Sevde Ünal, Nimet Akgün, Nevin Yıldırım, Fikriye Özbek, Çilem Doğan ve nicesi… Şiddete maruz kalan bu kadınlar, öz savunma haklarını kullandıkları için şu an cezaevindeler. Türk Ceza Kanunu, meşru savunmaya ilişkin şöyle diyor:
TCK / Madde 25- (1) Gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı o anda hal ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez.
TCK / Madde 27- (2) Meşru savunmada sınırın aşılması mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelmiş ise faile ceza verilmez.
Geçmişte gerçekleştirdiği projelerle kadınlara ücretsiz öz savunma dersleri veren Kick Boks antrenörü avukat Suzan Yuşan ile öz savunmayı ele aldık. Öncelikle hukuki olarak meşru savunmanın ne anlama geldiğini aktaran Yuşan, 25. Maddede yer alan ‘gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan’ ifadelerine dikkat çekti.
Yuşan, 10 yıl boyunca şiddete maruz kalan bir kadının, 11. yılda da şiddet göreceği fikrine hakim olduğunu dile getirirken, tek seferlik saldırılara da değindi:
“Meşru savunma sürekli maruz kalınan bir saldırıya karşı da olmayabilir, böyle yanlış bir algı da yaratmak istemiyorum. Sokaktayım, yürüyorum ve tek seferlik bir şiddete ya da tacize maruz kalıyorum. Orada kullandığım, geliştirdiğim savunma öz savunmadır. Ancak bunun, o an gerçekleşen ya da gerçekleşmesi yönünde kanaatimin oluştuğu bir fiil olması gerekiyor ve saldırıyla orantılı olması gerekiyor.”
SALDIRIYA DENGELİ YANIT: ORANTILILIK İLKESİ
Sokaklarda kadınların güvenle yürüyemediğini vurgulayan Yuşan, kendisinin de hem avukat hem antrenör bir kadın olarak, eğer yürürken kulaklığı takılıysa müziği kıstığını ve arkadan bir saldırı olursa tetikte kalmak ve aksiyona geçebilmek tedirginliği ile yürüdüğünü belirtti. Ayrıca orantılılık ilkesinin altını çizen Yuşan, Madde 25’te yer alan ‘orantılı biçimde’ ifadesine dair şu örneği verdi:
“Sokakta bir saldırıya maruz kaldığımda o anki hâl ve koşullara göre, saldırıyla orantılı olabilecek şekilde bir savunma mekanizması göstermem gerekiyor. Örneğin arkamdan birisi saldırdığında yanımda bir kesici, delici alet mi var? Bunu saldırganın göğsüne değil de, o an kurtulmak için bacağına saplamak gibi örneklendirebilirim. Sadece kadın örneğinden değil, herhangi bir meşru savunmada da orantılılık çok önemli. Hatırlarsanız bir ara Kadir Şeker örneği çok tartışılıyordu. Şeker’in ceza almasının sebebi neydi? Hem o bıçağı taşıyor olması hem de bıçağı saldırganın direkt göğsüne saplamasaydı. Burada orantılılık ilkesi zedelendiği için çok tartışılmıştı. Bıçağı bacağına saplayıp kaçsaydı ya da o anki saldırıyı bir şekilde def etseydi, saldırıdan korunma amacının orantılı olması sebebiyle meşru görülebilecekti. Yani önemli olan şey gerçekleşen bir saldırı anında o anki hâl ve durumlara göre en makul yöntemle kendimizi kurtarmak.
Aslında öz savunma; kadınların temel anlamda bir savunma mekanizması olarak tekme, yumruk, yakın savunma gibi metotları bilmesi ve hiç kesici, delici bir alete gerek kalmadan hızlıca saldırıyı def ederek kendini güvenli bir alana atması, belki bir kolluk kuvvetini araması, örneğin ara sokaktaysa caddeye çıkıp yardım istemesi gibi örneklendirilebilir. Meşru savunmayı böyle özetleyebiliriz.”
