Dr. Tolga Yıldız, Vygotsky’yi “sadece Yakın Gelişim Alanı’na indirgenmiş bir eğitim tekniği mucidi” olmaktan çıkarıp; devrim, kriz, göç, dijital çağ ve dikkat krizi bağlamında bütünlüklü bir insan bilimi teorisyeni olarak yeniden tartışmaya açıyor.
“Vygotsky bir ‘Rönesans İnsanı’ gibi”
Lev Semyonovich Vygotsky (1896-1934) yirminci yüzyılın önemli bilim insanlarından biri olarak bilim tarihinde çoktan yerini almış durumda. Kimilerine göre o, “Psikolojinin Mozart’ı” olarak anılmayı hak ediyor. Kısacık yaşamına sığdırıklarıyla dikkat çeken bir figür Vygotsky.
1917 Ekim Devrimi’nin ardından Sovyet Rusya’da çalışmalarını coşkuyla sürdürüyor. Diyalektiği kullanarak kendine özgü kavramsal bir çerçeve oluşturmaya çalışıyor ki bu, psikoloji bilimi açısından bakıldığında oldukça devrimci bir niteliğe sahip.
Ekim Devrimi’nin yarattığı atmosfer Stalinizmin yükselişiyle birlikte yerini baskıcı ortama bıraktığında Vygotsky zorlu koşullar altında da olsa çalışmalarını sürdürmeye devam ediyor. Yakın gelişim alanı, sözün manası, içselleştirme… Vygotsky’nin kavramsal çerçevesi oldukça zengin.
Ne yazık ki Vygotsky Türkiye’de sığ bir okumayla ancak satır aralarında ele alınıyor. İstanbul Üniversitesi’nden akademisyen Dr. Tolga Yıldız, Vygotsky üzerine kaleme aldığı Yeni Bir Bilinç İnşa Etmek: Vygotsky’nin Psikolojik Gelişim Teorisi ve Diyalektik Yöntemi – Temeller ve Uygulamalar* kitabıyla Vygotsky’yi ve çalışmalarını kapsamlı biçimde ele alıyor. Dr. Yıldız ile yeni kitabını ve Vygostky’yi konuştuk.

“Amacım Vygotsky’yi hak ettiği bağlam içinde ele almaktı”
Öncelikle kitabın oluşum aşamasından başlayalım isterim. Sizin de kitabınızda bahsettiğiniz üzere Vygotsky hem dünyada hem de Türkiye’de üzerinde yeterince durulmamış bir isim. Vygotsky üzerine çalışma fikri nasıl açığa çıktı?
Bu kitabın hikayesi, aslında benim kendi akademik ve entelektüel yolculuğumla doğrudan bağlantılı. Ben lisans eğitimime Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde başladım ve orayı bırakıp İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’ne devam ettim. İnsan davranışına, politikaya ve topluma dair sorularım vardı, ancak sosyolojinin makro analizleri, bireyin dünyasını, o “an”daki psikolojik yapıyı açıklamakta bazen yetersiz kalıyordu. Bu yüzden psikolojide yandal yapmaya başladım.
Ancak dürüst olmak gerekirse, ana akım psikolojinin bireyi toplumdan, tarihten ve kültürden bu denli keskin bir şekilde koparan, onu adeta vakumlanmış bir laboratuvar nesnesine indirgeyen analizleri beni bir türlü tatmin etmiyordu. Sosyolojik tahayyülüm, insanı anlamak için sürekli “bağlam” arıyordu.
Vygotsky ile derinlemesine tanışmam, tam da bu teorik arayış anında gerçekleşti. Onun, insan zihnini statik bir yapı olarak değil, toplumsal, kültürel ve tarihsel bir inşa süreci olarak görmesi, benim sosyoloji okumalarımla mükemmel bir diyalog kurdu. Zaten bu keşif sayesinde rotamı netleştirdim ve gelişimsel psikolojiye olan asıl ilgim başladı.
