“Gençliğim, tecrübesizliğim, cinsiyetim; hepsi aleyhime işliyordu.” Bu sözler, hakkı ancak çok sonraları teslim edilen, sinemanın ilk kadın yönetmeni, Alice Guy-Blaché’ye ait. Sözcükler satır aralarında Blaché’nin bir kadın olarak sinema sektöründe yaşadığı sıkıntıların kökenini ifade ediyor. Gençlik ve tecrübesizlik makul düzeyde kabul edilebilir –ki zamanla iki gerekçe de geçerliliğini yitiriyor- ancak meselenin ‘cinsiyet’ kısmı kolay affedilir değil. Çünkü erkek egemen sinema hâkimleri, sırf kadın olduğu için, bu öncü yönetmenin mirasını hafızalardan silmeye çalıştı. Oysa o, film denen mucizevi anlatımı çağdaşı yönetmenlerden çok daha önce kendi merakıyla, el yordamı ve sanatsal yatkınlığıyla öğrenmiş, yeni yollar aramıştı. Blaché; tarihin ilk kurmaca filmi Lahana Perisi’ni (A Fee aux Choux, 1896) çekmesine, Hollywood’un daha h’si yokken büyük bütçeli ilk yapım şirketlerinden birini (Solax’ı) kurmasına, sinemanın atası sayılan David Wark Griffith’ten çok önce paralel kurgu yöntemini ve epik sinemayı denemesine rağmen, büyük sinema kâbesi tarafından uzun yıllar göz ardı edildi. 1896 ile 1920 arasında, hem de birbirinden farklı türlerde, bine yakın film çekti ancak bu filmlerin büyük kısmından adı çıkarıldı. Çünkü tarihin her noktasında olduğu gibi sinemada da hikâyeyi erkekler yazıyor.
Yüz yıl sonra bugün ne değişmiş diye baktığımızda sektörde yer almak isteyen kadınlar, hâlâ Alice’in cümlesini kuruyor. Çünkü sinema camiasının azımsanmayacak kadar büyük bir kısmı, film yapmayı hâlâ erkek işi olarak görüyor. Eğlence dünyasının sırtından para kazanan kodaman yapımcılar, bir filmin yönetim sürecini kadına teslim etmekten çok korkuyor. “Dünya Kadın Sinema Yönetmenleri” adlı başucu kitabı hazırlayan Gabrielle Kelly ve Cherly Robson’ın bulgularına göre, filme yapılan yatırım arttıkça kadın yönetmenlerin yüzdesi azalıyor. Oysa aynı bütçeye sahip çalışmalarda, kadın yönetmenlerin filmleri de erkeklerinki kadar başarılı. Yoksa bu kıskançlığın temelinde Alice’in mirası mı var? Erkek kültürü, böylesine köklenmiş bir anlatı aracında kadınların varlığından rahatsız mı oluyor? Buna karşılık kadını bedenen ve ruhen ‘eril filmlerin’ dünyasına sıkıştırmaktan geri kalmayacak kadar da ikiyüzlü davranıyor. Bu çelişki değişen koşullara, aydınlanan zihinlere rağmen bugün de etkisini yitirmiş değil.
Kadınların yaşamın hemen her alanında karşılaştığı cinsiyet ayrımcılığı, özellikle sinema endüstrisinde yoğunlaşmış durumda. Kadınlar, çok uzun yıllar boyunca hem üretilen filmlerde hem de film üretim sürecinde ikinci hatta üçüncü plana itildi. Sessiz sinema döneminde Hollywood’un yükselişinde pay sahibi olsalar da hakları hiçbir zaman teslim edilmedi. Ancak 1970’lerden sonra toplumsal cinsiyet odaklı akademik çalışmalarda anımsandılar. Bunun ötesinde erkek bakış açısının yazdığı, yarattığı bir dünyanın parçaları olarak düşünüldüler.