“NE KADAR YASA GETİRİRSEN GETİR, UYGULAMADIKTAN SONRA…”
Yuşan’ın aktarımlarına göre, Türkiye’deki yasalar yeterli fakat işleyişte sorun yaşanıyor. Kadınların pek çoğunun güvence altında hissetmemesinin temel sebebinin işleyişteki problemler olduğunu ise şu sözlerle ifade ediyor:
“Hep diyoruz ya, ‘Türkiye’de ne kadar yasa getirirsen getir, uygulamadıktan sonra ya da halkın gözünde uygulanabilirliği yönünde bir kanaat oluşturmadıktan sonra çok önemi olmuyor’. Zaten kadınların pek çoğunun kendini çaresiz ve güvence altında hissetmemesinin sebebi de bu. ‘Yasalar var ama kolluk kuvveti gelmiyorsa, gelip beni yatıştırıp geri gidiyorsa ya da koruyucu tedbirler, önlemler, uzaklaştırma kararları hemen alınmıyorsa; yasaların kâğıt üzerine var olmasının benim için bir önemi yok’ algısına kapılıyorlar. Bu durumun kabullenilmesi kadının herhangi bir yönteme başvurmamasına veya başvursa bile umutsuz olmasına sebep oluyor.
Medyaya yansımasıyla gündeme düşen ve öz savunma ile hayatta kaldıkları için cezaevine giren kadınların çoğu sistematik bir şekilde şiddetin her türlüsüne maruz kalan kadınlardı. Türkiye’deki iklimden, alınan yargı kararlarından, yetersiz önlemlerden, faillerin hapisten hemen çıkmasından ve hatta kadına daha da bilenmiş olarak çıkmasından bıkarak, ‘Benim tek çarem bu kişiyi öldürmek’ diyorlar. Söylediklerim çok yanlış yönlere çekilebiliyor. Ben bir insanı öldürmeyi meşrulaştırmak için söylemiyorum bunları. Sistematik şiddete maruz kalan kadınlar, Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) yaşıyorlar ve başka bir alternatif göremiyorlar kendileri için. TSSB altında bu fiili işlemiş oluyorlar. Fiilin sonuçlarını düşünmeden, orada başka bir çare görmeyerek bunu yapıyorlar.”
ÖRSELENMİŞ KADIN SENDROMU VE ‘THE BURNING BED’ ÖRNEĞİ
Amerika’da ortaya çıkan ‘Örselenmiş Kadın Sendromu’ndan (Battered Woman Syndrome) bahseden Yuşan, bu durumun altyapısında TSSB yattığına dikkat çekti. Peki nedir Örselenmiş Kadın Sendromu? Örselenmiş Kadın Sendromu’nun Amerika’da tartışıldığı neredeyse ilk ve önemli davalarından biri Francine Hughes davasıdır. Hughes evlilikleri süresince maruz kaldığı şiddet yüzünden bir süre önce eşinden boşanmıştır. Fakat eşi Mickey Hughes’un geçirdiği bir kaza sonrası Francine eski eşinin bakımını üstlenmiştir. Hughes, eski eşi iyileştikçe, boşanmalarına sebep olan şiddet sarmalına tekrar maruz kalmıştır. Şiddetin dozu da gün geçtikçe artmaya devam ederken 9 Mart 1977 tarihinde yine ağır bir şiddete ve aşağılanmaya maruz kalan Hughes, devamında eski eş tarafından tecavüze de uğramıştır. Başka türlü kurtulamayacağına kanaat getiren kadın, eski eşi uyuduğu esnada yatağının etrafına benzin dökerek ateşe vermiş ve içinde olduğu şiddet sarmalına son vermiştir. Francine Hughes görülen duruşmalar sonunda 3 Kasım 1977’ de beraat etmiştir. Bu olay kamuoyunda geniş bir yankı oluşturdu ve hatta 1984 yılında ‘The Burning Bed’ adlı bir filme uyarlandı. Yuşan, Örselenmiş Kadın Sendromunu, The Burning Bed örneği üzerinden şu ifadelerle aktardı:
“Sistematik şiddetin sonucu gerçekleşiyor genelde bu olaylar. 20 yıl şiddete maruz kalan bir kadın, ‘Artık beni devlet korumuyor, ailem korumuyor, toplum zaten kadın olarak beni hor görüyor ve bana boşanmadan sonra yeni bir hayat sunmuyor. 20 yıl evin yüküyle boğuşmuş bir kadın olarak kocamdan ayrılınca ya da yeni bir hayat kurunca da aydınlık günler beni beklemiyor’ diyerek bunu yapıyor. Örselenmiş Kadın Sendromu’na yurtdışındaki yargı kararlarında değiniliyor artık. En azından böyle bir tabir oluşturulmuş. Türkiye’de mesela bunu ele alabilirler. Bilirkişiler, psikiyatrlar, psikologlar, adli tıpçılar bu işler için varlar. Benzer dosyalarda bir heyet oluşturulup heyet ışığında kadının hangi durumlarda bu savunmayı gerçekleştirdiğini inceleyebiliriz.”
