Süleyman Oktay’ın “Teslim Olmayanlar-Direnişten Komünal Yaşama” adlı kitabı okur ile buluştu. H2O Kitap tarafından yayımlanan kitapta Oktay, Uşak’taki devrimci hareketi, köylerde kurulan “doğrudan demokrasi”yi yaşayanlardan ve yaşatanlardan biri olarak kendi hikayesini anlatıyor. Oktay ile kitabı ve Uşak’taki devrimci mücadeleyi konuştuk.
Kitabınıza konu olan olayların üzerinden 45 yıl geçmiş. Bu kitabı daha önce değil de neden şimdi yazdınız?
11 yıla yakın cezaevinde kalan idam hükümlülerinden birisiyim.1991 yılında şartlı tahliye ile dışarı çıktım. Hukuki risk altındaydım. Cezaî şartların zaman aşımına uğraması için 30 yıl geçmesi gerekiyordu. Kitabı erken yazsaydım eksik kalırdı; belgeye, araştırmaya ve zamana ihtiyacım vardı.
Benim de içinde yer aldığım Uşak kırsal bölgesine dair “KARIK” adlı bir belgesel hazırlandı. Bu çalışma olumlu bir adım olsa da o bölgede yaşananları yeterince yansıtamadı. Ayrıca, Uşak Devrimci Yol örgütlenmesinin mücadelesini anlatan “Hepimizin Hikayesi” adlı kitapta da kırsal kesimdeki mücadeleye dair bazı anlatılar yer aldı. Ancak bunlar özet niteliğindeydi. Kendine özgü bir mücadele ve örgütlenme deneyimi olan Uşak kırsalının, kapsamlı yazılması gerektiğine inanarak kitaplaştırdım.
Bir diğer etken ise, İstanbul/ Taksim-Gezi Direnişi oldu. O süreci bizzat yaşadım, gözlemledim. Barikatlarıyla, dayanışmasıyla, komünal yaşam biçimiyle geçmişteki mücadelemize çok benziyordu. Gezi direnişi, geçmiş deneyimlerin ne kadar değerli olduğunu, bugüne taşındığında mücadele sürecine ciddi katkılar sunacağını gösterdi.

Bu kitabı neden ve hangi amaçla yazdınız?
Yanıt: Egemen güçler; 1960-70’li yıllarda emperyalizm, faşizm karşıtı mücadeleyi yok sayarak, çarpıtarak toplumu, özellikle yeni kuşakları yanıltmak istiyorlar. Bu istismara meydan vermemek adına; içinde yer aldığım, tanık olduğum bir mücadele sürecini bugüne taşımanın, yarına aktarmanın doğru bir tutum olacağına inandım.
1970’li yılların devrimci mücadelesi, toplumsal hafızada derin izler bırakan önemli deneyimdi. O tarihin yaşanmışlığını belgelemenin en etkili yolunun yazmak olduğuna inandım. Bu nedenle “Ancak yazıya geçmiş düşüncenin değeri vardır; geri kalanlar rüzgârın alıp götürdüğü bir saatlik hayallerden başka bir şey değildir.” diyen, büyük yazar Émile Zola’nın çağrısını kulak verdim.
Ayrıca, kişisel olarak kızıma ve torunuma kültürel bir miras bırakmak benim için çok önemliydi. Bu da kitabı yazmamın bir diğer nedeni oldu.
Kitabınızı ilginç kılan ve şimdiye kadar bilinmeyen “komün örgütlenmesinden” bahsediyorsunuz. Bunu burada özetleyebilir misiniz? Komün örgütlenmesi örgütünüzün bir projesi miydi yoksa kendiliğinden gelişen bir model miydi?
1970–80’li yıllara dair sosyalist mücadeleyi anlatan kitaplar son yıllarda oldukça gündemde. Bu yayınlardan biri olan “Teslim Olmayanlar-Direnişten Komünal Yaşama” isimli kitabımın “komün örgütlenmeleri” yanıyla diğerlerinden farklı olduğunu düşünüyorum. Pek çok okurun yorumu da bu yönde.
