Yazar, psikolog Gündüz Vassaf’ın kitaplarını okuyanlar, söyleşilerini dinleyenler bilir; yazılarında ele aldığı kavramları, mekânları, insanları hikâyelerle, masallarla, yeni fikirlerle genişletir. Sizi dünyanın bir ucundan alır, öteki ucuna taşır. Tarihin kuytularında dolaştırırken bir bakarsınız konu, günümüzün sorunlarına bağlanmış. Vassaf belirli bir konunun çevresine alternatif dünya haritaları çizmiştir ve finalde, baştaki kavrama geri dönmüştür ama siz artık yazının başındaki okur değilsinizdir.
İşte böyle bir söyleşi yapmak istedim Gündüz Vassaf’la. Kitaplarını okuyormuşuz gibi olsun; düşünceden düşünceye savrulmuşuz, gündelik meselelere aykırı fikirlerle bakmışız, onlarca yeni şey öğrenmişiz, ufkumuzu zenginleştirmiş, görüşümüzü keskinleştirmişiz…
Kitapları neler mi? Eksik bırakmamış olmayı umarak ve sıralı olarak: “Cehenneme Övgü”, “Cennetin Dibi”, “Annem Belkıs”, “Gençliğimin Kayıp Yılları: 40 Yıl Önce 40 Yıl Sonra”, “Tarihi Yargılıyorum”, “Türkiye Sen Kimsin?”, “Leventnâme”, “Kimliğimi Kaybettim Hükümsüzdür”, “Mostari-Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü”, “Medeniyet Kültür Sanat”, “İstanbul’da Kedi”, “Boğaziçi’nde Balık”, “Mehmet’in Babası Nâzım”, “Ne Yapabilirim-Geleceğe Kartpostallar”, “Yol Arkadaşım: Havaalanı Yazıları”, “Sınırsız” ve (ilk romanı) “Ressamın İsyanı”.
10 yıl önce çıkardığı ve yeni baskıları yapılan kitaplarıyla başladığımız söyleşimiz, Vassaf’ın geniş bakış açısından hayli yararlanmış görünüyor. Yayıncılık dünyasından seçimlerin aslında özgürlüğümüzü elimizden almasına, özgürlüğü bulma yollarına, psikolojiye, insanın spiritüel kavramlardan ne beklediğine, savaşlara, sokak köpekleri meselesine, son kitaplarına kadar pek çok konuyu konuştuk. Kitaplarını bir türle sınırlandırmayacak, kendisine sorulan sorularda şıkların dışına taşıp kendi şıkkını yaratacak kadar kalıpların dışında bir yazar olan Vassaf, seçim kavramının, taşıdığı özgür tınıya karşın bizi aslında nasıl da esir kıldığını anlattı. Bize dayatılanları seçiyormuşuz gibi davranmamızın çaresinin tüketim patolojisinden kurtulmak olduğunu, bunu da ancak değişerek ve soru sorarak yapabileceğimizi söyledi. Dünyada siyasi seçimlerin de anlamının kalmadığını, sağ ve sol partilerin çöktüğünü belirten Vassaf, seçmenlerin din, ulus, bayrak gibi kavramlara yöneldiğini çünkü geçmişte güven aradıklarını vurguladı.
Söyleşimizi size aktarırken onun yazılarındaki -kendisi deneme demeyi pek sevmese de- denemelerindeki dil ve anlatım lezzetini konuşma dilinde de korumaya çalıştım.
Geniş spektrumlu söyleşimizi iki bölüm hâlinde sunuyoruz: Devamını gelecek haftaki sayımızda bulabilirsiniz.
“BOĞAZİÇİ’NDE BALIK VE İSTANBUL’DA KEDİ DIŞINDAKİ HİÇBİR KİTABIM ‘KİTAP YAZAYIM’ DİYE BAŞLAMADI”
“İstanbul’da Kedi” ve “Boğaziçi’nde Balık” kitaplarınızın İletişim Yayınlarından yeni baskıları yapıldı. Aslında bunlar, 10 yıl önce Yapı Kredi Yayınları (YKY) tarafından yayımlanmıştı. Tekrar baskıları nasıl gündeme geldi?
