₺0,00

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Prof. Dr. Ahmet Arslan: Halk da felsefeyle ilgileniyor, işte çıkış buradadır!

*Bu söyleşi ilk kez FİKİR Dergisi’nin 1 Mart 2025 tarihli ilk sayısında yayınlanmıştır.

Hayatın her alanında çıkış arıyoruz fakat tüm rotalarda temel eksiğimizin düşünme eylemi olduğunu bazen unutuyoruz. Hatırlamak için Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nün kurucu hocalarından Prof. Dr. Ahmet Arslan’ın kapısını çaldık. Çıkış yolu olarak insan aklını gösteren Arslan, felsefe konuşmalarının milyonlar tarafından izlendiğini söyledi, “Niye umutsuz olayım?” dedi.

Cem Karaca diyor ya, “Hayatta hiçbir şeyim az olmadı senin kadar, hiçbir şeyi istemedim seni istediğim kadar.” Prof. Dr. Ahmet Arslan’la içinde bulunduğumuz çıkmazlardan kurtulma arayışı üzerine söyleşmeye karar verdiğimde zihnimde durmadan kendini başa alan şarkı buydu. Fakat benim için özne, düşünmekti. Dünyanın yoksunluğunu çektiği tek şeydi yani.

Felsefe profesörü Ahmet Arslan’la sohbet etmekten korkmadım değil. Hatta anlatacaklarının bana ıstırap vereceğinden neredeyse emindim. Sonuçta ömrünü düşünmeye adamış bir insanla sohbet edecektim ve ben “Cehalet mutluluktur” klişesinin bir ucundan daima tutmuşumdur! “Düşünüyorum öyleyse varım” diyor ya Descartes. Sonuçta her insan düşünür mü bilmem? Her insan var mı, ondan da çok emin değilim! Ama çok az insanın ömrünü düşünmeye adadığına hiç şüphem yok!

Ağırlığını kaldırabilir miyim bu düşünen aklın anlatacaklarının, diye kaygılanırken Ahmet Arslan şöyle dedi: “Abartma! Ben altmış yıldır felsefe yapıyorum. Ve bugün bu ülkede felsefeyle ilgili kesim sadece akademisyenler ya da öğrenciler değil. Bir programım iki milyon dokuz yüz bin izlendiyse artık bu ülkede halkın da felsefeyle ilgilendiğini söyleyebiliriz. İşte çıkış buradadır!” Düşündüğüm gibi olmadı yani! Düşündüğümün çok daha fazlası ve güzeli oldu; umut verdi.

“Mutluluğun kaynağı akla uygun yaşamak”

Bunca mutsuzluğun içinde felsefe ne işe yarar, mutluluğun kaynağı olabilir mi? Sanki karşımda bir felsefeci değil de sihirbaz var ve bana mutluluğun iksirini verecek! Aslında vermedi desem yalan olur:

“Felsefe bir çabanın ürünüdür. Amacı, ne mutluluk yaratmaya çalışmaktır ne de insanı mutsuz etmektir. Esas amacı, yaşadığımız dünyayı, etrafımızda gördüğümüz şeyleri, toplumu, insanın kendisini, değerli birtakım konuları, kurumları anlamaya çalışmaktır. Ve o bilgiye yani o teoriye uygun olarak doğru bir pratik hayatı gerçekleştirmektir. Bunun temel amacını mutluluk diye alırsak o bilgiye uygun olarak doğru yaşamak, mutluluk sağladığı ölçüde, evet felsefenin amacı olur diyebiliriz.”

“Doğru yaşam nedir peki?” diye soruyorum. Sorunlarımızdan bizi kurtaracak cümleler bekliyorum. Ne felsefe ne de Ahmet Hocam bunu yapıyor tabii ki ama aklımızın sınırlarını zorluyor:

“Doğru yaşamak nedir veya felsefeyle doğru yaşamak arasındaki ilişki nedir? Bu, şimdiye kadar felsefenin belli başlı büyüklerinde veya istikametlerinde var olan bir şey. Nedir bizim yapımız, doğamız insan olarak? Neye ihtiyacımız var? Mesela insan beslenerek yaşayan bir varlık. Çok basit olarak ifade ediyorum; beslenmek insanı mutlu eder. Daha geniş düşünürsek sadece biyolojik değil, ahlaki tabiatımızı, sosyal tabiatımızı düşünürsek niye varız, nerede varız, doğamız ne, işlevimiz ne? Bunu yerine getirmek için yapmamız gereken ne? Bu kadar basit. Doğru yaşamak bu. Bizim doğamızda mutluluğu aramak var mı? İnsan mutluluk ister mi? Evet. Öyleyse mutluluğun ne olduğunu bilmek ve ona uygun yaşamak zorundayız. Her varlığın bir amacı, fonksiyonu var. Bu neyse bilip ona göre yaşamak durumundayız.”

