*Gazeteci ve Siyaset Bilimcisi Ali Yağız Baltacı’yla seçimler yaklaşırken toplumsal körlük üzerine söyleşi
Bir siyaset bilimci olarak, Saramago’nun Körlük romanını hangi kavramlar etrafında okuyorsunuz?
Saramago’nun Körlük romanını; siyaset bilimi bağlamında iki kavram/ideoloji etrafında okuyorum:
Bunlar Otoriteryenizm ve Anarşizm.
Otoriteryenizm çoğulculuğun reddedildiği bir sistem. Gücü merkezde toplayan, aynı zamanda gücü elinde bulunduran statükonun her türlü çeteleşme, yolsuzluk ve usulsüzlüğe alan açtığı bir sistem. Romanda iki durum ile de karşılaşıyoruz:
Körler/ hastalar içindeki çete, gücü elinde tutarak “halka” yani diğer insanlara her türlü kötü muameleyi reva görebiliyor. Bunun karşılığında yaşama, barınma ve beslenme haklarını onlara tanıyor.
Bu da otoriter yönetimlerin ortak özelliğidir. Halkı kendisine muhtaç edip tek seçenek olarak kendilerini lanse etme çabası. Kendileri olmadığı zaman halkın seçeneksiz ve mağdur olacağı yönünde manipülasyon da bu tarz rejimlerde sıklıkla görülür.
Anarşizme ise romanın sonlarında rastlıyoruz. Doktorun eşi, çete liderini öldürdükten sonra toplu bir infial ve isyan meydana geliyor. Bu da, otoriter yönetimlere karşı halk hareketlerini akıllara getiriyor. Baskının sonucunda sivil itaatsizlik ve isyan sık sık deneyimlediğimiz bir örnek.
Romanda bir metafor olarak ele alınan körlüğü, insanlığın yaşadığı kriz ortamında yönetim bilimi açısından nasıl yorumlayabiliriz? Bu toplumsal körlükle sizin perspektifinizden anlatılan nedir?
Romanda kör olan insanlar izole edilerek akıl hastanesinde bir odaya/ bölgeye sokuluyor. Burada dışarıyla irtibatları tümüyle kesiliyor. Bir nevi yeni yaşam alanlarında yeni bir devlet, düzen inşa ediyorlar. Bence burada anlatılmak istenen de körlük ile doğrudan bağlantılı değil. Anlatılmak istenen, toplumdan tümüyle izole edilmiş bir grubun, zaman içinde kendi gruplaşma ve çeteleşme faaliyetlerine yönelmesi. Burada da “Homo homini lupus est” yani “insan insanın kurdudur” sözü aklıma geldi. İnsanlar kendi hâllerine bırakıldıklarında barış ve huzur içinde yaşamanın yollarını değil kendi bireysel avantajlarına odaklanıyor ve bu amaç doğrultusunda hareket ediyor. Bunun sonucunda kavga, saldırganlık ve gruplaşma da beraberinde geliyor. Sorduğunuz soruya ilişkin bir diğer çıkarımım ise insanların etik dışı davranışlara eğilimidir.
Toplumsal infialin, cezalandırmanın olmadığı ve “kimsenin görmemesi/ haberdar olmaması” durumunda bireylerin davranışlarına özen göstermeyeceği gerçeğine rastlıyoruz.
İnsanların tuvalet ihtiyaçlarını bile ortalıkta gidermesi bunun en somut örneği olsa gerek. “Nasıl olsa kimse göremiyor” savunması burada devreye giriyor.
Romanda incelenen, belki eleştirilen ya da bir model olarak sunulan yönetim biçimlerinden bahsedebilir miyiz?
Kuşkusuz akla ilk gelen “baskı rejimidir” Bu rejimde kitlelerin sinip otoriteye boyun eğdiklerini gördüğümüz gibi, fırsatını bulduklarında isyan edebileceklerini de anlıyoruz.
Kitlelerin bu isyan için kıvılcıma, bir öncüye veyahut sabırları taşıracak bir olaya ihtiyaç duyduklarını da anlamak mümkün.
Toplumsal kriz ortamında ahlaki değerler, vicdan, iyilik-kötülük gibi kavramlar bu şekilde askıya alınır mı, bunlara tutunmak için toplumsal olarak ne tür refleksler geliştirmek gerekir, sizce roman bu konuda bize neler söylüyor?
Ahlaki normlar, kitlelerin toplumsal yaşamda uymaları gereken davranışları özetler. İnsanlar bu normları, düzen içinde var olabilmek ve sistemin bir parçası olabilmek için kabul ederler. Benimserler.
Toplumsal krizler ise adeta bir turnusol kağıdı niteliği taşır. Zira insanların ahlaki değerlerini ve karakteristik yönlerini açıkça görebilmek için bu zor durumda kaldıklarını veya otoriteden uzaklaştıklarını deneyimlemek gerekir.