Kadınlar, bir filmin olmazsa olmazı sayılan çok önemli eylemleri yerine getirseler bile daima ‘cinsiyet rollerine göre belirlenen ‘iş’lerle kısıtlanarak edilgen bir konuma indirgendi. Sinemanın önemli kurgucularından Walter Murch’ün dikkat çektiği dikiş makinesi örneğine bakmak bile üretim sürecindeki ‘cinsiyetçi’ yapıyı anlamak için yeterli: Erken dönem sinema endüstrisinde kadınlar, genelde kurgucu olarak çalışırdı. Bunun nedeni, analog kurgunun bir kesip-biçme-yapıştırma işi olarak ‘dikiş’e benzetilmesiydi. Bu hâliyle kurgu, incelik ve sabır gerektiren bir eylem olarak kadınlara uygun görülmüştü. Buna karşılık, yüz yılı deviren sinema sanatında çok değerli kadın kurgu sanatçıları (Yelizaveta Svilova, Thelma Schoonmaker, Sally Menke vd.) yoğun emeklerine rağmen erkekler kadar öne çık(a)madılar, adları geniş kitlelerce bilinmedi.
Ama sinema, özellikle de ana akım sinema, kadınlara içerikte bile değer vermemişti ki gerçekte versin! Anlatılan öykülerde, kadınlar hemen her zaman ana kahramana destek ya da köstek olan bir yan unsur olarak yer alır. Onlara, korku filmlerinde üzerinden her türlü kirli muhafazakâr düşüncenin yürütüldüğü, çoğu kez cezalandırılması gereken günahkâr kadın, Western filmlerinde ve polisiyelerde kahramanın uysal, sadık eşi; kara filmlerde kahramanı kışkırtıp, yoldan çıkaran, başını belaya sokan ‘femme fatale’ (ölümcül kadın), macera filmlerinde erkeğin ayağına dolanan sakar, aciz, yardıma muhtaç ya da sevimli olduğu için sineye çekilen komik kadın; tarihi filmlerde serüvenden serüvene koşan yavuklusunu, kocasını sabırla bekleyen eş rolleri verilir. Aşk ve tutku filmlerinde, erkeklerin içini gıcıklayan arzu nesnesi, ulaşılamayan bir güzellik ve tanrıça olarak sunulur. Aile olgusunu korumak isteyen örneklerde, erkek kendisini tuzağına düşürmek isteyen kadından kurtulup yuvasında onu sorgusuz sualsiz bekleyen kadına döner. Bütün bu filmler, ürettiği arzuyu çoğaltıp kendini yineleyen arketiplere dönüştürür. Elbette kökenleri ataerkil anlatıların kolektif zihnimizi eğittiği çok eski dönemlere kadar gidiyor.
Bu filmlerdeki eğreti, gerçekdışı kadın imgesi; Laura Mulvey’nin sinemada kadın temsiline ilişkin çığır açan makalesinde (Görsel Haz ve Anlatı Sineması,1975, Screen dergisi) belirttiği hazcı eril bakışın bir sonucu olarak üretilir. Lacan’ın ayna teorisinden yola çıkan Mulvey, seyircinin sinema perdesinde/ ekrandaki ideal egoyla özdeşleşme isteğine vurgu yapar. Kadının varlığı daima bir ‘erkek bakış’ın sonucudur, bu anlamda cinsel olarak denetlenmesi gereken bir nesneden farksızdır. Dişil imgeler ve karakterler; erkek egemen fantezinin, korkunun ve düşgücünün ürünü olarak eril için daima ‘öteki’ olur. Bu yüzden de ya zapt etmek ve korumak ya da bertaraf etmek gerekir.
Hollywood’un başı çektiği ana akım sinemanın bu tehlikeli yaklaşımı, Kadın Mücadelesi’nin öne çıktığı 60’lı yıllarda esneme gösterir elbet. Ve zamanla ‘kadın filmi’ denen bir terim ortaya çıkar. Kadınlara biraz daha gerçekçi bir yerden bakmayı deneyen, baş kahramanı kadın olan filmler… Çoğunlukla romantik ve ailevi olmak üzere kişisel ilişkileri konu aldıkları için ‘duygusal filmler’ olarak da adlandırılırlar. Kadın hareketinin rüzgârını kaçırmak istemeyen stüdyolar tarafından finanse edildikleri için -en azından ilk dönemlerde- yönetmenleri genelde erkektir. Bu filmlerin tamamına gerçeklikten uzak diyemeyiz, içlerinde kadın dünyasını samimiyetle anlamaya çalışanlar da vardır. Fakat geleneksel anlatı sinemasının toplumsal cinsiyet eşitliği açısından tavrına bakıldığında bunu yeterli bulmak olası değildir. Bu noktada sinemanın ihtiyaç duyduğu şey, kadınlar tarafından kadın bakış açısıyla anlatılan öyküler ve sanatsal denemelerdir.