Türkiye’deki eksiklik meselesi ise bu kitabın temel motivasyonuydu. Sizin de belirttiğiniz gibi, Vygotsky, özellikle eğitim fakültelerinde çoğunlukla “Yakın Gelişim Alanı” (ZPD) kavramıyla tanınır. Ancak bu, çoğu zaman bir-iki cümleye sıkıştırılmış, bağlamından tamamen koparılmış, neredeyse teknik bir reçeteye indirgenmiş bir bilgidir. Oysa Vygotsky’nin arkasındaki devasa felsefi birikim (Hegel, Spinoza, Marx), onun diyalektik yöntemle kurduğu o muazzam bağ, sanat psikolojisi üzerine yazdıkları veya dil ile bilinç arasında kurduğu o derin köprü… bunlar Türkiye’de neredeyse hiç tartışılmıyordu.
Bu kitap, evet, Türkiye’deki ilk Vygotsky monografisi olma iddiasını taşıyor; konusu sadece ve doğrudan Vygotsky olan, en ayrıntılı (muhtemelen de tek) telif eser. Amacım, Vygotsky’yi tüm entelektüel derinliğiyle, sadece bir “eğitim tekniği” mucidi olarak değil, bütünlüklü bir “insan bilimi” teorisyeni olarak, hak ettiği felsefi ve politik bağlam içinde tartışmaya açmaktı.
Bilim insanını çevreleyen tarihsel, sosyolojik ve politik koşullar üzerinde durmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Her isim dönemsel koşulları bağlamında değerlendirildiğinde detaylı olarak anlaşılabilir. Vygotsky bu bağlamda değerlendirildiğinde neler söyleyebiliriz?
Bu o kadar merkezi bir soru ki… Vygotsky’nin kendisi de zaten teorisini ısrarla “tarihsel materyalist ya da diyalektik ya da kültürel-tarihsel psikoloji” olarak adlandırır. Yani Vygotsky, bir bilim insanını anlamak için tam da bu soruyu sormamızı talep ederdi. Kitapta da onun kısa yaşam öyküsüne bu yüzden özellikle yer ayırdım. Vygotsky’yi 1917 Ekim Devrimi’nden ve hemen ardından gelen devrimci coşku ve o trajik Stalinist baskı döneminden bağımsız anlayamayız. O, kelimenin tam anlamıyla “yeni bir insan” ve “yeni bir bilinç” inşa etme hedefi taşıyan, tarihin en büyük toplumsal deneylerinden birinin tam ortasında konuşuyordu.
Onu şekillendiren iki kritik bağlam var. Birincisi, onun kimliği. Çarlık Rusya’sında bir Yahudi olarak büyümenin getirdiği kısıtlamalar, sosyal dışlanma ve “öteki” olma deneyimi, onu “sosyal bağlamın” ve “kültürün” bireyin gelişimi üzerindeki belirleyiciliği konusunda erken yaşta duyarlı kılmış olmalı. İkincisi ise Devrim ve Kriz anıdır. Devrimin ilk yıllarındaki o muazzam entelektüel coşku ve yaratıcılık, psikolojide yaşanan “krizle” birleşti. Eski bireyci, idealist veya mekanik (Pavlovcu refleksoloji gibi) açıklamalar yetersiz kalıyordu. Vygotsky, bu krizi aşmak için Marksizm’den, felsefeden, sanattan ve edebiyattan beslenen, radikal derecede disiplinlerarası bir arayışa girdi.
Ancak bu coşku, hızla Stalinist sekterliğe ve Pavlovcu refleksolojiye dayalı sığ bir materyalizme evrildi. Vygotsky’nin karmaşık, diyalektik, kültürel ve tarihsel yaklaşımı, bu katı ideolojik çerçeveye uymadı. Henüz 37 yaşında, 1934’te veremden ölmesi büyük bir trajedi. Fakat yaşasaydı bile, o baskı ortamında ne kadar üretebilirdi, meçhul. Eserlerinin “tehlikeli” bulunup yasaklanması, Batı’da bu kadar geç keşfedilmesi ve dolayısıyla Türkiye’ye de bu kadar gecikerek girmesi, hep bu politik bağlamın doğrudan bir sonucudur.
