* Fotoğraf: Selin Alemdar
** Bu söyleşi ilk kez 1 Mart 2024’te FİKİR Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Bolu Kartalkaya yangınından sonra felaketleri engellemek için herkesi aktif yurttaşlığa davet eden, tedbir almayan tüm mekân ve kişileri sosyal medyada etiketleyerek ifşa etmeye çağıran psikolog ve yazar Gündüz Vassaf, “Nazi ölüm kamplarında yaşayanlar son ana kadar umudu kesmedi. Bizim ne hakkımız var umutsuz olmaya?” diyor.
Depremler, yangınlar, seller, tren kazaları, maden faciaları, bina göçükleri, fabrika kazaları, kadın ve çocuk cinayetleri… Felaketler, facialar ülkesine dönüşen Türkiye, eylem yapmaya çıkılan meydanların yerine sosyal medyayı koyuyor. Sonra herkes hayatına devam ediyor, sonra yeni bir felaket daha geliyor… Ocak ayında Bolu Kartalkaya’daki otel yangınının faciayla sonuçlanmasının ardından psikolog ve yazar Gündüz Vassaf ise sosyal medyada, “Onlarca önlenebilir facia. Yeter! Yangına dur diyorum!” isyanıyla aktif yurttaşlık çağrısında bulundu. “Yas ile infial arasında gidip gelirken” başka felaketler yaşamamak için “Yangına hazır mısın? Devlet yoksa ben varım” diyen Vassaf herkesi, yangın önlemi bulunmayan yerleri sosyal medyada etiketleyerek duyurmaya çağırıyor. “Aktif yurttaşlık koruyucu bir yurttaşlıksa en azılı diktatör bile medyun kalır ona” diyen Vassaf, bunun, iktidar-muhalefet seçmeni ayırmaksızın ulusal bir “Ben ne yapabilirim?” hareketi olduğunu belirtiyor. “Nazi kamplarında yaşayanlar son ana kadar umudu kesmedi, ancak şımarık çocuklar umutsuz olabilir” diyerek de umuda mecbur olduğumuzu vurguluyor.

“EN AZILI DİKTATÖR BİLE MEDYUN KALIR”
Neden aktif yurttaşlık çağrısında bulunma ihtiyacı hissettiniz?
Son yıllarda maden kazaları, tren kazaları, üniversitelerde olup bitenler, eğitimin neredeyse yok olması, ormanlara el konması, turizm nedenleriyle sahillere el konması… bir çırpınıştan diğer çırpınışa gidiyoruz. Sesimizi çıkarıyoruz. Bir gün, beş gün, on gün… Sade tepkiyle kalarak başka bir felaketin eşiğine sürükleniyoruz. Fasit daire, dolap beygiri gibi etrafında dönüyoruz felaketlerin. Kuyu ortamızda, her an o kuyuya düşebiliriz. Fakat bu tepki de gene sonuç alınamayacak davalarla, istifa çağrılarıyla, sürüncemede kalacaksa havanda su dövmeye devam etmiş olacağız. Acaba artık yurttaş sorumluluğunu biz üstlenebilir miyiz, diye kendimi yokladım, bu çağrıda bulundum.
Davalardan sonuç alınamayacağını mı düşünüyorsunuz?
Felaketler karşısında sanki “Hangimiz sanki daha çok haykıracak?” denen bir yarıştayız. Bu hesabı kendimizden soramazsak bu devran böyle devam edecek. Yani suçlu benim, sesimi çıkarmadığım için. Almanya’da Naziler, iktidara geldiğinde rahip Otto Müller bir açıklamada bulunmuştu: “Önce Yahudileri almaya geldiler, Yahudi değildim, sesimi çıkarmadım. Sendikacıları almaya geldiler, sendikacı değildim, sesimi çıkarmadım. Komşularımı almaya geldiler, ben değildim, sesimi çıkarmadım. Beni almaya geldiler, sesimi duyacak kimse kalmamıştı.” Şimdi biz de o durumdayız.