“KULÜBE GELEN KADINLARIN YÜRÜYÜŞLERİ BİLE DEĞİŞİYORDU…”
“Yakın Savunma ve Caydırıcı Savunma Teknikleri Aracılığı ile Kadınlara ve Çocuklara Yönelik Şiddetin Önlenmesi” adlı proje ile kadın dernekleri ve polis merkezleri aracılığıyla ulaştıkları şiddet mağduru kadınlara ücretsiz öz savunma dersleri veren Yuşan, verilen eğitimin kadınların hayatındaki etkilerini şu sözlerle anlattı:
“Temel bir fiziksel eğitimden başlayıp daha sonra ‘tekme nasıl atılır, yumruk nasıl atılır, bedenimizin geliştiğini gördükçe ona nasıl katkıda bulunabiliriz, bedenimize ne şekilde fayda sağlayabiliriz’ gibi eğitimlerle devam etmiştik. Ben bunu yine herkese öneriyorum. Çünkü öz savunma bilen bir kadın öncelikle fiziksel olarak güçlendiğini, geliştiğini, bedenine artık daha iyi baktığını ve bedeninin ona güzel yanıt verdiğini hissediyor. Aynı zamanda ‘saldırganın zarar alabileceği ve en çok acı çekebileceği noktaları biliyorum’ diye de özgüven veriyor. Evet, belki Alsancak’ın göbeğinde bir şiddete maruz kalmayacaksın ama gece evine dönerken de rahat bir şekilde yürümen gerekiyor sokakta. Kadınlar hangi tekniği nasıl kullanacaklarını bildikçe daha özgüvenli yürüyorlar. Yani yürüyüşleri de değişiyordu kulübe gelen kadınların. Çünkü neler yapabileceklerini, kendilerini azımsamamaları gerektiğini, aslında 45 kilo olan bir kadının bile doğru teknikle ve doğru şekilde öz savunma geliştirebileceğini görmeleri iyi oluyor. Ayrıca temel bilgilendirmeler de yapıyorduk orada; hangi kurumlara başvurabilirsiniz, hangi kanunlar sizi koruyor, neler yapabilirsiniz, süreç nasıl işler gibi eğitimler veriyorduk.”
Eğitimlerin aynı zamanda sosyalleşme imkânı sağladığına değinen Yuşan, bu sayede kadınların topluma katılımlarının arttığını dile getirerek, “Kadınlar sosyalleşmeyi öğrendiğinde de kendilerini buluyorlar. Ayrıca Kick Boks’ta ve Taekwondo’da -elbette birkaç kuşak atladıktan sonra- hakem ve antrenör olabiliyorsun. Ben hep kadınlara bunu anlatıyordum ve bu da kadınların hoşuna gidiyordu. Belki hiç eğitim almamış, üniversiteye gitme şansı olmamış bir kadın; ben hakem olurum, ayda iki gün maça giderim, maç yönetirim, para kazanırım gibi fikirlere sahip oluyordu.”