“Vygotsky diyalektiği özgün biçimde sunuyor”
Yine kitabınızda bahsettiğiniz üzere diyalektik yöntem Vygotsky için oldukça önemli bir bağlama sahip. Bu yaklaşım, birey ve toplum özelinde alışılmışın dışında özgün bir çerçeve oluşturuyor. Dolayısıyla bireyi ve toplumu müşterek zeminde anla(t)mayı bir türlü başaramayan psikoloji bilimi açısından da önemli bir içerik oluşturuyor. Vygotsky’nin diyalektik yaklaşımı bize neler sunuyor?
Psikoloji biliminin temel açmazı, sizin de harika bir şekilde özetlediğiniz gibi, bireyi toplumdan, bedeni zihinden, duyguyu düşünceden, doğayı kültürden ayırmasıdır. Vygotsky’nin dehası, bu ikilikleri (düalizmi) aşmak için diyalektiği bir metodoloji olarak kullanmasıdır. Diyalektik, elbette Hegel’den ve Marx’tan aşina olduğumuz bir kavram, ancak Vygotsky bunu çok özgün bir şekilde psikolojiye uyarlıyor.
Peki, ne sunuyor? Diyalektik yöntem bize en temelde şunu söyler: Hiçbir şey durağan değildir, her şey çelişkiler ve çatışmalar yoluyla dönüşür. Vygotsky için “gelişim” tam da budur. O, gelişimi pürüzsüz, çizgisel bir ilerleme olarak görmez. Gelişim, krizler yoluyla ilerler. Birey (tez) ile toplumsal çevre/kültür (antitez) karşılaşır. Bu karşılaşma bir gerilim, bir “kriz” yaratır. Örneğin, 3 yaşındaki çocuğun “ben” deme inadı (tez) ile ebeveynin kuralları (antitez) çatışır. Bu krizin aşılmasıyla (uzlaşma, içselleştirme), “özerklik” ve “sosyal uyum” gibi yeni bir bilinç düzeyi (sentez) ortaya çıkar.
Vygotsky, “birey ve toplum” demez; “birey-toplum bütünlüğünden” bahseder. Çünkü insan zihni, en başından itibaren toplumsaldır. En mahrem düşüncelerimizi bile borçlu olduğumuz dil, toplumsal bir üründür. Bu yaklaşımı en net kavram gelişiminde görürüz. Vygotsky, çocuğun Gündelik (Spontane) Kavramları (somut yaşantıdan gelen, “aşağıdan yukarıya” gelişen) ile okulda öğrendiği Akademik (Bilimsel) Kavramlar (soyut tanımdan gelen, “yukarıdan aşağıya” gelişen) arasında bir diyalektik ilişki kurar. Gerçek anlama, bu ikisinin diyalektik sentezinden, “karşılıklı nüfuz etmesinden” doğar. Biri olmadan diğeri ezber olarak kalır. İşte diyalektik yöntem, psikolojiye bu “süreç” odaklı, sistemik ve bütüncül bakışı kazandırır.

Sosyokültürel bağlamın bireyi ve bireyin gelişimini ele alırken önemli bir noktada konumlanması Vygotsky’nin teorisinin merkezine oturuyor. Dilin ve dil gelişiminin özellikle gelişimsel krizler bağlamında ele alınması oldukça ilginç. Sosyokültürel bağlam dediğimizde durgunluğun ötesinde sürekli yeninlenen, devingen bir içeriği de anlıyoruz. Kitabınızda da detaylı biçimde ele aldığınız üzere Vygotsky’nin sosyokültürel gelişim teorisi çağdaş bulgularla günden güne destekleniyor. Günümüzün hızla değişen dünyasını anlamak adına Vygotsky’nin teorisinin nasıl bir işlevi olabilir?