Aktif yurttaş nasıl olunur?
Alışık olduğumuz bir şey değil. Hele totaliter, yarı totaliter, otoriter toplumlarda hiç değil. Çocuklarımız için, işimiz için korkuyoruz. Herhangi bir asılsız ihbardan korkuyoruz. Bir şeyin üstüne gidersek hiç ait olmadığımız, hükümetin tehdit olarak gördüğü bir tarafla bağdaştırılırız diye korkuyoruz ve susmayı tercih ediyoruz. Fakat en otoriter, en totaliter hükümet bile böyle felaketler çıksın istemez. Bilakis bilinmesin isterler. Sovyetler Birliği’nde, Taşkent’te büyük bir deprem olmuştu. Parti emriyle basın, radyo susturuldu. “Halk, depremi duymasın. Bizim başarısızlığımız zannedilir” paranoyasıyla. Vatandaşın el uzatması en otoriter rejimlerin bile yararına çünkü daha büyük felaketleri engelleyebilir. Kartalkaya yangınında gördük; önlem alınmadığı için hükümet, “Eyvah, benim başıma patlayacak!” korkusu içinde. Aktif yurttaşlık koruyucu bir yurttaşlıksa en azılı diktatör bile medyun kalır ona.

“MESLEK ODALARI DENETLEMİŞ OLSAYDI…”
Bütün kamusal alanlarda hatta evlerimizde yangına hazırlık yoksa deşifre edelim, dediniz.
Bu çağrı tüm yurttaşları, en kaba tabiriyle kazaları engellemek için ihbarcı olmaya çağırıyor. Çocuğumuzun okulunda soracağız, sormaktan korkuyorsak çocuğumuzun orada yanmasını da peşinen kabul etmiş oluyoruz. Kabul etmiyorsak yangın tertibatını soruşturacağız. Gerekli, yeterli bulmuyorsak okulun adıyla, fotoğrafıyla sosyal medyaya koyacağız. Valiye, kaymakama, belediye başkanına, itfaiye müdürüne, basına yollayacağız…
Çağrınız sosyal medyaya da aktiflik kazandıracak belki.
Evet, bağırıp çağırmaktan, protesto etmekten, yürümekten o kadar dayak yedik, o kadar yorulduk ki bu başka türlü bir çağrı. Bunun kadar basit, risksiz ve kolay sonuca ulaşacak bir eylem biçimi olamaz.
Bunlar gözle görülür eksiklikler. Ama deprem, hızlı tren, madenler gibi konulardaki eksikleri tespit etmeye gücümüz nasıl yetebilir?
Onlar odalara ve sendikalara kalıyor daha çok. Mesela Tabip Odası, hastanelerdeki yangın tüplerinin, alet edevatın, ilaçları gönüllü komiteleriyle kontrol edebilir. Belki edebiliyor olsaydı hastaların, çocukların öldürülmesi faciası yaşanmazdı. İş güvenliği açısından mühendis ve mimarlar odaları gönüllü komiteler oluşturarak denetleyebilir. Muhalefet partisi -Halk Partisi, adını da veriyorum- her zamanki gibi birbirini yemekle meşgul. Normal bir muhalefet partisi olsa gölge kabine kurar, bakanların kâbusu olur. Yok böyle bir örgütlenme.
Denetim yetkisi Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin (TMMOB) elinden alınmamış olsaydı bu felaketleri yaşar mıydık?
Katılıyorum. Bu çorap söküğü gibi gider. Sonuç aldığımızı görebilirsek sonu yok bunun. O zaman TMMOB, kaybettiği yetkilerin peşinde, arkasında Türkiye’yi de bulur.
Toplumda atalet, duyarsızlaşma görüyor musunuz?
