Geçen hafta İleri Haber’de yayımlanan “Yeni Halkçı Belediyecilik: Başlangıç Tezleri” başlıklı yazımdan devam edelim, Fikir gazetesinin ilk sayısında okura bu devamlılıkla merhaba diyeyim. Her yenilik, sağlam bir kök ve kökenle bütünleşiyor; birike birike, eksile çoğala gelişiyor. Nitekim dikkatli okur, bu serideki tezlerin ilk nüvelerini, 2018 ile 2022 arasında Cumhuriyet gazetesindeki köşemde yayımlanan yazılardan da hatırlayacaktır. Öyleyse okurla birlikte gelişmeye, geliştirmeye devam.
Önce güncel bir saptama: Halkçılık iddiasında olan partiler çoğalıyor; yerel seçim öncesinde, CHP’den sosyalistlere uzanan geniş bir yelpazenin siyasal aktörleri, içerikte henüz program uzlaşması olmasa da ve sınıfsal olarak aynı anlamlar yüklenmese de, “halkçılık” iddiasını belediye yönetimiyle bağlantılı bir gündem maddesi olarak öne sürüyor. Bu güzel, seviniyorum. Öyle ki, içerik ve model tartışmasına henüz çok girilemese de Halkçılık, belediye seçimlerinin etkisiyle ve imar-inşaat rantıyla, doğa talanıyla vahşi sermaye birikiminin koşullarını oluşturan merkezi iktidarın programına karşıtlık arzusuyla, bir zıtlığın tarafı olarak ortak eksene dönüşüyor. Bu zıtlığın bir tarafında rantçılık var; söylem ve sloganlara, afişlere yansıyor. Demek ki bizde Halkçılık henüz, halk ile halkın dışında kalan ayrıcalıklı sosyal taban arasındaki bir zıtlığa değil; daha ziyade siyasal aktörlerin tutumları arasındaki ayrışmaya gönderme yapıyor. Başlangıç için olumludur. Ama yetmez. Henüz üzerinde uzlaşılmış bir halk tanımı yok çünkü.
Oysa her Halkçılık programı ve siyaseti, özünde, yeni dönemin sosyal, siyasal ve sınıfsal koşullarına göre, hayatın içinde/ pratikte beliren bir halk tanımına, yeni bir kolektif öznenin inşası arayışına dayanır. Alman yönetmen C. Petzold’un çok sevdiğim “Barbara” adlı bir filmi var. Yazar Hermann Broch’un o filme de yıllar sonra ilham veren öyküsünün yer aldığı kitabı, “Esperance” adlı bir başka öyküyle başlıyor. Öyküde kıyıya yanaşan gemidekilerin sevincini yarım bırakan bir durum var: “… ve hep yaptığımız gibi kıyıya attığımız halatı bu sefer yakalayacak kimse yoktu,” diyor öykünün anlatıcısı. Demek ki Halkçılar’ın varlığı yetmiyor, halka doğru hareketi, kıyıya yanaşmaya yöneldiğinde, bu halatı yakalayıp kıyıya güvenle inmelerini sağlayacak halkı ve halkçıları da gereksiniyor. Öyleyse yeni Halkçılık, halksız olmuyor ve ikincisi, kıyıda da halkçıların varlığını zorunlu kılıyor.
İyi ama kimdir bu halk? Tarihsel metinlere de baksak, bugüne de yönelsek fark etmiyor. Halkçılığı sahiplenmiş Millicilerde de görüyoruz: Örneğin Ziya Gökalp’in Yeni Mecmua’da yayımlanmış Halkçılık başlıklı yazısından öğreniyoruz: Halk aslında ayrıcalıklardan dışlanmış, ayrıcalıklı sınıfın dışında bırakılmış herkesi kapsıyor. Bu önemli bir başlangıç noktası çünkü her dönemin ayrıcalıklı sosyal ve siyasal sınıflarını, rejimlerini saptamak ve bunların dışarıda bıraktığı kesimleri içine alan geniş bir tanım yapmak bu sayede, dinamik bir ölçüyle, mümkün oluyor.