Uzun bir hikâye. Türkiye’de yayıncı-yazar ilişkisine bir dipnot belki, şimdi söyleyeceklerim. Birçok yazarın, yayıneviyle ilişkisinde mağdur olduğunu biliyorum fakat yayınevinin yazarından mağdur olduğu pek duyulmuş şey değil. Bu iki kitabı YKY bastı. Çok görsel var. Birçok ülkenin sanatçılarından ve tarihte sanat örneklerinden kedi ve balık görselleri. Fakat YKY; bu görsellerin telif haklarını alacak elemanımız işten ayrıldı, bunu lütfen siz yapabilir misiniz, dedi. Ben pek bilmiyorum, eşim sanat tarihçisi ve kitaplarında çok görsel olduğu için onun tecrübesi var. Onu da Cambridge ve Oxford yayınevleri yapıyor fakat eşim titiz olduğu için takip ediyor. Benim adıma eşim yaptı. Telifler alındı. YKY, parasını da sizin ödemeniz gerekli, dedi; ödedik. Kısa zamanda kitapların ikinci baskısı gündeme geldi. Biz telif haklarını birinci baskı için ödemiştik. YKY, bu yazışmaları tekrar siz yapın, dedi. Hâlbuki artık eleman almışlardı. Parayı da tekrar siz ödeyin, dedi. Bunu doğru bulmadım. Yayınevinin sahibi Ömer Koç’a mektup yazdım, YKY’ye sahip çıktı. Bunun üzerine ben de kitapları geri çektim. Söz konusu para da 800 euro civarında.
Diğer deneme kitaplarınız da İletişim’den çıkmıştı. Bu kitaplar için İletişim mi teklif getirdi?
Hayır, ben rica ettim İletişim’e.
Nasıl bir fikirle doğmuştu bu kitaplar?
Benim açımdan çok çok iyi bir soru. Öbür kitapların hiçbiri kitap yazayım diye başlamadı. Arkadaşım, ressam Argun Okumuşoğlu, Boğaz balıkları üzerine resimler yaptı. Büyük büyük… Bana, bunlar için yazı yazar mısın, dedi. Resim altı gibi üç beş şey yazacağımı zannettim fakat aldı başını gitti, balık kitabı oldu. Sonra yayınevi-yazar ilişkisiyle tabii ki İletişim’e yolladım. Çok sevdiğim bir yayınevi; ilkeleri, ölçüsü, yazarlarına ve kitaplarına sevgisi belli. Fakat bir talihsizlik; yayınevi içi yazışmanın mektubu bana geldi yanlışlıkla. Okuyan birisi hiç beğenmemiş; Gündüz daha bunu okusun, çalışsın, düzeltsin, diyor. Olabilir. Çünkü yayınevi kendisine verilen yazarı basmaya mecbur değil. Hatta onu iyi bir yayınevi yapan da budur. Fakat benim de hevesim kaçtı, kendime güvenim gitti. Aradan aylar geçmişti, arkadaşım Raşit Çavaş o zaman YKY’nin başındaydı. Raşit’e sordum. Bakmak ister misin, elimde bir metin var. Nasıl bir metin? Hemen okudu. O öyledir, hemen yapar, müthiş çalışkan. Çok güzel bir kitap, deneme böyle olmalı, diye moralimi düzeltti. Dört beş ay geçti, Raşit’le karşılaştık, o kitabı bize vermeyecek misin, dedi. Benim moralimin düzelmesi yetmişti. Raşit bastı. Balıklar beni kesmedi, bir de kedi hikâyesi yazayım, dedim. Baktım o da aldı başını gitti, okumalar başladı. ‘Dünya tarihinde kedi’ derken ikinci kitap da oldu.
