir aşçı, erkekler kadar “başarılı” terzi kadın örnekleri ezberliyoruz bu argümanlara direnmek için. Bir de tarihin nasıl yazıldığını, kimler tarafından yazıldığını ve kendi tarihini yazmanının yükünü anlatıp dururuz hala. Bahriye’nin tarihini yazanlar da nasıl namusuna leke sürdürmediğini, evlenince nasıl uysallaştığını anlatıp durmuş. Bu bıkkınlıkla güldürdü beni sadece. Ben bir noktada sisteme uyumlanmak zorunda bırakılmasını hiç umursamadım çünkü başta söylediğim gibi, bana her defasında yeniden umut veren bu hikayelere ihtiyacımız var, başka gülümsemelerde kendimizin de hikaye olabilmesi için. Ama zaten ben Bahriyeyi ben bu yüzden sevdim bence. Bir çok kadının dönemsel de olsa çocukluğunda da gençliğinde de bir şeye işaret ediyor çünkü. “Erkek Fatma” denilen kendini savunmaya çalıştığı için ancak eril kodlarla tanımlanabilen birileri var işte. Ben de ağır şeyleri kaldırmaya hevesli, ev işleri kendisine söylendiğinde ağrına giden, iki abisinden farklı olmadığını kanıtlamaya çalışmaya çalışan bir çocuktum işte. Bir noktası hayal kırıklığı oluyor, memelerin görünmesin diye mahalle maçında gol attıktan sonra tişörtünü çıkarıp koşamıyorsun, kıyafetlerin değiştiriliyor, uyumlanıyosun, kendini bu kez de bilmediğin yeni bir gruba alıştırmaya çalışıyorsun. Toplumsal cinsiyet rolleri seni oradan oraya sallıyor. (Lubunyalıktan hiç bahsetmiyorum bile, o başka bir yazının konusu olsun 🙂)
Sonra 1 Mayıs’ta o erkek işçi figürünün yerine “kadın işi/erkek işi” ayrımına nanik yapanlar kadın işçi figürlü pankart sallandırınca, sendikacı erkeklere “eşleriniz nerede?” diye sloganlarla sataşınca yolunu buluyorsun işte. Bu da feminizmle tanıştığın an. İşte zorla evlendirilen, kapatılan, yangınlara koşması engellenen, intihar eden Bahriye için de iyi bir son mümkündü belki, bilemiyorum. Hep istedim ki araştırmaların bir yerinde tulumbacı bir kadın ekibi bulayım, bir mahalleyi savunan ve sadece kadınlardan oluşan bir ekip. Benim mutlu sonum buydu Bahriye için. Ama gücü de yetmemiş bu hikayedeki kahramanın işte.
Bu son beni çok üzdü, ama aynayı yüzüme tutmayı da becerdim sanırım. Her alanda erkekliğe verilen güçten, kuvvetten, özgüvenden, dik duruştan parça parça koparıp almaya çalışırken benim de tükendiğim anlar oldu çünkü, hala oluyor. Ama işte benim böyle her yangına koşan çok Bahriyem oldu feminist harekette. Direnciyle sokaklarda bağıran, danslar eden, hangi kırıklardan ışık saçtığını, hangi kalıplardan nefes nefese kaçtığını bildiğim ama akıp gittiğimiz bir sürü yol arkadaşım. Bu yoksulluğun, cinayetlerin, şiddetin, yok sayılmanın ortasında, her kendi hikâyemizi birlikte yazdığımız ve sonlarından huzur duyduğumuz bir dayanışmamız var.
Bahriye belki o tulumbacı ekibini kuramadı belki de Bahriye “abi ben kadınlarla anlaşamıyorum ya ben erkeklerle daha iyi anlaşıyorum” kızıydı, bunu bilemeyiz, ama biz, belki de hiç bilmeden Bahriye’nin hatırına, her yangına koşan bir grup “karı kuvvetleri”yiz.
Hadi gittim, 25 Kasım yürüyüşlerinde görüşmek üzere!
Yasın politikası, nefretin hukuku: Her gün yeniden başlayan varoluş mücadelesi
Türkiye’de Sosyal Dayanışma: Görünmez Emeği Görünür Kılan Ekonomi
Etiketler: Langalı Bahriye, tulumbacılar, kadın tarihi, feminist hareket, İstanbul, toplumsal cinsiyet rolleri, 25 Kasım, kadın mücadelesi, karı kuvvetleri