Uşak kırsalının bilinmeyen ya da yeterince anlatılamamış dikkat çeken yönü komünler ve komünal yaşam deneyidir.
Pek çok köyde komünler oluşturuldu, komiteler kuruldu; Ürünleri ortak yetiştirdiler, birlikte hasat ettiler; bağda, bahçede, tarlada ortak çalıştılar; üretim ve eğitimi birlikte yürüttüler. Bir yönüyle, ekonomik, sosyal, kültürel yaşamın yeniden düzenlenmesi adına yapılan çalışmalardı bunlar. Bazı köylerde iki yıl süren komün örnekleri; halkın kendi demokrasi anlayışıyla, kendilerini yönetme adına komünal yaşam deneyimleriydi. Komün pratiği o döneme özgü, nadir görülen bir örgütlenme biçimiydi ve sosyalist ideallerle uyumlu, alternatif bir üretim ve yaşam modeliydi.
Direniş Komiteleri Devrimci Yolun projesidir demek yanlış olmaz. Komün pratikleri yaşamın içinden, kendiliğinden doğdu; Direniş komiteleri anlayışından hareketle, bölgenin özgün koşullarında oluştu, şekillendi. Resmi, sivil güçlerin saldırıları, halkın kendini savunma olgusu, imece geleneği, güven ortamının yetersizliği gibi etkenler komünlerin oluşmasında belirleyici etkenler oldu.

Örgütlenme içinde ihtiyaçların temini tek başına karşılanamayacak bir iş gibi görünüyor. Gıda, giyecek, silah gibi ihtiyaçlarınızı nasıl sağlıyordunuz?
O yılların faaliyet alanlarından birisi dağlık, ormanlık alanlardı. Mücadele içinde ayakta kalmak için gıda maddesi, sağlık malzemesi, barınma ve giysi gibi temel ihtiyaçlar birinci sıradaydı; silah ve mühimmat da en önemli gereksinimdi.
İhtiyaçlarımızı büyük ölçüde kendi olanaklarımızla karşılıyorduk. Cunta öncesinde çeşitli gelir kaynaklarımız vardı: Bunlar, bazı köylerde nohut, tütün, hububat üretiminden elde edilen gelir; kurban derisi toplama, ücretli ramazan davulu çalma, düğünlerde, etkinliklerde ücretli hizmetler; halk odaları adına yapılan bağışlardı. Ayrıca kişisel bağlantılar aracılığıyla yurt dışından da destek geliyordu. Örgütsel ihtiyaçların karşılanma kaynakları bunlardı.
12 Eylül sonrası durum değişti. Cuntanın saldırısıyla, köyler abluka altına alındı, kitlesel bağlarımız büyük oranda koptu, gelir kaynaklarımız kesildi. İhtiyaçlarımızın karşılanması ailelerimiz, yakın çevremiz ve legal militanlar tarafından kısıtlı şekilde yapıldı.
Mücadelenin anlaşılması açısından, o dönemin koşullarını anlatır mısınız? Hangi şartlar sizi mücadeleye yöneltti?
Türkiye o yıllarda toplumun her kesiminin derinden hissettiği büyük bir ekonomik kriz, siyasi istikrarsızlık içindeydi. Birbiri ardına koalisyon hükümetleri kuruluyor ama sorunlar çözülemiyordu. “Bir sente muhtaç hale geldik”, “Anayasa bir kere delinmekle bir şey olmaz”, “Asmayalım da besleyelim mi?” sözleriyle tanınan başbakan ve cumhurbaşkanlarının olduğu bir ülkede yaşıyorduk.
1970’li yıllar, Türkiye’nin karanlık bir döneme sürüklendiği yıllardı. Siyasi kutuplaşmalar, toplumsal gerilimler, siyasi çatışmalar derinleşiyor, düzen karşıtı muhalefet güçlerinin direnişi yükseliyordu. Sonunda, bu süreç 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle sonuçlandı. Cunta, halk muhalefetini ve sosyalist örgütleri bastırarak ülkede karanlık bir dönem başlattı.
