Maden ve Yaşam: Ölüm İlkyaz Yağmurları ile Geliyor…

Balıkesir Balya’da 100 yıl önce kapatılan gümüş madeninin çevreye verdiği zarar halen sürerken, bölgede ölüm ilkyaz yağmurları ile geliyor. Her yıl yağan ilkyaz yağmurlarıyla birlikte Manyas barajını dolduran Kocaçay’da canlı balık, kurbağa ve kaplumbağa kalmıyor.

Erzincan’ın İliç ilçesinde Çöpler Altın Madeni’nde meydana gelen kimyasal yüklü liç yığınının kayması sonucu toprak altında kalan dokuz insanımıza halen ulaşılamadı. Türkiye 31 Mart Yerel Seçimlerine odaklanırken, Çöpler’de 13 Şubat’ta meydana gelen kayma sonrası bölge büyük bir çevre felaketi ile karşı karşıya kaldı.

Balıkesir Balya’da 100 yıl önce kapatılan gümüş madeninin çevreye verdiği zarar halen sürerken, bölgede ölüm ilkyaz yağmurları ile birlikte geliyor. Çevre aktivisti, yazar ve belgeselci Uğur Sümer, Balya’da 3,5 milyon ton atık olduğunu ve 1938 yılında kapatılan bu madenin çevresinde bir yeşil ot dahi bitmediğini belirtiyor. Sümer, aradan 100 yıl geçtiği halde her yıl yağan ilkyaz yağmurlarıyla birlikte Manyas barajını dolduran Kocaçay’da canlı balık, kurbağa ve kaplumbağanın kalmadığını söylüyor. 

Uşak’ın Eşme ilçesinde bulunan Kışladağ altın madeni de Eşme ve Ulubey çevresini zehirlemeyi devam ediyor. Maden çevresinde kuyular pınarlar çoktan kurudu. Yaz yağmurlarından sonra bahçe, bağ bostan bir hafta içinde kuruyor.

Uğur Sümer ile Balya ve Kışladağ ile madenlerin çevreye verdiği zararları konuştuk.

“DOĞAL BİR FELAKET OLMADIĞI ORTADA”

Erzincan’ın İliç ilçesinde Çöpler Altın Madeni’nde meydana gelen kimyasal yüklü liç yığınının kayması sonucu toprak altında kalan dokuz insanımıza halen ulaşılamadı. İliç ilk değil ama son olur mu? Felaketi nasıl değerlendiriyorsunuz?

İliç’te yaşananların doğal bir felaket olmadığı ortada. Göz göre göre, bile bile yaşandı. Cemalettin Küçük sadece tarih ve saat vermedi bunun için.  Ayrıca, altın madenlerinin işletilmesiyle birazcık ilgili olanlar- başta yöneticiler, işletmeciler olmak üzere bilmeyen yoktu. İktidar eliyle yaşatılan, doğal olamayan bu felaketi bir depreme benzetecek olursak bunun şiddeti 1 bile değildir. Ülke genelinde yaşanacak olan 10 şiddetindeki depremlerin çok küçük bir habercisidir. 

İliç’teki atığın 66 milyon ton olduğu söyleniyor. Bu rakam sadece şu an atık yığınlarının akan kısmıdır. İliç ülkemizdeki en büyük altın madenidir. Geride kaç yüz milyon ton atık var ve daha ne kadar olacağı belli değil. Balıkesir Balya’da 3,5 milyon ton atık var ve 1938 yılında kapatılan bu madenin çevresinde bir yeşil ot dahi bitmiyor. Ölümlerin yüzde doksanı kanserden. Madenin çevresindeki köyler boşaltılmış. Aradan 100 yıl geçtiği halde her yıl yağan ilkyaz yağmurlarıyla birlikte Manyas barajını dolduran Kocaçay’da canlı balık, kurbağa, kaplumbağa kalmıyor. Madene 60 km. uzaklıkta olan Manyas gölünde canlı yaşam bitmek üzere. 3.5 milyonluk atıkla kalan Balya’nın 100 yıl sonraki hali böyle olunca, üstelik kaç yüz yıl daha süreceği belirsiz iken siz İliç’in Mezopotamya’nın halini düşünün artık.

Uşak’ın Eşme ilçesindeki Kışladağ Altın Madeni de bölgeye zarar vermeye devam ediyor. Sizin de içinde bulunduğunuz çevre aktivistleri bu madene karşı çok sayıda eylem yaptılar. Kışladağ halen bölge için tehlike mi? 