Peki, sizin için mutluluk nedir, diye sorduğumda, “Cevabı benim için çok basit” diyor: “İnsan tabiatını bilgi, bilmek olarak alırım. İnsan doğasının esas özelliği düşünmesi, bilmesi yani aklıdır. İnsan akıllı, zihinsel bir varlıktır. Akla uygun yaşamak, insan hayatının hem anlamıdır hem amacıdır hem mutluluk kaynağıdır, her şey odur! Akla uygun yaşamak, aklımla yaşamak, ona uygun işler yapmaktır. Felsefe yapmak mesela, sanat, bilim yapmak. Ne yaparsak yapalım, istersen seks yap, hepsini akılla yapıyoruz. Akla uygun aktivite en fazla nerede varsa benim o hoşuma gidiyor. Düşünme hayatının insana en uygun, en layık, en soylu aktivite olduğunu düşünüyorum. Düşünmekten daha büyük mutluluk olabilir mi? Ne olabilir düşünmekten daha büyük mutluluk? Seks olabilir! Şaka etmiyorum.”

“Doğayı abartmayalım, yok da saymayalım”

Doğadan uzaklaştıkça kendimizden de uzaklaştığımızı hatta kaybolduğumuzu düşünüyordum. Bu konuda ne düşünüyordu acaba?

“Her zaman doğanın içindeyiz zaten, bedenimiz de doğanın bir parçası. Doğanın içinde olan ama değiştirdiğimiz ortamlarda yaşıyoruz. Çok doğal bir hayat, istenen bir hayat değildir. Maden ocağındaki madenci de fırtınalarla boğuşan balıkçı da doğal bir hayat yaşar. Doğal hayatın çok da romantize edilecek bir yanı yoktur. Eskiden çok daha doğal bir hayat yaşıyorduk ama çok daha sefil bir durumdaydık. Şimdi çok daha az doğal bir hayat yaşıyoruz ama rahatız. Ne sayesinde? Yapma sayesinde, sentez sayesinde, sanayi sayesinde. Yani doğayı abartmayalım ama yok da saymayalım. Beni en fazla ilgilendiren, kendi doğamdır, entelektüel doğam!”

Ahmet hocam doğayla ilişkimi de şöyle temelinden bir güzel salladı. Şehirden köye göçmek isteyen insan gibi hissettim kendimi. Hani köye giderler ama yanlarında şehirlerini de götürürler!

“Açık topluma izin verirsen mesele yok”

Gelelim memleket meselesine. Çıkar mı karanlıklar aydınlığa? Ahmet Hoca yine verdi umudu, açtırdı çiçekleri! Sanki bizim ülkede ileri değil de geriye akıyor gibi geliyordu bana zaman. “Çılgın olma!” dedi. Siz umutlu konuşuyorsunuz hocam, dedim ve su gibi bir cevap aldım:

“Yahu gayet tabii! Niye umutlu konuşmayayım? Niye umutsuz olayım? Okuma yazma oranına bak, eğitim görenlerin oranına bak, şehirler ve köyler arasındaki nüfusun oranına bak, basılan, çevrilen kitap sayılarına bak. Mesela Harari’nin kitabını Amerikalıyla aynı zamanda okuyorsun, bilemedin bir sene sonra. Türkiye’ye senede altmış milyon insan geliyor, Türkiye’den dünyaya yirmi milyon insan gidiyor. Sistemi kapatmazsan, açık toplumun varlığını sürdürmesine izin verirsen ki aksine imkân yok, mesele yok! Otuz, kırk sene evvelki bir insanın on, yirmi misli daha zengin bir iletişime sahipsin. Türkiye’nin meselesi çok basit. Çok ama çok ilkel bir yerden geliyor. Osmanlı devleti ve Müslüman toplumlar Orta Çağ boyunca yerinde saymış. Dünyadaki gelişmelerin hiçbirini takip edememiş. Orada her şey alt üst olurken çok dışında kalmışız. Geç Orta Çağ’dan bu yana yaklaşık beş yüz sene! 1900’lerde biraz tarihe girmeye başlamışız. 20. yüzyılda müthiş bir gelişme göstermişiz. Yani sıfırdan geliyoruz, kendi içinde bir birikim var ama onun modern dünyayla ilgisi yok.”

Biraz zaman vermek lazım, diyorum. “Zaten istesen de olacak be şekerim, istemesen de olacak” diyor. “Bir insan kolay değişir. Ben Urfa’daydım. Geldim, değiştim. Sen de öyle olabilirsin ama Urfa’nın, Urfalılığın kendisi kolay değişmez. Anladın mı?”

Anladım hocam. Hem de çok iyi anladım.

“Hayatı tekrar yaşama şansım olsa aynısını seçerdim” diyor. Hayatından, kendinden memnun bir insanla tanışmış olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Şimdi yine Cem Karaca dinliyorum ve sohbetin son cümleleri hafızamda dans ediyor!

Benim de -hayatımın uzlaşamadığım yanları olsa da- bütünsel olarak baktığımda fena bir hayat değildi aslında. Bazı senaryo hataları olsa da yine de fena değildi, diyorum.

“Bütün hayatlarda senaryo hataları vardır be evladım!”  diyor…

Sosyolog Prof. Dr. Neşe Özgen: “Artık hepimiz sınır insanlarıyız”

FİKİR Dergisi 3. Sayı