Fakat daha ileri gidelim; sınıfsal çelişkilerin çok daha belirgin olduğu günümüze gelelim: Hayat pahalılığı, işsizlik, adamına göre kamuya kapaklanma, siyasal alanın belirli grupların katılımına açık, çoğunluğa kapalı hâle getirilişi. Liste uzuyor. Bu tabloda kuşkusuz ki tercüme teorizasyon tuzağına düşmek, “Ranciere şunu demiş, Laclau bundan söz etmiş” diyerek “halk” tariflerine girmek gereksiz. Hayatın ve pratiğin kendisi, farklı tarihsel koşulların teorisinin ötesinde, gündelik yaşamın kılcalları içinde bir sosyal tarifi zaten sunuyor. Etrafımıza bakalım; yanıbaşımızdaki markette indirimli ürünleri kovalıyoruz, girişte haftanın bir günü için kocaman harflerle “Halk Günü” yazıyor. Diğer günlerde de bu markete gelenler soylular ya da burjuvazi değil elbette; fakat “halk kimdir” sorusuna hayatın kendisi yanıtı veriyor: Halk, geçim darlığı nedeniyle, pahalılık nedeniyle, market market gezip indirim kampanyası, indirim günü kovalayandır.
Kültür alıcısı için de bu böyledir. Sinemaya gidebilen, “Bir film izleyelim, yanında da bir şeyler içelim.” diyebilen aileler var elbette, fakat eskisi kadar çok değil. Gidemeyen yine gitmiyor, gidebilen sayıyı azaltıyor ve elbette sinemalarda da halk günü var; halk günlerini kovalıyoruz. İşin özeti, halk bugün orta tabakanın önemli bir bölümünün yoksullaştırılması ve işçi sınıfıyla ortalama ücret olarak asgari ücret seviyesinde buluşturulmasıyla da oluşuyor. Orta tabakaların daha önce yapabildiğini şimdi yapmamaya, aldığını artık almamaya yönelen kesimiyle işçi sınıfının daha alt katmanlarının “şimdi alamıyorum ama ileride alabilirim, ben yapamadım ama çocuğumu okutur, onun kurtulmasını sağlayabilirim” umudundan da artık feragat eden kesimleri için buluşma zeminleri büyüyor. Yeni sınıf ittifaklarının kapısı buradan açılıyor.
Devam edelim, hayatın ve pratiğin bize sunduğu berrak örneklerle: Önümüz Ramazan. Ekmekte, pidede gramaj düşüyor, fiyatlar yükseliyor. Ekmek, pide ve elbette karbonhidratlı ürünlere yöneliş, paramızın sürekli değer kaybettiği bu yıkım programında, fiyatlar nedeniyle etin-sütün yanına yaklaşamayan çoğunluk için yine de, doymak adına zorunlu oluyor. İşte çok nüfuslu ailelerin sofrasına yeterince ekmek girsin diye belediyeler de üretim yapıyor, büfeler açıyor: Halk Ekmek büfeleri. Hiç bunu sorgulayan, ‘niye bu isim’ sorusunu soran var mı? Çünkü hayat dinamik şekilde, “halk kimdir” sorusuna yine yanıt üretiyor. Demek ki uzaklarda “halk” teorileri aramaya, yeni icatlara gerek yok; hayat ve pratik bize son derece sosyal ve sınıfsal bir içerikle, gündelik hayatın içinde yer edinerek bir “halk” tarifi sunuyor. Ve indirimli kampanya, uygun fiyata et, ucuz ekmek kuyruklarına gün gün bakınca da görülüyor: Maddi ölçüye göre “halk” sürekli genişliyor.