Bu, Vygotsky’yi “tarihsel” bir figür olmaktan çıkarıp “güncel” kılan temel nokta. Sosyokültürel bağlam, sizin de altını çizdiğiniz gibi, “devingen” bir yapı. Ve evet, Vygotsky’nin yaşadığı dönemden çok daha hızlı, hatta baş döndürücü bir hızla değişen bir dünyadayız. Vygotsky’nin teorisi tam da bu yüzden eskimek yerine daha da değerleniyor. Çünkü o bize statik bir “kültür” tanımı vermedi; “kültürel araçların” zihnimizi nasıl dönüştürdüğünü anlattı.
Dünün kültürel aracı kalem-kâğıt, matbaa veya abaküs ise, bugünün aracı akıllı telefon, sosyal medya, algoritma ve üretken yapay zekâdır. Vygotsky’nin teorisi, bu yeni araçların bilincimizi, dikkatimizi, sosyal ilişkilerimizi ve hatta kimlik algımızı nasıl yeniden inşa ettiğini anlamak için elimizdeki en güçlü psikolojik çerçeveyi sunuyor. Gelişimsel krizler de bu yeni bağlamda yaşanıyor. Örneğin, kitapta bahsettiğim 13 yaş krizi, yani ergenin kimlik arayışı, artık sadece aile ve okul üçgeninde yaşanmıyor. Ergen, kimliğini küresel bir dijital arenada, binlerce “takipçi”nin ve “beğeni”nin ortasında, sürekli bir performans ve onaylanma baskısıyla inşa etmeye çalışıyor. Bu, Vygotskyci krizleri çok daha derin ve karmaşık hâle getiriyor.
Tam da bu noktadan hareketle, şu anda üzerinde çalıştığım gelecek kitap, tam olarak bu konuyla ilgili. Bugün adeta bir “pandemi” gibi yayılan “dikkat krizi” meselesini Vygotskyci bir analizle ele almayı planlıyorum. Bu kitapta temel iddiam şu: Biz bu krizi bireysel bir “irade krizi” olarak yanlış tanımlıyoruz. Oysa bu, Vygotskyci bir perspektifle bakıldığında, bireysel değil sosyal bir krizdir. Tıpkı Vygotsky’nin yaptığı gibi, ben de “seçici dikkat” dediğimiz bu üst düzey zihinsel işlevin kökenine iniyorum: “ortak dikkat” (joint attention). Yeni kitabımın prologunda yer alan o meşhur sahne: Bebek, parmağın işaret ettiği yere bakarken, kedi parmağın kendisine bakar. İnsan bilinci, bu “birlikte bakma” eyleminden doğar.
İşte benim tezim, günümüzün kültürel araçlarının (platformlar, algoritmalar) tam da bu “ortak dikkat” zeminimizi sistematik olarak çökerttiğidir. Kitapta, dikkatimizi “çalan” değil, ortak dünyamızı “çözen” bir mimariden bahsediyorum. Bu, Vygotsky’nin “içselleştirme” ve “kültürel araç” kavramlarını günümüzün en yakıcı sorununa uygulamak için bir deneme olacak.
“Vygotsky insanı bütüncül ele alıyor”
Özellikle sosyal bilimlerde disiplinlerarası çalışmaların eksikliği göze çarpıyor. Psikoloji bilimi açısından durumun daha da kritik olduğunu söyleyebiliriz. Vygotsky ise tersine tarihten, sosyolojiden, felsefeden ve daha pek çok alandan besleniyor. Bu çerçevede Vygotsky’nin günümüz psikoloji bilimine vereceği çok ders olduğunu düşünüyorum. Ne dersiniz?
Kesinlikle katılıyorum. Psikoloji bilimi, 20. yüzyıl başında “bilim” olma telaşıyla, ne yazık ki kendini ana akım pozitivist doğa bilimlerine benzetmeye çalıştı. Bu süreçte de insanı en temel bağlamından, yani tarihten, kültürden, dilden ve politikadan kopardı. İnsanı, bir laboratuvar faresine, bir nörofizyolojik mekanizmaya ya da davranışsal refleksler bütününe indirgedi.