“YAYINEVLERİ, PIRILTI GÖRDÜĞÜ YAZARLAR İÇİN RİSK ALMALI”
Gündüz Vassaf’ın bile kitap dosyası reddediliyorsa biz moralimizi bozmayalım.
Yo, olabilir, onu kabul etmek hatta sevinmek lazım. Azıcık kamçı oluyor, daha iyi yazabilirim, neyi yanlış yaptım, diye. Ama yayınevleri de maalesef giderek, pazar sorunu nedeniyle iyi satacak kitapları basıyor, yani sadece kendini döndürecek kitapları değil. Birçok kitap kendisini döndürebiliyor, yayınevine zarar olmuyor, büyük bir kâr da olmuyor ama edebiyat dünyasını zenginleştiriyor. Çoğu yayınevi ondan kaçmaya başladı. Daha çok kazanayım, daha az kitap basayım ama iyi satacak kitap basayım, diye. Hâlbuki bu olmamalı. Bir yılda 50-100 kitap basıyorsa kimsenin basmayacağı üç beş kitap için özellikle genç yazarlarda, hiç kitabı basılmamış yazarlarda pırıltı görüyorsa o riski göze alabilmeli. Tarihten de biliyoruz ki yayınevinin risk diye göze aldığı kitap sonuçta Nobel ödülü almış.
Yani yayınevleri iyi metni değil de daha çok hangisi satar, kitlenin düzeyine ne uygundur, bunu esas alıyor.
Ve bunu yaparak kitleye hakaret ediyor. Kitlenin istediği budur diye düşünerek beğeni düzeyini, takdir düzeyini düşürüyor. Kitle her şeye açık. Öyle olduğunu modalardan biliyoruz.
“SEÇENEKLER DIŞINDA DÜŞÜNMEYİ UNUTTUK”
İletişim Yayınlarının X hesabında paylaşılan tanıtım videosunda size sormuşlar; “İstanbul’da kedi mi olmak isterdiniz, Boğaziçi’nde balık mı?” “Hiç hoşlanmam şıklardan” deyip “Kuş olmak isterdim” diyorsunuz. Bu kısacık video bizi bir sürü soruya götürüyor. Dayatılan yanıtlardan birini seçmiyorsunuz. Zaten seçimlere eleştirel yaklaşıyorsunuz. “Cehenneme Övgü” kitabınızda “Seçmeme Özgürlüğü” diye bir denemeniz var. Hayatımızda her yerde şıklar var. Siyasette seçimlerle, eğitimde sınavlarla… Seçim kötü bir şey midir?
Buradan da bir kitap çıkar. Şöyle başlayayım. Sizi dinlerken aklıma birkaç şey geldi. Fabrikalar tarak yapıyor. Kapitalizmin fikir babası Adam Smith diyor ki: “Bir tane tarak yok, fabrikalar mavisini, pembesini, yeşilini, sapı şöyle olanı yapmaya başladı. Ne lüzumsuz bir tüketim, bencilce tüketim.” Fakat sonra diyor ki, “Bu tarakların hepsi hatta daha farklı olanları gerekir çünkü ne kadar çok üretim olursa o kadar çok tüketici olacak. Bir kişi beş tane tarak satın alacak, ekonomi dönecek.” Ülkelerin büyümesi ne kadar mal döndüğüyle ölçülüyor; ona ihtiyacımız olup olmadığıyla, o malın zehirli olup olmadığıyla değil. Kapitalizm, reklamlarıyla da lüzumsuz eşyaları daha çok tüketmemize neden olarak bizi zorluyor. Onun için kapitalizmde seçim kaçınılmaz çünkü seçimi bize, “Senin seçme özgürlüğün var.” diye tanıtıyor. “Bak senin için ne kadar uğraşıyorum, sevdiğin bir şeyi yapmak için.” diye bizi kandırıyor.