İşte yeni Halkçılık bu genişleyen zeminin, borçlandırılmış ve güvencesiz kitlelerin siyaseti olmalı. Ve bu tüketim ilişkilerinden türeyecek ortaklıklar, üretim ilişkilerinde alternatif bir sürece geçiş için de ara aşama olarak belirmeli/ görülmeli. Aydın katmanların sınıfsal olarak/ maddi koşullar bakımından daha da halklaştığı süreci, halkın alternatif yollar ve çıkış programları konusunda aydınlanmasına dönük girişimler tamamlamalı şimdi. Dolayısıyla üretim ve eğitim ilişkileri, maddi dayanışma pratikleri, alternatif ekonomi modelleri ve bunların bilgisinin sistemli hâle getirilip genişleyen halk kitlelerinin bilincinde bir programa dönüştürülmesine dönük eğitsel faaliyetler iç içe geçmeli, yeni kamunun ve kamuculuğun inşasında.
Halkçılar, Halk, Halklaşma Zinciri
Biraz geriye dönelim: 1960-1980 arasında, Cumhuriyet Devrimi’nin Anadolu’da kök salmasının, köy enstitülerinin, aydınlanma ve Halkevleri mirasının, tüm budamalara rağmen, meşalesinin cılızlaşmış ateşiyle bile yayılması o dönemin Halkçılığına, Halkçılarına etki ediyor. Artık Halkçılar İstanbul’da, halk Anadolu’da değil; ikinci dönem Halkçılık (1960-1980) mekânsal ve kökensel ayrılıkları da kaldırıyor; Anadolu çocukları yetişmiş, öğretmen olmuş, yazar olmuş, subay olmuş. Olmuş da olmuş. Cemal Süreya üşenmemiş, 1960’larda Anadolu ve köy kökenli yazarların listesini, oranlarını çıkarmış ve bir büyük değişimi heyecanla görüp Nisan 1967’de Papirüs dergisinin başyazısında bu bulgularını “Türk Yazarının Halklaşması” başlığıyla sunmuş. İşte tamamlayıcı halka: Halkçılar var, halk var; fakat bir de ara bağlantı için, kıyıya yanaşırken halatın tutulmasını sağlamak için halklaşma gerekiyor. Kuşkusuz ki şartlar, Halkçılar ile halk arasındaki halatı sağlamlaştırmak adına bu halklaşma vurgusu üzerine, özellikle aydının, siyasetçinin, kadroların daha fazla düşünmesini zorunlu kılıyor.
Zorunlu kılıyor ama niye? Çünkü halk bir sosyal kategori olarak var; geçim darlığı çeken ve rejimin kaymak tabakasından dışlanan, sömürmekten çok sömürülen (emeği, doğası, inancı, değerleri; maddi ve manevi, bir bütün olarak sömürülen), farklı partilere dağılmış ya da siyasetten pek de umudu kalmamış geniş bir kitlesellikten söz ediyoruz. Fakat tıpkı “kendinde sınıf – kendi için sınıf” ayrımı gibi, şu hâliyle halk, “kendi için halk” olmaktan çok “kendinde halk” olarak görünüyor. Belirleyici çoğunluk, kendisinin yarattığı verginin, servetin, katma değerin ya da ürünün kendisine gün gün yoksulluk olarak, vergi olarak, pahalılık olarak dönmesinin arkasındaki sosyal ve siyasal projeye alternatifi ya göremiyor ya da üretemiyor. Zira “halk”, sadece bir ekonomik kategori değil; aynı zamanda belirli talepler, değerler ve ortak çıkarlar etrafında ‘özneleşme’ de gerekiyor. Halk bir özne olarak inşa edilmediğinde, kendisinin belirleyiciliğini fark etmediğinde/ hissetmediğinde, dışlandıkları siyasal kurumların kendileri adına iş yaptığı birer nesneye dönüşüyor. Oysa artık yeni Halkçı siyaset, “halk için halka rağmen” yerine, “halk için, halk içinde” bir pratiğe yönelmek zorunda.