Vygotsky ise bir “Rönesans insanı” gibi. Onun metinlerinde sosyoloji, felsefe (özellikle Spinoza, Hegel ve Marx), edebiyat, tiyatro ve diğer sanatlardan derin izler görürsünüz. Zaten benim de sosyoloji kökenli olup psikolojide Vygotsky’yi bu kadar merkezî bulmam bir tesadüf değil. O, insanı bütüncül olarak ele alır; zihni, bedenden ve duygudan ayırmaz.
Günümüz psikolojisinin Vygotsky’den alacağı en büyük ders budur: İnsan, bağlamından koparıldığında geriye sadece bir karikatür kalır. İnsanın acısı, neşesi, öğrenmesi, krizi; içinde yaşadığı toplumsal yapıyla, sınıfsal konumuyla, konuştuğu dille, maruz kaldığı tarihle iç içedir. Psikoloji, yeniden sosyolojiyle, antropolojiyle, felsefeyle ve sanatla konuşmaya başlamak zorundadır. Vygotsky, bu disiplinlerarası diyaloğun kurulabilmesi için mükemmel bir anahtardır.
Yakın gelişim alanı, işbirlikçi öğrenme, içselleştirme, sözün manası… Vygotsky kavramsal açıdan da oldukça zengin. Psikolojideki Krizin Tarihsel Anlamı kitabında yer verdiği “… kendi Das Kapital’imizi yazmalıyız” söylemini bu bağlamda nasıl değerlendirebiliriz?
Bu, Vygotsky’nin metodolojik dehasını gösteren en vurucu sözlerinden biridir. Psikolojideki Krizin Tarihsel Anlamı kitabında bunu söylerken, kastettiği şey basitçe “Marksist bir psikoloji yapalım” değildir. Dediği şey çok daha derindir: Marx, Kapital‘de kapitalist toplumu analiz etmek için o toplumun en temel “hücresini” buldu: “Meta” (commodity). Marx, metanın çelişkilerini (kullanım değeri ve değişim değeri) çözdüğünde, aslında bütün sistemi (artık-değer, yabancılaşma vb.) çözmüş oldu.
Vygotsky de aynı soruyu psikoloji için sorar: Psikolojinin temel hücresi nedir? Bireysel zihin ile toplumsal bilincin kesiştiği, birbirinden ayrılamadığı o en küçük birim nedir? Ve cevabı bulur: “Sözün Manası.”
“Sözün manası,” sizin saydığınız Yakın Gelişim Alanı, içselleştirme ve içsel konuşma gibi diğer tüm kavramların çekirdeğidir. Çünkü “anlam,” ne sadece benim zihnimdedir (bireysel) ne de sadece sözlükte yazılıdır (toplumsal). Anlam, ikisinin diyalektik birliğidir. Burada Vygotsky, “Meaning” (Kavramsal Anlam) ile “Sense” (Duyusal/Yaşantısal Anlam) arasında kritik bir ayrım yapar. “Meaning” (znachenie), o kelimenin “toplumsal uzlaşıya dayalı, sabit, paylaşılan, nesnel” anlamıdır (örneğin “köpek” = memeli bir hayvan). “Sense” (smysl) ise o kelimenin o anki “bireysel yaşantı, duygu, bağlam ve öznel çağrışımlarından” oluşan katmanıdır (örneğin “köpek” = çocukluk korkum, en yakın dostum, sadakat).
Vygotsky’nin “kendi Kapital’imizi yazmalıyız” demesi, psikolojinin temel analiz birimini bulma çağrısıdır. Ve o, bu birimi “anlamda” bulmuştur. Tüm psişe, bu “sense” ve “meaning” arasındaki diyalektik danstır aslında.