(Fotoğraf: Ozan Acıdere)
Siyasete gelince gene aynı şey. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan bir düzen vardı. Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, Uluslararası Adalet Mahkemesi bir düzen kurdular. Mahkemeye gitme seçimimiz var, oy verme seçimimiz var. Fakat son 10-15 yılda o da bitti. Düzen çöktü, “Oy ver, rahvan gitsin” düzeni. Seçimlerin de anlamının kalmadığını, sağ ve sol laflarının kullanıldığını fakat o partilerin de çöktüğünü her ülkede görüyoruz. Çöken sistemde eskilerden medet uman yani dinden, ulusun tarihinden, ülkemizin şanından medet uman seçmenler popülist liderlere oy vermeye başladı. Çünkü geçmişte güven arıyorlar. Ülkesinin bayrağının güçlü olmasında, dine dönmekte güven arıyorlar. O da bir seçim değil; bayrağa kaçış, dine kaçış. Trende bir arkadaşım, 7-8 yaşlarındaki oğlu ve bir de lise felsefe hocası bir kompartımanda yolculuk ediyor. Çocukla sohbete koyuluyorlar. Çocuk harika, cevaplar müthiş, adam çok etkileniyor. Soruyor, evlâdım hayatın sırrı nedir? Çocuk hemen, seçenekleri söyle amca, diyor. Çünkü seçeneklere alıştık, onlar dışında düşünmeyi unuttuk.
Aslında seçiyormuş gibi mi yapıyoruz?
Kesinlikle seçiyormuş gibi hissettiriyorlar kendimizi. “Senin seçme hakkın var, kendi kaderini, ülkenin kaderini, dünyanın kaderini belirliyorsun.” diyorlar, inanıyoruz. Öyle olmadığını da biliyoruz. Öyleymiş gibi o kandırılmayı yaşıyoruz.
“ÖZGÜRLÜK İÇİN SORU SORMAMIZ GEREKİYOR”
Nedir bunun çaresi?
Çok basit cevap, çok zor cevap: ahlak. Küresel vatandaş olmamız, dünyayı düşünmemiz… Seçtiğimiz her şeyle dünyayı tüketiyoruz, dünyanın sonunu getiriyoruz, iklim krizini yaratıyoruz. Her otomobile bindiğimizde, her elektriği yaktığımızda… Tüketim patolojimizden vazgeçmemiz lâzım. Nasıl vazgeçeceğiz? Kendi kararımızla. Onu yapamıyoruz, afyon müptelası gibi parçasıyız bu hikâyenin. Daha çok konuşarak, birbirimizi daha çok dürterek… İklim krizi için toplantıya gidiyorsun, bağırıp çağırıyorsun; otomobille gidiyorsun. Otobüsle de gidebilirsin, belki daha az benzin tüketeceksin. Vakit nakittir, diyorsun.
Seçimlerimizde özgür olma yolunu kendimiz arayıp bulacağız yani?
Yol da belli; tüketim patolojisinden kurtularak. Çikolata yiyoruz mesela. Hayatında çikolata yememiş çocuklar Afrika’da kakao tohumunu topluyor, okula gitmeden, günde 8-10 saat… Ve biz çocuklarımıza çikolata alıyoruz. Bizim bencilliğimizden başlıyor. Çocuk emeğini sömürerek çikolata yaptık, demiyor ama bu bilgilerin hepsi var internette. Bu çikolata nerede yapılıyor, kim yapıyor diye sormak lazım. Ama futbol maçını kim kazanacak, diye sormayı tercih ediyoruz. Saatlerce konuşuyoruz, hakem hata yaptı mı yapmadı mı diye.
Bu dediklerinizin yapılabilmesi için bir sürü şeyin değişmesi gerekiyor. Başta eğitim ve kültüre yapılan yatırımların. Felsefenin eğitime ilkokuldan girmesi lazım ki yeni kuşaklar sorgulayarak yetişsin.