Halkçılara tam da burada iş düşüyor. Halklaşmanın maddi şartları var: Türkiye’de aydın, yazar, okur, iktidarda ya da muhalefette bir kapıya yanaşıp sadece kendisini kurtarmak gibi bir formülde ahlakilik bulmuyorsa, bugünkü yoksullaşmadan, dışlanmışlıktan payına düşeni de göze almış demektir. Yeni Halkçılığın özneleri hem halk içinden çıkacak hem de yoksullaşan, yeni rejimin ayrıcalıklarından uzak tutulan ya da ahlaki olarak bunun dışında kalmayı seçmiş öncüler arasından; kaldı ki artık bunlar birbirini dışlamıyor, o ayrıcalıklardan uzak tutulmak, zaten ahlaki olarak bunu doğru bulmayanlara, bu ayrıcalıklar düzenine itiraz edenlere ceza sayılıyor yeni rejimde.
Bu önemli bir zemin elbette, fakat tek tek, bireysel çabalarla da olacak bir şey değil. O nedenle “kendinde halk”tan “kendi için halk”a geçişte, siyasal ve toplumsal örgütlenmelerin iki önemli işlevi ve görevi olabilir: Birincisi, “halk”ın özneleşmesi için, halkın kendisinin de belirleyici olabildiğini görmesi, yaşaması gerekiyor. Bu nokta, Halkçı siyasetler için samimiyet testi. Halk sadece sandıkta belirleyici, oysa iki seçim arasında kalan zamanda, siyasetin uzağında. Çoğunlukla verilen hizmetlerin nesnesi olarak yer buluyor söylevlerde, öznesi değil; karar vericisi değil. Kimse “biz halkız” demiyor, ama herkes “halkçıyız” diyor, yani nesne olarak gördüğüyle dışarıdan konuşuyor; halk ile halkçı arasındaki sosyal mesafenin nesnel olarak tabanda azalması gerçeği, siyasal ve sosyal örgütlenmelerin tavanına, diline ya da kadrolarına bir türlü yansımıyor. AKP’nin sağ popülizminin uzun süreli başarısı, kendisini halkın içinden, halkın gerçek temsilcisi gibi yansıtmasıyla ve bunu maddi temelde hegemonik hâle getirmesiyle ilişkiliydi. Ama şimdi, saray rejimi etrafında yeni bir ayrıcalıklı tabaka yarattılar; halkın yaşam şartlarıyla ilişkisi olmayan bir tufeyliler sınıfını kamunun kaynaklarıyla beslediler ve halkı da sefalete sürdüler. Dolayısıyla bu popülizmin en kırılgan zamanları. Çünkü artık gizlenemiyor bu sınıfsal farklılık.
Halkçılar halktır; artık bu aşamaya gelmek, iktidarın elinde zayıflayan kozu, ilerici temelde temellük etmek gerekiyor. Bu noktada, doğrudan ve yarı-doğrudan siyasal katılım mekanizmalarının yaratılması, halkın siyasete gerçek anlamda katılması, kendisinin belirlenen değil, belirleyen de olduğunu hissetmesi gerekiyor. Belediye seçimlerinde hem belediye meclisi listelerinin ayrıcalıklı sınıflar dışından halk temsilcileriyle çeşitlendirilmesi hem de seçimden sonra ilgili yerleşim yerinde halkın kamusal, sosyal, siyasal katılım, dertleşme, müzakere, tartışma kanallarını genişletecek ara mekanizmaların inşası, halkın siyasete gerçek anlamda katılmasına olduğu kadar, özneleşmesine de katkı sunabilir. (Bu çerçevede, geçen hafta İleri Haber’de çıkan yazıdaki ilgili bölümü tekrar öneriyorum.)