SALDIRIYI DEF ETME BİLİNCİNİN DOĞRUDAN VE DOLAYLI FAYDALARI
Son olarak dövüş ve savunma sporlarının, gündelik yaşam pratiklerinde kadınların kendini korumaları noktasındaki işlevselliğine değinen Yuşan, şu cümleleri kullandı:
“Elbette 8 metre öteden ateşli bir silahla size saldırılırsa kurtulamıyorsunuz. Fakat bir erkekle tartışıyorsun ve bileğini büktü ya da arabadan ineceksin ve inmemen için kolunu tutuyor… Bu ve benzer durumlara karşı mukavemet ve direnç gösterebiliyorsunuz. Kaslarınız, bilekleriniz, eklem yerleriniz güçleniyor ve saldırganı ne şekilde def edebileceğinizi biliyorsunuz öncelikle. Ayrıca bu sporların fiziksel olarak kişiyi güçlendirmesi; daha çelik, daha atik olmak da fayda sağlıyor. Kondisyonunu artırması, saldırgan senin üzerine doğru koştuğunda bile en azından senin ondan kaçıp uzaklaşmanı, güvenli bir alana gitmeni sağlıyor. Yani hem yumruk atmayı bilmek doğrudan faydalı oluyor hem de kondisyonunu artırması dolaylı yollardan faydalı oluyor.”
KADINLARDA KENT GÜVENLİĞİNİN PSİKOLOJİSİ
Kadının kentteki güvenlik duygusunu ve özsaygısının artmasının kişisel güvenlik duygusuna ilişkin etkilerini değerlendiren Uzman Psikolog İrem Öztürk, temel sorunun ataerkil yapıdan geldiğini vurguladı. Cinsiyetler arası eşitsizliğin bireysellikten öte toplum tarafından kabul edilen ve özümsenen kurallardan biri olduğunu belirten Öztürk, “İlk emareler ailede başlıyor. Bir kız, bir erkek çocuğu olan dört kişilik bir aile düşünelim. Anne kızından odasını toplamasını sözel olarak isterken oğluna bir şey demiyor. İlk tohum atıldı bile. Erkek çocuk şunu düşündü: ‘Demek ki erkekler işlerini kadınlara yaptırabilir, evi toplamak kadının görevidir.’ Çocuklar biraz daha büyüdü, lise çağına geldi. Kıza sürekli kendini koruması, sakınması gerektiği tembihlenirken oğlan; genç delikanlı, kanı deli akıyor olmasıyla övüldü. Erkek çocuk şunu düşündü: ‘Demek ki ben istediğimi yapabilirim, sorumluluk kıza ait, kabul etmeseymiş.’ Daha farklı bir aile yapısı düşünelim. Yine bir kız, bir erkek çocuğu olan dört kişilik bir aile hayal edelim. Bu sefer anne hem kızından hem oğlundan odasını toplamasını istiyor. Baba ile anne evde görev dağılımı yapıyor. Bu sefer akrabalardan ve komşulardan şu eleştiri geldi: ‘Kız gibi oğlan yetiştiriyorsun!’ Örnekler her daim bu kadar açık olmak zorunda değil. Ataerkil yapı dilimize, hareketlerimize, oturmamıza kalkmamıza işlemiş durumda. Bazen çok sinsi, gözle göremediğimiz şeyler yaşıyoruz. Örneğin; erkek çocuğunun ‘Paşam, aslan, kaplan’ vb. söylemler ile sevilmesi. Bu sözcüklerin hepsi ‘güç’ iması barındırıyor. Ya da bazı kızlar için kullanılan ‘Erkek Fatma’ söylemi. Size göre ‘dişilik’ tanımına uymadığı için Fatma’yı ‘erkek’ yapıyorsunuz.” dedi ve ekledi:
“Sosyal psikoloji şöyle söyler: Avantajlı bir grup hiçbir zaman avantajını kaybetmek istemez. Bu durumda erkeklerin (her erkek böyle demiyorum, ataerkil sistemin ‘zehirlediği’ kısımdan bahsediyorum) bir anda ‘Tamam, kadınlar da var ve önemliler’ demesini bekleyemeyiz, bu hayalperestlik olur. Bizim bugün attığımız adımlar bir temel. Nesiller boyu sürecek bir hareketi başlatmaya çalışıyoruz. Toplumun yapısı iki günde değişmez ama iki nesil sonra değişebilir. Kendi haklarımızı savunmak, kendi ayağımızın üzerinde durmak ve sonraki nesle bunu aşılamak ile başlıyor her şey.”