Görüyoruz ama “Bunu hak etmiyoruz” duygusunu da görüyorum. Yürekler çırpınıyor, bunu da görüyorum. Dengeyi, “Biz bir şey yapabiliriz”e götürmek lazım. Önce “Ben ne yapabilirim?” diye kendimize sormamız lazım. Savcıdan, hâkimden, polisten, itfaiye müdüründen, öğretmenden, bekliyoruz. Tüketim patolojisinde orta sınıflar bilinçli müşteri oldu, dükkândan hesap soruyor. Madem kapitalizmin tüketici bilincine sahip olmaya başladık, kendimize bu devletin müşterisi diye de bakabiliriz. Hem müşterisiyiz hem sahibiyiz çünkü vergi de ödüyoruz.

“BEN NE YAPABİLİRİM?” HAREKETİ
Aslında “Ne Yapabilirim?” kitabınızda da değişimin, kişiden başlayacağını yazmıştınız. Çıkış umudunuz var mı?
Kimse intihar etmiyorsa umutsuz olmaya hakkı yok. Yaşıyorsam, yarını görmek istiyorum. Onun için de umutlu olmaya mecburum. Temerküz kamplarında, Almanya’nın Nazilerin ölüm kamplarında yaşayanlar, ranzadaki arkadaşı bir saat önce gaz odalarına gitmesine rağmen son ana kadar umudu kesmedi. Bizim ne hakkımız var umutsuz olmaya? Ancak şımarık çocuklar umutsuz olabilir. Biz de çok şımardık, çok bencilleştik. Şikâyetlerimizle bencilleştik. Ah bu felaket benim başıma gelecek miydi? Tabii ki gelecek, dünyada felaketler de sıradan. Önemli olan bizim ona nasıl tepki gösterdiğimiz. Yoksa “Burası Türkiye, oluyor böyle şeyler”, şımarık bir çocuğun tepkisi.
Los Angeles yangını ile karşılaştırıldı Kartalkaya yangını, bu karşılaştırmaları nasıl buluyorsunuz?
“Kimin acısı daha büyüktü?” karşılaştırmaları anlamsız. Önceki felaketle şimdiki arasında tedbir aldık mı almadık mı? Kendimizi karşılaştırabiliriz ancak. Halk Partisi’nin 30-40 yıllık İnönü döneminde, Demokrat Parti iktidarında, ‘60’lardaki askeri yönetimde vesaire, bu kadar inşaat çökmüyordu, bu kadar çok maden göçüğü yoktu. Belki bunu da karşılaştırmak lazım.
6 Şubat depremlerinde de yakın zaman önce yapılan lüks binaların çöktüğünü gördük.
Ama maalesef bu gözle bakılmıyor. Son 50-60 yılda çok güzel, büyük alışveriş merkezleri oldu, yeni havaalanları açıldı. Oy verenler bunları görüyor. Geçmişle günü sade ideoloji olarak karşılaştırıyorlar. Hükümetlerin devlete, vatandaşa borcunu ödemesiyle, işine sahip çıkmasıyla değil. Böyle bakarsak hükümetlerin iflas halinde olduğunu görüyoruz.
Instagram’da çağrı metninizin altına, “Cumhuriyet gerçekten halkın kendi kendini yönetme biçimiymiş” diye bir yorum yazılmış. Vatandaş kendini sahipsiz mi hissediyor?
O zaman o kendisini vatandaş gibi hissetmiyor, kul gibi hissediyor. Devletin kulu gibi hissediyor. Padişahlıktan kalma duygular. Vatandaş, hesap sorandır.
Tabii devamına bakmak lazım.
Süreklilik, süreklilik, süreklilik. “Yangına dur diyorum” hareketi, “Devlet ne yapmadı?” hareketi değil. İktidar partisine oy verenlerle vermeyenleri karşı karşıya getiren bir hareket değil; “Ben ne yapabilirim?” hareketi. İktidar partisine oy veren de içinde olabilmeli, vermeyen de. Bunu muhalefet hareketi olarak dile getirirsek Türkiye’deki bölünmeye katkıda bulunmuş oluruz. Bu bir ulusal hareket, yurttaşlık hareketi.