(Fotoğraf: Mehmet Hikmet’in tuvalinden, dostu Gündüz Vassaf’ın portresi.)
Bizim değişmemiz gerekiyor. Benim değişmem gerekiyor. Arkadaşımla konuşurken bu çikolatayı konuşmam gerekiyor. Futbolu konuşurken futbol topunu konuşmam gerekiyor. Topun dikişlerini dikenler, bu yüzden okula gitmeyen, Pakistan’da ve Hindistan’da beş yaşından itibaren o topları dikmeye başlayan çocuklar. Günde 10-15 saat. Gözlerini kaybediyorlar. Biz de her gol atıldığında alkışlıyoruz. Bunu bilemeyebiliriz ama en basit soruları sorabiliriz. Sorarsak da azıcık duyarlı olabiliriz. O kadar vicdansız bir tür değiliz. Yeter ki o bilgi olsun.
O videoda verdiğiniz “İstanbul’da kuş olmak isterdim” yanıtı da aslında sizin bütün kitaplarınızdaki değişmez arayışınız olan özgürlük kavramıyla buluşuyor.
Azıcık annemden de kopya. Son yıllarında adadayız, çok martı var. Hâliyle ölümü düşünmeye başlamış. “Tekrar dünyaya gelecek olsam martı olmak isterdim” demişti, “ama onlar gibi ses çıkarmak istemezdim” diye de ilave etmişti.
“MEÇHUL ASKER ANITLARI, SAVAŞLARA DAVETİYE”
“Boğaziçi’nde Balık” derken sadece balık türünü kast etmiyorsunuz. İnsanlığın doğuşuna, evrime, dinlerin başlangıcına gidiyorsunuz. Odağına Boğaziçi’ni ve balıkları aldığınız bir dünya tarihi var. “Meçhul balıklara” ithaf etmişsiniz. Metafor olsa gerek, bu meçhul balıklar kimlerdir?
Aklımda meçhul asker anıtları var. Özellikle Avrupa’da Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında isimsiz o kadar çok asker var… Fakat mesela savaş suçlularını, savaştan milyonlar kazananları hatırlatacak hiçbir şey, kamu kültürümüzde yok. Mesela covid çıktı, devletler suçlu çünkü hazırlıksız yakalandılar. Araştırma yapan kurumların, aşı geliştirenlerin bütçelerini, olmaz böyle bir şey, diyerek kestiler, silahlanmaya daha çok para yatırdılar. İspanyol nezlesinde ölenler, Birinci Savaş’ta ölen askerlerden daha çok. Onların anısına, o kadar meçhul asker anıtının yanına birkaç tane anıt yapabilseydik böyle şeylerin olduğunu, olabileceğini, duyarlı ve dikkatli olmamız gerektiğini bize hatırlatabilirdi. Hâlbuki meçhul asker anıtı yeni savaşlara davetiye. Almanya’daki anıt, hâliyle Alman askerinin anıtı. O meçhul askeri öldüren kim? Fransız ya da İngiliz. İngiltere’deki anıt, İngiliz askeri. Onu öldüren kim? Alman. Her meçhul asker anıtı, benim savaştığımı, öldürüldüğümü, düşmanların varlığını hatırlatıyor. Metaforsa azıcık o… Dalga geçiyorum, meçhul asker anıtlarıyla. Buna istisna, Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar için yazısı. “Burada ölenler bizim evlatlarımız” diyor. Tarihte başka örneğini bilmiyorum.
“HER ŞEY BİR MASAL”
Boğaziçi’nde Balık’ta uzak ve yakın tarih, masal, mitoloji, efsaneler, gerçek olaylarla ördüğünüz hikâyeler söz konusu. O yüzden mi kitabın türüne “öyküler” dediniz?