O tarih çocukluk ve gençlik yıllarımızı denk geldi. Gördüklerimiz ve yaşadıklarımız bizi derinden etkiledi. İnsanların birbirini sömürdüğü, adaletin güçlüden yana işlediği, zenginin daha zenginleştiği, yoksulun ezildiği bir dünyaya tanık olduk. Özgürlük ve bağımsızlık isteyen insanların işkence gördüğü, cezaevine atıldığı, öldürüldüğü bir ülke gerçeğiyle karşılaştık. Bu adaletsizlikler ve haksızlıklar bizleri sorgulamaya, düşünmeye ve örgütlü mücadeleye yöneltti.
Bizden bir önceki kuşağın (68 kuşağı) mücadelesi bize ilham verdi. Onların cesareti, inancı bize örnek oldu. O kuşağın liderleriyle duygusal ve ideolojik bir bağ kurduk; onların idealleri bizim de ideallerimiz haline geldi.
Bu yazdıklarımın toplamı bizi mücadeleye yönelten temel etkenlerdi.
O dönemin mücadele koşullarıyla bugünün koşulları arasında fark var mı? Günümüzle o dönemi kıyasladığınızda neler söylersiniz?
1945–1989 arası dünya, emperyalist-kapitalist kamp ve sosyalist kamp olarak iki kutba ayrılmıştı. O günkü dünyada (Soğuk Savaş dönemi) ülkeler arasındaki ilişkiler, sınıfsal ve ulusal mücadeleler bu iki kutbun politikalarına göre şekillenmişti. Emperyalizm karşıtı mücadele veren örgütler sosyalist kamp-Sovyetler birliğinden destek alıyordu. Sovyet sosyalizminin çökmesiyle dünyanın ekonomik-politik dengesi değişti.
Bugün tek kutuplu, içine düştüğü krizini aşamayan küresel emperyalizmin vahşi sömürüsü ve otoriter yönetimi altında bir dünyadayız. Politik anlamda, emek-sermaye çelişkisi, sınıf mücadelesi özünü korumakla birlikte, sistem iklim, çevre ve ekolojik sorunlar ve yeni mücadele alanları yaratmıştır. Eskinin silahlı mücadele yöntemi, yerini parlamenter, kitlesel demokratik mücadele yollarına bırakmıştır. Reel sosyalizmin çöküşünden bu yana, dünya solu-sosyalistleri günümüze ilişkin etkin, kapsayıcı bir politik proje üretememiştir.
Ülkemizi de bu dünya konjonktüründe değerlendirdiğimiz de; 12 Eylül cunta rejiminin günümüz varyasyonunun devam ettiğini, siyasal İslamcı otoriter bir kesimin devleti ele geçirdiğini, cumhuriyet rejiminin temel kolonlarının yıkıldığını, Kürt sorunu ve ulusal mücadelesinin ön plana çıktığını, dinci-faşizan bir yönetim altında karanlık ve derin bir kriz yaşadığım dönemde olduğumuzu söyleyebiliriz.
2013’teki Gezi Direnişi, günümüzün önemli toplumsal uyanışlarından biriydi. Mart 2025’te yeniden yükselişe geçen kitlesel hareketlerle, toplumun büyük bir kesimi, otoriter dayatmalara karşı direnme kararlılığını gösteriyor. Ancak, geçmişte öncülük eden sosyalist yapılar bugün aynı etki gücüne sahip değil. Bugün demokratik, laik ve özgür bir Türkiye; ancak kendini yenilemiş, çağın koşullarına uygun düşünen sol, sosyalist ve demokratik güçlerin ortak örgütlü mücadelesiyle mümkün olabilir.
Prof. Dr. Acar Kutay “Demokratik Sol Cephe Faşizm Tehdidine Karşı Set”
