Sabahın kör karanlığında, daha güneş doğmadan servislere, otobüslere, o soğuk beton binalara doluşan çocukların yüzüne hiç gerçekten baktınız mı? Gözlerinin feri sönmüş, omuzları çökmüş, karınları guruldayan o “geleceğimiz” dediğimiz çocuklara… İstatistikler soğuktur, can yakmaz sanırsınız ama veriler kâğıt üzerinde durduğu gibi durmuyor; kanatıyor.
Türkiye’de bugün 7 milyonu aşkın çocuk, kelimenin en yalın, en vahşi anlamıyla aç.
Bu tablo, bir doğal afet veya kıtlık sonucu değil. Bu; 21. yüzyılda, verimli toprakların üzerinde, gökdelenlerin gölgesinde yaşanan politik bir tercihin sonucudur. Bir yanda bir yılda sayıları hızla artan “dolar milyonerleri”, diğer yanda okulda açlıktan bayılan, su içerek midesini kandırmaya çalışan çocuklar… Bu manzaraya bakıp hâlâ “büyük devlet” güzellemesi yapan varsa, ya kördür ya da bu suçun ortağıdır.
Bize yıllardır “aynı gemideyiz” yalanını söylediler. Oysa veriler gösteriyor ki, geminin lüks restoranında şampanya patlatanlar varken, milyonlarca çocuk o geminin kazan dairesine kömür niyetine atılıyor. Günde bir öğün protein alamayan, zihinsel ve fiziksel gelişimi bodur bırakılan bir nesil yetişiyor. Bu, basit bir beslenme eksikliği değildir; bu, yoksul çocukları ömür boyu “ucuz iş gücü” olmaya mahkûm eden, MESEM çarklarında “eti senin kemiği benim” denilerek sermayenin önüne kurban eden biyolojik bir sınıf savaşıdır.
Okullarda bir öğün ücretsiz yemek talebi, bütçenin sadece yüzde 13’üne denk gelirken “kaynak yok” denilerek reddedildi. Ama aynı bütçe; sermayeye vergi affı, müteahhitlere garanti ödemesi, makam araçlarına yakıt parası olurken gani gani yetti. Çocuğun kursağındaki sütü çekip alarak yapılan bu kesinti tasarruf değil; geleceğe sıkılmış bir kurşundur.
Yıllarca devletin o “şefkatli” elini beklememiz öğütlendi. Oysa karşımızdaki mekanizma, sosyal yardımları bir “hak” olarak değil, bir “lütuf” (sadaka) olarak dağıtan; insanları kapısında el pençe divan durduran bir biat aygıtıdır. Bu sistemde yoksulluk, çözülmesi gereken bir utanç değil, seçim zamanı koliyle manipüle edilecek bir fırsattır.
Devredilen yoksulluk, modern bir kast sistemidir. Yoksul doğan çocuğa “yoksul öleceksin” diyen, bisiklete binmeyi, tatil yapmayı, hatta doğum günü kutlamayı lüks sayan bu düzen, milyonlarca çocuğun hayal kurma yetisini çalmıştır.
Peki, ne yapacağız? Hâlâ Ankara’nın o sağır duvarlarından merhamet mi dileneceğiz? Bizi görmeyen, duymayan devasa bürokrasiye dilekçeler mi yazacağız?
Hayır. Bakışımızı o ulaşılmaz otoriteden çekip yanımıza, birbirimize, sokağın gerçeğine çevirmeliyiz. Çözüm, tepeden inme genelgelerde değil; yatay dayanışmada, ekmeğimizi bölüşmekte yatıyor. Kropotkin’in o asırlık bilgeliği bugün hala geçerli: İnsanı yaşatan rekabet değil, dayanışmadır.
Ancak bu, devletin sorumluluğunu sildiği anlamına gelmez. Bizler, o okullardaki bir öğün yemeği talep ederken devletten lütuf dilenmiyoruz; bizden vergi adı altında çalınan emeğimizin, kamusal zenginliğimizin gasp edilen payını geri istiyoruz. “Kaynak yok” yalanına karşı, “Hakkımız olanı verin” diyerek hırsızın yakasına yapışmak meşrudur.
Fakat sadece talep etmek yetmez; inşa etmek zorundayız. Devletin sadakasına muhtaç kalmadan, kendi gıda ağlarımızı, kendi dayanışma kooperatiflerimizi kurmak zorundayız. Hiyerarşinin ve bürokrasinin, “veren elin alan eli ezdiği” o aşağılayıcı yardım düzeninin yerine; göz hizasında, eşit bir dayanışmayı örmeliyiz.
Çocuklarımızın rüyalarını çalan, onları açlığa ve geleceksizliğe mahkûm eden bu organizmaya olan inancımızı yitirmek, atacağımız en sağlıklı adımdır.
10 Ekim Ankara Gar Katliamı: Hafıza direniyor, adalet bekliyor
Meclis’in vicdan terazisi: Domuz bağı hafızası ve sivil ölüm gerçeği arasında kardeşlik