“Vygotsky’yi sığ ‘eğitimcilik’ okumasından kurtarmalıyız”
Son olarak, göç hareketliliğinin yoğunlaştığı kültürler arası karşılaşmanın arttığı günümüzde, çok dillilik, yaratıcılık ve sanat açısından Vygotsky’nin önemli bir yere oturduğunu söyleyebiliriz. Çevrimiçi öğrenme ortamlarından akran etkileşimine ve yaşam boyu öğrenmeye kadar pek çok alanda Vygotsky’nin teorisinden yaralanmak mümkün. Ancak özellikle Türkiye’de Vygotsky kısıtlı olarak ele alınıyor. Türkiye’de ve dünyada Vygotsky’nin daha fazla yol gösterebilmesi için neler yapılmalı?
Vygotsky, 21. yüzyılın bu temel meseleleri (göç, dijitalleşme, kimlik) için de biçilmiş kaftan. Göç ve çok dillilik meselesini ele alalım. Vygotsky’nin “dil düşünceyi biçimlendirir” tezi, burada muazzam bir alan açıyor. İki dili konuşan bir göçmen çocuk, iki farklı “anlam dünyası” kurarak, çoğu zaman tek dilli bir çocuktan daha esnek bir bilişsel yapıya kavuşuyor. Vygotsky bize bunun bir “eksiklik” veya “yetersizlik” değil, bir “zenginlik” olduğunu gösteriyor. Eğitim sistemlerimizin bu zenginliği kucaklaması şart. Sanat ve yaratıcılık ise Vygotsky için lüks değil, “duyguların toplumsal ifadesidir;” yabancılaşmanın panzehiridir. Çevrimiçi öğrenme ise, eğer sosyal etkileşimi (akran desteği, rehberlik) dışlamazsa, “dijital bir Yakın Gelişim Alanı” yaratabilir.
Peki, Türkiye’de ne yapılmalı? Öncelikle, Vygotsky’yi bu sığ “eğitimcilik” okumasından ve ezbere KPSS “Piaget vs. Vygotsky” karşıtlığından kurtarmalıyız. Bu kitabın temel hedeflerinden biri buydu. İkincisi, daha nitelikli, felsefi derinliğini yansıtan, kavramsal bütünlüğünü koruyan çevirilere ve çalışmalara ihtiyacımız var. Üçüncüsü, Vygotsky’nin mirası disiplinlerarası bir çaba gerektirir. Psikoloji bölümleri, sosyoloji, felsefe, antropoloji, dilbilim ve sanat tarihi bölümleriyle daha çok konuşmalı. Psikoterapistlerin de Vygotsky’nin diyalektik yönteminden öğreneceği çok şey var.
Dünyada ve Türkiye’de Vygotsky’nin daha fazla yol gösterebilmesi için, onun diyalektik ve eleştirel ruhunu canlı tutmalıyız. Onu bir “aziz” gibi kutsayıp tekrarlamak yerine, onunla tartışmalı, onu güncellemeli ve onunla birlikte, kitabın da adında olduğu gibi, “yeni bir bilinç inşa etmeye” çalışmalıyız.
*Yıldız, T. (2025). Yeni bir bilinç inşa etmek: Vygotsky’nin psikolojik gelişim teorisi ve diyalektik yöntemi – Temeller ve uygulamalar. Ketebe.
Etiketler: Vygotsky, Lev Vygotsky kimdir, Vygotsky diyalektik psikoloji, sosyokültürel gelişim teorisi, Yakın Gelişim Alanı, içselleştirme ve dil, sözün manası Vygotsky, Tolga Yıldız Vygotsky kitabı, Yeni bir bilinç inşa etmek kitabı, Vygotsky ve dikkat krizi, Vygotsky ve dijital kültür, Vygotsky ve göç, çok dillilik ve bilişsel gelişim, disiplinlerarası psikoloji, Marksist psikoloji, Vygotsky psikolojide krizin tarihsel anlamı, Vygotsky’yi yeniden okumak