Alice Guy-Blaché’nin erkeklere kıskançlık ve korku veren mirası, ataerkil sistemle mücadeleden vazgeçmeyen yaratıcı kadın yönetmelere ilham olarak bu noktada yine devreye giriyor. Böylece erkek bakışının tektipleştirdiği anlatılardan kurtuluyor, Sürrealist denemelerden (Maya Deren), kadın ruhunun gizemlerine dalan, Yeni Dalga’nın bilge anlatıcısı Agnes Varda’ya, feminist gerçekliğin çarpıcı ve derin uçlarından (Chantal Akerman), varoluşçuluğun avangartlarına (Marguerite Duras) kadar çok daha incelikli ve özgün filmlerle karşılaşıyoruz. Bu filmlerde yaşamımıza dokunan kadın karakterler var. Onlar gündelik yaşamda karşımıza çıkan, her gün yüz yüze geldiğimiz ancak duygularını, yeteneklerini, sezgilerini, içsel zenginliklerini merak etmediğimiz için sahiden tanış(a)madığımız gerçek kadınlar. Kadınların sineması bizi bu gerçeklikle buluşturuyor işte. Erkek bakışının yarattığı yanılsama duvarını kırıyor. Masal, destan, efsane gibi binlerce yıllık anlatılardan süzülüp gelen kalıplaşmış düşünceleri parçalıyor. Böylece anlatılmamış hikâyeleri, daha dürüst, içten bir gerçeklikten görebiliyoruz. Bu, kuşkusuz toplumsal cinsiyet eşitliğine giden yolda her birimizin geçirmesi gereken bir farkına varma serüveni. Ve buna tek başına erkek yönetmenlerin filmleriyle ulaşmak hiç de kolay değil. O yüzden iyi ki kadın hareketi var, iyi ki eril sisteme sürekli bir çabayla direnen kadın yönetmenler ısrarla hikâyelerini anlatıyor. Jane Campion’ın Piyano (The Piano, 1993) filmindeki dilsiz piyanist Ada’nın tutkularından vazgeçmemesini, Suudi Arabistanlı Haifaa Al Mansour’un çektiği Vecide (Wadjda, 2012)’de yaşadığı toplum kadın olmak konusunda önüne yığınla engel koysa da on yaşındaki kızın yeşil bisiklete ulaşma çabasındaki ısrarı, Hong Kong Yeni Dalgasının önemli yönetmenlerinden Ann Hui’nin Song of the Exile (1990) filminde ataerkil kültürde kendisini alenen ifade eden başkahramanın cesaretini, Kimberly Pierce’ın Erkekler Ağlamaz (Boys Don’t Cry, 2001) filminde cinsel kimlik sorunları yaşayan iç burkucu kadın kahramanın çektiği acıyı veya Amerikan bağımsız sinemasının önemli temsilcilerinden Kelly Reichardts’ın Wendy ve Lucy (2008) filminde hayata sıfırdan başlamaya çalışan ama kalp kırıcı engellerle karşılaşan kadın karakterini nasıl unutabiliriz ki? Bu hikâyeler olmasaydı insanlık deneyimlerimizi geliştirebilir, daha adil ve sevgi dolu bir dünyayı hayal etmeye devam edebilir miydik?
İngiliz Yönetmen Sally Potter, sektörün ikiyüzlü yapısına ilişkin bir söyleşide “Kadınların dünyada verdiği mücadeleyi sinemada verdikleri mücadeleden gerçekten ayıramazsınız.” diyor. “Hiyerarşi olduğu sürece kadınlar şu ya da bu şekilde ikinci sırada gelecekler ya da ikinci sınıf muamele görecekler. Bu durum filmlere yansıyacak çünkü filmler toplumun içinde bulunduğu duruma ayna tutan en güçlü araçlar.”
Sinema bunca yıllık birikiminde sanatsal ve teknik açıdan çok yol kat etmiş olabilir ancak isteyen her kadın film yapma hayallerine ulaşmadıkça, sektördeki kadın-erkek eşitliği dengelenmedikçe gerçek bir toplumsal temsiliyetten söz edilemez. O yüzden daha anlatılacak çok kadın hikâyesi, filmini izleyeceğimiz pek çok kadın yönetmen olacak. Gerçek eşitliğe ve anlayışa ulaştığımız günse, sinemanın ruhu özgürlüğüne kavuşacak.