Kadınların güçlendirilmesinde izlenecek yolun rasyonel olması gerektiğini belirten Öztürk, “Kadını güçlendireceğiz derken temeli olmayan bir özgüven aşılarsak kadın bir noktada zarar görür. Kadın bir yetişkin olarak hem kendini korumasını bilebilir hem de özsaygısını sürdürebilir. Bazen içi boş eylemler görüyoruz: ‘Kadın sokağa çıplak çıkabilir’ gibi. Hayır, çıkamaz. Çıkmasın, ne gerek var? Kimse sokağa çıplak çıkmasın. İşte bu ‘Don Kişotçuluk oynamak, kendinizi asıl bu sefer riske atarsınız. Dünyanın, cinsiyetten bağımsız, bazı kuralları var. İşe pijamayla gitmemeniz, denize abiye ile girmemeniz gerektiği gibi. Kadının yapacağı en güzel güçlenme ilk etapta kendi ayaklarının üzerinde durmaktan geçiyor.” ifadelerini kullandı.
“KADINLARIN YAŞAMLARININ TÜM DÖNEMLERİNDE ERKEKLERE ORANLA HASTALIK VE STRES YAŞAMA İHTİMALLERİ DAHA YÜKSEK”
Öztürk kadınların güvenlik endişelerinin, psikolojileri ve günlük yaşamları üzerindeki etkilerini ise şu sözlerle aktardı:
“Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yansımaları en belirgin şekilde sağlık alanında karşımıza çıkmaktadır. Bu etkiler hem doğrudan psikoloji üzerinde hem de psikoloji aracılığıyla fiziksel sağlığın bozulması olarak kendini gösterir. Kadınların yaşamlarının tüm dönemlerinde erkeklere oranla hastalık ve stres yaşama ihtimalleri daha yüksek. Neredeyse tüm fizyolojik hastalıklar ve hastalık belirtileri kadınlarda erkeklere göre daha fazla. Ruh sağlığı açısından baktığımızda; toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin kadın ruh sağlığına etkilerini kaygı, depresyon, travma sonrası stres bozukluğu olarak görüyoruz.
Tüm bu rahatsızlıklar sonucunda kadın daha kalitesiz bir hayat yaşamaya başlar. Yaşamındaki işlevsellik seviyesi düşer. Kişisel refahı olmadığı için kendine vakit ayırmaz, öz bakımı düşer, bir aktivite yapmak istemez, kendi içine kapanır. Toplumdan kendini soyutlayan kadınları da görüyoruz. Depresyonun en kötü sonucu olarak da intiharı görüyoruz, kadın kendi yaşamına son verebilir. “
ERİL ŞİDDETİN SEBEPLERİ NELER?
Eril şiddetin arkasında yatan faktörleri; erkeklik normları, toplumsal cinsiyet rolleri, model alma, yetersizlik duygusu ve duygularını ifade edememe olarak sıralayan Öztürk, bahsi geçen faktörleri şu sözlerle açıklıyor:
“Erkeklik normları: Erkeğe atfedilen özellikler ve ona yüklenen kurallardan söz edebiliriz. Örneğin; erkek güçlüdür, erkek masaya yumruğunu vurur, erkek doğuştan askerdir vs. Erkeklerin çocukken silahlarla oynamasını, bilgisayar oyunlarının şiddet içerikli olmasını normalleştiririz. ‘Şiddet’ olgusu güç simgesi ve erkeğe özgü olarak algılanır.