Bu bağlamda çocukların; ahlaki değerleri, sistemsel zorunluluk gibi değil insan olmanın özü ve anlamı olarak benimsemeleri gerekir.
Saramago’nun siyasi görüşü romana nasıl, hangi düzeyde yansımış olabilir? Anlatıyı onun sözü üzerinden takip edersek insanlık buradan ne çıkarmalıdır?
José Saramago, Portekiz Komünist Partisi’nin bir üyesi ve dini aidiyeti olarak da “ateizmi” kabul etmiş bir kişiydi.
Bu inanç ve düşünce dünyası bağlamında Körlük romanını değerlendirdiğimizde, Saramogo’nun çok güçlü bir toplum taşlaması yaptığını düşünüyorum. Bu toplum taşlaması insan evladının her daim otorite, güç ve menfaat peşinde olduğunu gözler önüne seriyor.
Aynı zamanda bireylerin sahip olduğu Tanrı inancının da inanç ve hissiyattan ziyade korku kaynaklı olduğu mesajını veriyor.
Bunların dışında ben bir ümitsizlik de sezdim. Saramogo’nun bu romanı 1995 yılında, ömrünün son devresinde yazdığını düşünecek olursak, topluma duyduğu inançta azalma olduğunu ifade etmek mümkün.
Romanın geçtiği ülkedeki hükümetin olaya müdahale biçimi, kriz sürecini yönetme konusundaki yaklaşımını bir siyaset bilimci-gazeteci olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Devletin bu sorunu, yani körlük salgınını, hastaları toplumdan tümüyle izole ederek çözmeye çalıştığını görüyoruz. Hasta olan insanları bir odaya kapatarak, kendilerini tümüyle yok farz ederek süreci savuşturmaya çalıştılar. Şeffaf davranmadılar.
Bunun sonucu olarak ise siyaset biliminin meşhur kuralı çıktı karşımıza: “Yok farz ettiğiniz zaman yok etmiş olmuyorsunuz”. Yok farz ettiğiniz bir toplam, bir noktadan sonra kendi içinde sorunu büyütüp asla başa çıkamayacağınız bir toplumsal yara inşa edebiliyor.
İlk etapta görmezden geldiğiniz sorunlar, ihmal edildikçe ve bastırıldıkça daha büyük sorunlar olarak devletin karşısına çıkıyor. Romanda gördüğümüz durum da bunun yansıması oldu. Daha sonra isyan eden hastalar tüm toplumu ayağa kaldırdı ve devlet açısından sorunu içinden çıkılamaz bir hâle soktu.
Romandaki karakterleri de gözeterek anlatının sınıfsal dinamiklerine dair neler söylenebilir?
Romanın başında kör olarak akıl hastanesine kapatılan insanların farklı sınıfları temsil ettiğini görüyoruz. Bu kişilerin içinde doktor, seks işçisi, hırsız gibi kişiler var. Burada yazar hasta kişilerin akıl hastanesinde oluşturduğu küçük bir toplumu bir ülkeyi oluşturan bireyler olarak bize sunmuş.
Aslında roman içinde burada yaşanan olaylar, toplumun genelinde yaşananların küçük bir yansıması ve gölgesi. Çeteleşme, gruplaşma, mefaatperestlik, şiddet eğilimi, yolsuzluk ve rüşvet çarkı; bizlere aslında bir ülke içinde muktedir olmuş erklerin örneklerini gösteriyor.
Karantina koğuşlarında yaşanan olayları, olgusal olarak siyasi, sosyal tarihte hangi olay veya durumlarla ilişkilendirmek mümkün görünür?
Birçok olayla ilişkilendirilebilir. Ülkemizde herkesin vakıf olduğu çok yakın tarihten bir örnekle ilişkilendirebiliriz:
GEZİ DİRENİŞİ.
Şöyle ki Gezi Direnişi de birbirlerinden çok farklı görüşlere sahip farklı mahallelerden gelen insanların toplu infiali olarak tarihe geçti.
Belki herkesin iktidardan şikâyetleri farklıydı. Ancak ortak oldukları konu şikâyetleri olmasaydı. Tüm öfkeleri, isyanları, tepkileri İstanbul’daki bir parktaki ağaçları koruma dürtüsüyle açığa çıktı. Bununla birlikte aslında tepkileri çok daha derin ve köklü temellere dayanıyordu. Gezi Parkı, bir kıvılcım misyonu üstlendi.
Romanda yaşanan isyan da aslında uzun süredir baskılanan, istismar edilen ve yok sayılan insanların büyük tepkisini açığa çıkarttı.
*Söyleşiyi yapan: Batıgün Sarıkaya