Ne deneceğini ben bilmiyorum. Aristo’dan bu yana tasnifler; bu şiirdir bu otomobildir, bu kedidir, bu baykuştur filan… Kızılderililerin ABD’deki soykırımda kaybolan dillerinden birini araştıran kişi demiş ki, bizim dillerimizde kelimelerin yüzde 70’i fiil. Anglosakson dillerinde yüzde 40’ı fiil. Niçin daha çok fiil var? Örneğin İzmir’in körfezi var; körfez kelimesiyle aklına gelen, kapalı bir kutu gibi. Hâlbuki Kızılderili dilinde onun adı “körfez olmak”. Çünkü değişen bir şey. Su giriyor, su çıkıyor… Diyelim adın Belkıs; “Belkıs olmak”. Çünkü sen değişen bir şeysin, aynı varlık değilsin. Heraklitos’tan işte; aynı nehre iki defa girilmez. Roman budur, şiir budur, palavra! Nerede roman bitiyor da bilim kurgu başlıyor. Çocuk edebiyatı diye bir şey yarattılar. O da azıcık palavra. Çocuk masallarını hepimiz birbirimize anlatırız. Küçük Prens’i yeniden okuruz. Çocuk masalı mı? Yok böyle bir şey! Çocukları aşağıladığımız için çocuk masalı yazanı da küçümsüyoruz. J. K. Rowling herhalde edebiyatta en zor şeylerden birini yaptı; Harry Potter’ı yazarken kaç tane çocuğu 6-7 yaşından aldı, kaç yaşına kadar büyüttü. Ama kayda değer yazarlarımız okumaya tenezzül etmedi, çocuk kitabı diye. Saçma sapan kategoriler. O yüzden ben de bilmiyorum, benim kitabım şu mudur bu mudur diye. Ama deneme lafı da hiç hoşuma gitmiyor. Ben bir şey denemiyorum ki yaşıyorum. Öykü daha sempatik geliyor bana çünkü her şeyimiz masal. Demokrasi anlayışımız masal, evren anlayışımız bir masal, fizik bir masal… Bilimin kanunları var ama o bildiğimiz veriler içinde… Masallarımızla yaşıyoruz. Değişen masallar üstelik. Psikologlar zekâ diye bir şey icat etti yüz yıl önce. Testler mestler yaptılar, zekâ anlayışımız bir masal. Kadın kimliği, erkek kimliği; cinsel kimliklerimiz masal. Değişiyor çünkü. 60 tane cinsel kimliğimiz çıktı, 10 yıl önce iki taneydi. Kitap türleri de öyle, hepsine öykü demek lazım.
“Boğaziçi’nde Balık” kitabı boyunca İstanbul’un önemini anlatıyorsunuz aslında. Özellikle de Boğaz… O olmasa bugün bildiğimiz İstanbul olmazdı, gibi iddialı bir cümle kurabilir miyiz? Deniz mi medeniyetin kurulmasında belirleyici olmuş?
Suya bile ihtiyaç yok. İnkaların, Azteklerin Güney Amerika’da dağ başlarında müthiş şehirleri var. Kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerde müthiş uygarlıklar yaratmışlar. Az çok kapitalizmle su yolları önem kazanıyor. Ticaret oradan. Gemiler de limanlar da özellikle kapitalizmde önem kazanıyor. Daha önce de ticaret önemli olduğu için, ülkeleri birleştirdiği için, mal satıldığı için… İstanbul’u yapan, bir ölçüde Boğaz. Hakikaten istisnai bir yer. Süveyş Kanalı gibi kazılmış bir yer değil. Mitolojiden, ilk bildiğimiz öykülerden kayıtları var. Mitolojiyle bu kadar eskiye giden başka bir şehir bilmiyorum. Başkent olmuş birkaç imparatorluğa. Onun için İstanbul, Boğaz aslında.
__________
Söyleşinin ikinci kısmı 20. sayımızda olacak…
İçindeki Ötekinin Peşinde Bir Görsel Sosyolog: Gülbin Özdamar Akarçay