Toplumsal cinsiyet rolleri: Sadece erkeğe değil, kadınlara yüklenen roller de söz konusu olmaktadır. Kadının daha boyun eğici, fedakâr, hanım hanımcık, sessiz sakin olması beklenir. Örneğin, ben çocukken anneannemin şu söylemine şahit olmuştum: ‘Kadın dediğin biraz susacak ki kocası da kızmasın’. Bu cümle çok açık bir boyun eğme cümlesi ancak o bunun farkında değil.
Model alma: Hepimiz bir aileden geliyoruz. Hayata dair ilk tecrübelerimizi, ilk kazanımlarımızı ailede ediniyoruz. Çocuklar çok iyi gözlemcilerdir. Anne-baba ilişkisini gözlemler ve bunu hayatına modeller. ‘Demek ki karı-kocalık böyle bir şey’ olarak zihnine kodlar. Eğer ailede kadına şiddet öyküsü varsa, çocuğun ileriki hayatında şiddet uygulayıcısı hâline gelme ihtimali vardır.
Yetersizlik duygusu: Bir diğer sebep, kişinin hissettiği ve baş edemediği yetersizlik duygusu olabilir. Hissettiği yetersizliği kendisinden fiziksel olarak daha zayıf, daha kuvvetsiz birinin üzerinde gücünü göstererek telafi etmeye çalışıyor olabilir.
Duygularını ifade edememe: Toplumda erkeklere öğretilen bir şey daha var. O da; öfke ve düşmanlık dışında hiçbir duyguyu hissetmemeleri gerektiği. Çok bilindik bir şarkı sözü vardır: ‘Erkekler ağlamaz, sil gözyaşını.’ Erkeklerin üzülmeye, ağlamaya, nahif olmaya, coşkulu tepki vermeye hakkı yoktur. Erkekler en zorlu olaylarda bile duvar gibi durmalıdır. İş öfke ve düşmanlığa gelince durum değişir. Erkek dediğin öfkesini gösterecek, gerekirse karşı tarafın ağzını burnunu kıracak…. Bu öğretiler sonucunda erkek sadece öfke göstermeyi öğrenir, çoğunlukla altta yatan duygularını fark edemez bile.”
“TSSB GELİŞTİREN KİŞİ KİMSEYE GÜVENEMEYECEĞİNİ VE DÜNYANIN KÖTÜ BİR YER OLDUĞUNU DÜŞÜNEBİLİR”
Süregelen bir şiddete maruz kalma durumunun travma sonrası stres bozukluğuna (TSSB) yol açacak kapasiteye sahip olduğunu belirten Öztürk, her TSSB geliştiren bireyin şiddet uygulayıcısına dönüşeceği yönünde bir kural olmadığını vurguladı. Son olarak ise TSSB’ye dair şunları aktardı:
“Bir veya daha fazla travmatik olaya maruz kalmanın ardından karakteristik semptomların gelişmesidir. Karakteristik semptomları dört gruba ayırırız: İlk olarak, kişi travmatik olayı yeniden deneyimler. Sanki tekrar aynı olay oluyormuş gibi hissedebilir, rüyalarında olay tekrarlayabilir, çocuklarda olayı oyunlarda tekrar tekrar canlandırma görülebilir. İkinci olarak kişi travmatik olayı hatırlatıcı olan her şeyden kaçmaya çalışır. Olayın gerçekleştiği yere gitmemek gibi. Üçüncü grupta kişinin düşüncelerinde ve ruh hâlinde yaşanan olumsuz değişimler yer alır. Kimseye güvenemeyeceğini ve dünyanın kötü bir yer olduğunu düşünebilir, olumlu duyguları hissedemeyebilir. Son olarak aşırı uyarılma belirtileri görürüz. Her an tetikte olma ve çabuk irkilme, uyarılma belirtileridir. Bu belirtiler kişinin hayat kalitesini düşürür ve genellikle TSSB’ye başka psikolojik bozukluklar da eşlik eder. Detaylıca değerlendirme ve uzman desteğini gerektirir.”