Meci Kültürü
İtiraz edebilirsiniz bana; “Bütün partiler katılımcılıktan söz ediyor, katılımcılar işte” diyebilirsiniz. Doğrudur fakat katılımcılık var, katılımcılık var! Geçenlerde CHP’nin Aralık 2023’te dijital olarak yayımladığı Belediye gazetesini okudum; katılımcılık, ana gündemdi. Fakat mevcut belediye başkanlarının katılımdan anladığı, halkı karar süreçlerine katma; halk içinden yeni yerel, siyasal, genç kadrolar çıkarma; bu kadroları kamusal/ demokratik bir program temelinde görünürleştirme/ özneleştirme gibi gelmedi bana. Daha ziyade neoliberalizmin katılımcılığı allayıp pullamasına dayalı, ‘bütün “paydaşlar”la birlikte karar alıyoruz’ görüntüsünün, “yönetişim” modelinin dili sirayet etmiş oraya. Neoliberalizmin diliyle kamuculuk yapılamaz. Bu açıklamaları başkanlar yaptıysa/ yazdıysa da fena; CHP’deki ideolojik/ siyasal doğrultuya yön veren kesimlerin, eğiticilerin ya da parti aklının ürünüyse de fena; zira ciddi bir ideolojik/ programatik doğrultu sorunu olduğunu tekrar tekrar gösteriyor. Halkçılık, halkı burada ifade edilen tarzda bir kozmetik katılımcılıkla özne hâline getiremez siyasette. Elbette istek, niyet bu özneleşmeyi gerçekten sağlamaksa. Öyle olduğunu varsayalım (Sosyalistlerdeki durumu da ayrıca tartışmak gerek; ‘CHP’de durum böyle, sosyalistlerde durum iyi’ gibi algılanmasın).
İstisnası yok mu? Kuşkusuz var. Rize’nin Fındıklı ilçesinin CHP’li belediye başkanı Ercüment Çervatoğlu da anlatıyor katılımcı belediyecilik anlayışını o dijital gazetede. Ekim ayında ben de Fındıklı’ya gittim, yerinde inceledim, halkla ve Ercüment Çervatoğlu ile uzun uzun konuşma şansı buldum; gazetedeki bilgiler tamamlayıcı oldu bu nedenle. Orada katılımcılığı yerel bir model olarak Meci Kültürü aracılığıyla ifade ediyorlar. Özgünlüğü şurada: Meci (imece kültürü) sadece karar süreçlerine siyasal katılıma değil; aynı zamanda üretim sürecindeki ortaklaşmaya/ dayanışmaya ya da altyapı işlerini halkla belediye başkanının birlikte, omuz omuza çözmesine de gönderme yapıyor. Demek ki burada katılımcılık hem siyasal süreçlere hem de üretim ilişkilerine dair bir olgu olarak daha kamucu bir içerik kazanma potansiyeli taşıyor.
Ben bu gibi deneyimlerin Yeni Halkçı belediyecilik açısından uygun çekirdek, geliştirilebilir bir başlangıç noktası olduğunu düşünüyorum. Yerelin halk içinde ilerici temelde kuşaklardır yaşayan geleneksel bilgisinin, var olan şartları değiştirmek için daha ilerici bir program dahilinde sahiplenilmesi/ dönüştürülmesi bu bir yandan da. İktidarın halkı yoksullaştırırken öne sürdüğü “yerlilik-millilik” hamasetine karşı, gerçekten “yerli-milli” ve halkçı programlar için yerelin, bu toprakların, geleneğin bilgisi çok önemli. Model dediğimiz de sonuçta, bu topraklarda birikmiş iyi pratiklerin geliştirilmesi, eleştirilmesi, sahiplenilmesi ve yaygınlaştırılmasıyla açığa çıkacak. Kitabi olarak değil. Yeni Halkçı belediyecilik yolunda görülmesi, geliştirilmesi ve belki bu sayede eleştirel olarak aşılması da gereken bir zemin Fındıklı deneyimi.