“ÇÖKEN DÜZENDE OTORİTER REJİMLER YÜKSELİR”
Pek çok ülkede sağ partiler yükselişte. Bunu neye bağlıyorsunuz? Dünyada totalitarizme gidiş var mı?
Yirmi yıl önce kapitalist kelimesini sade solcular kullanırdı. Bugün kapitalistler daha çok kullanıyor. Krizi gördükleri için. Çivisi çıkan bir dünyada en kolay şey, kendimizi güvende hissettiğimiz eski ortamları aramak. Yani geçmişin küllerinde kıvılcım aramak. O kıvılcım da otoriter, bayrak sallanan rejim çünkü otoriter rejimler bayrak sallar. İnsanlar da o bayrağı sevmeye şartlandırılmıştır, çocukları savaşlarda o bayrak için ölmüştür. Çöken bir düzende bayrak sağlayanın çekim gücü daha kuvvetli olur. Keza binlerce yıl Tanrı’ya sığınmışız. Şimdi kim Tanrı lafını daha çok kullanıyorsa ona daha çok sığınmak istiyoruz. Çöken düzende bayrakçı, dinci, ırkçı, “öteki”yi dışlayan rejimlerin ortaya çıkması kaçınılmaz. Fakat bu kaçınılmazlık kötüye gidişin değil, düzenin çöküşünün, iflasının ifadesi.
OĞLU, MEKTUPLARINI İLK KEZ KİTAPTA OKUYACAK
Yeni kitap çalışmanız var mı?
Oğlumuzun annesi hamileyken bana, hissettiklerini anlatıyor. Çocuk doğacak olursa o da bilsin istedim, annesinin yaşadıklarını, mektuplar yazmaya başladım. Kendimi azıcık da baba olmaya alıştırma gayretiydi belki. Otuz altı yıldır o mektuplara bakmadım. Geçenlerde yayınevine söyledim. Bu kitap olmalı, dediler. Şimdi onlar basılacak. Oğlumuza ve annesine danışarak tabii.
Neler yazmışsınız?
Sadece annenin ve babanın yaşadıkları, hissettikleriyle ilgili. Yoksa şurada seçimler oldu, burada kazalar oldu, borsa yükseldi filan dış dünyayla ilgisi sıfır. Benim edebiyat anlayışımın tam tersine bir şey bu. Fakat çocuk, annesinin yaşadıklarını bilsin diye yazılan mektuplardı yani edebiyat olsun diye değil. Yoksa günü kahramanın yaşantısına yansıtmayan edebiyat, bence tasvip edilir bir edebiyat değil. Bozacının hayatı dramatik olabilir, heyecanlı olabilir. Ama onun sabah gazetede ne okuduğunu, kahvede ne tartışıldığını bilmiyorsam, dış dünyasını bilmiyorsam o roman ancak basit bir eğlence biçimidir ve uyuşturucudur.
Bunu, Orhan Pamuk’un romanı “Kafamda Bir Tuhaflık” için mi söylüyorsunuz?
Bozacı olması şart değil. Âşık da olabilir, balıkçı da…
*Duygu Özsüphandağ Yayman’ın FİKİR Dergisi’nin ilk sayısında “Ancak şımarık çocuklar umutsuz olabilir” başlığıyla yayınlanan Gündüz Vassaf röportajı, Türkiye Psikiyatri Derneği tarafından 2025 yılı en iyi röportaj ödülüne değer bulundu.
Gündüz Vassaf: “Seçimlerimizde Özgür Olmanın Yolu, Tüketim Patolojisinden Kurtulmak”
Gündüz Vassaf: “Türümüzün Tarihinde Ruhen En Hasta Olduğu Noktadayız”