Gelelim Halkçılara siyasal ve toplumsal örgütlenmelerde düşen ikinci göreve: Evet, siyasal karar süreçlerine katılım, üretim süreçleriyle karar süreçlerinin eşgüdümlü hâle getirilmesi önemli fakat bunun yanında bir de, siyasal-programatik bilinçte dönüşüm gereği var. Halkın özneleşmesi, “kendi için halk” hâline gelmesi; bu sayede, tıkanan siyaset alanına, ilişki ve kimlik ağlarının dışından, yeni ve dinamik kadroların girişinin kolaylaşması için, özellikle siyasal eğitim süreçlerinin daha fazla ciddiye alınması gerekiyor. Bunu sadece CHP için değil, sosyalist partiler için de; yani bu yerel seçimde “Halkçı” aday vurgusu yapan tüm siyasetler için de söylüyorum. Kuşkusuz bu siyasal eğitimin içeriği, halkın sosyal, ekonomik, siyasal çıkarları için ortak bir örgütlenme ve özneleşme kültürünün bilincine varabilmesini amaçlamalı. Kendi ayakları üzerinde duran, düşünen, sorgulayan ve sorgulatan, model geliştiren; sahip olunan kaynakları, dönüştürücü tarzda, dünya örneklerini ve kendi tarihsel deneyimlerini bilerek kamucu örgütlenmeler yolunda seferber edebilen, slogan ve söylemin ötesine geçebilen yeni halkçı öncülere ihtiyaç var. Bunun için aydın öncülerin yeni halkçı öncülerle buluşmasını sağlayacak alternatif bilim ve eğitim mekanizmalarının, kamusal etkileşim kanallarının açılması, bu geçiş süreci açısından bana zorunlu görünüyor. Bu, aydın öncünün dönüşümü için de gerekli; maddi şartlarda halklaşmak, dilde/ önem verilen meselelerde ortaklaşıldığı anlamına gelmiyor. Halkı tanımak, teoriyi ve programı bu çerçeve içinde sürekli güncellemek gerekiyor. Aksi hâlde, iktidarıyla muhalefetiyle kapalı devre işleyen, siyasal alanı daraltan otoriter bir iktidarla yeni kadroların yükselmesini, gelişmesini engelleyerek kapalı devre bir iç iktidar mekanizması oluşturan muhalefet güçleri, dışarıdan bakınca birbirlerine rakip, halka karşı ise dışlayıcı/ daraltıcı bir siyasal kültürün ortak oluşturucuları gibi görünmekten öteye gidemeyecekler. Sözüm olsun; bu siyasal eğitim konusuna ve alternatif eğitim/ bilim kamusu oluşturmanın neden zorunlu olduğu tezine ileride örneklerle tekrar döneyim.
Bu ilk yazıya ilerideki birçok yazının da ipucunu bırakmış oldum. Birlikte tartışalım, konuşalım, geliştirelim isterim. Çare, çıkış arayanlarız sonuçta.
Not: Fikir gazetesinin yolu açık olsun. Buradaki ilk yazım eşimle birlikte üniversiteden/ akademik hayattan istifa ettikten sonraki ilk günümüzde yayımlanıyor. İlkeli, mücadeleci insanlar; ayrımcılığın, haksızlıkların olmadığı, halkın kamusal çıkarına göre işleyen, adaletin merkezinde yer aldığı demokratik bir düzen arayışını her yerde, her koşulda sürdürmeyi bilirler. İstibdat karşıtı tarihsel geleneğimiz, fikirleri nedeniyle haksızlıklara maruz bırakılmış aydınlar kuşağının ışığıyla yolumuzu aydınlatmaya elbette devam edecek. Susanlardan olmamanın onuruyla, gururuyla. Yazmaya, anlatmaya, yeni/ alternatif mecralarda eğitim ve bilim yolunda mücadeleye devam.
Yorumlarınız için: yildirimdeniz1979@gmail.com