Ben Eşmeliyim. Köyüm madene 30 km mesafede. Madenden önce köyümde abimin sondajı 30 metredeydi, altın madeninden 5-6 yıl sonra 160 metreye indi. Birkaç yıldır tamamen kesildi ve artık daha aşağı da inemiyor. Maden çevresinde kuyular pınarlar çoktan kurudu. Yaz yağmurlarından sonra bahçe, bağ bostan bir hafta içinde kuruyor. 2006 da gene bir yaz yağmurundan sonra 1000’den fazla insan siyanürden zehirlendi. EGEÇEP – Ege Çevre ve Kültür Platformu’ndan bir grup arkadaşın, zehirlenenlerden kan örnekleri almasını valilik yasakladı, alınmış olanlara el koydu. Zehirlenmenin ikinci günü İzmir’e getirilip kanı alınan Halil Kaya, Hulisi Ada ve adının yazılmasını istemeyen bir köylünün kanlarında zehirlenmenin nedeni olan siyanür tespit edildi. Avukatlığını Mehmet Horuş’un yaptığı davanın sonunda TÜPRAG zehirlenenlere 6.000’er TL manevi tazminat ödedi. Bekişli köyünde adının yazılmasını istemeyen, herkesin bildiği bir köylünün yağmurdan sonra dereden su içen koyun sürüsü öldü. Maden, ölen koyunların yerine fazlasıyla yenilerini satın aldığı gibi sus payı olarak para verdiği için olay mahkemeye taşınmadı.  Sakat hayvan doğumları ve ölümleri çoğaldı. Köylülerin insana benzettikleri, fotoğrafta görülen kuzu geçen yıl doğdu. Ölü ve sakat doğumlar artık sıradanlaştı ve haber bile olmuyor. Örneğin fotoğraftaki gibi sakat doğan hayvanların sahipleri madencilerden çekindiklerinden sakatlığın nedeninin araştırılması için tahlile gönderilmesini istemiyorlar.

Ayrıca, Kışladağ madeni Eşme ve Ulubey çevresini zehirlemekle kalmıyor. Güneyinden Gümüşkol tarafında yığılan pasalar dağdan daha yüksek bir hale geldi. Bunlardan kaynaklanan zehirler Güllü deresinden Banaz çayına, Adı Güzeller barajından Aydın-Nazilli ve bütün Söke ovasını zehirleyerek Ege Denizi’ne karışıyor. Kuzeyde Çınarlı dere ve Kale deresinden Gediz çayına karışan siyanür ve zehirli ağır metaller Salihli, Kemalpaşa, Manisa ovalarını geçerek İzmir körfezinde Kuş Cenneti’ne kadar ulaşıyor. Yeraltı sularının yol haritasını bilemediğimiz için Büyük Menderes ve Gediz nehirleri içme sularını nasıl etkiliyor bilinmiyor fakat her ikisinin de Ege denizine kadar doğa ve insan yaşamını etkilediği bir gerçek. Balya’nın son birkaç yılında siyanür kullanıldığı biliniyor. İliç’in, Kışladağ’ın, Kazdağları’nın, Muratdağı’nın yanında bir laboratuvar deneyi kadar bile olmadığı halde Balya’yı görünce insan ülkemizin halini düşünmek bile istemiyor.

“DEREDEN SU İÇEN BÜTÜN CANLILAR ÖLÜYOR”

Balıkesir Balya’daki gümüş ve çinko madeni için belgesel film çektiniz. Bölge halkıyla konuşma, zararı yerinde gözleme imkânınız oldu. 1938 yılında kapatılmasına rağmen Madenin bölgeye verdiği zarar nasıl anlatılıyor? Belgeseliniz hikâyesini ve bölgeyi anlatabilir misiniz? 

Bergama’nın hemen arkasından hatta birlikte denebilir, Eşme’de de aynı dertle karşılaşınca somut olarak siyanürle madenciliğin sonuçlarını öğrenelim ve gösterelim diyerek belgesele başladık. İzlendiğinde ayrıntılı olarak görüleceği için çok kısa özetleyeyim. Madende çalışan işçiler de var yaşananları anlatanların içinde. Balya bir köy konumundan farksızken saraydan sonra Osmanlı’da elektriğin kullanıldığı ikinci yer olmuş nüfusu 25 binlere varmış. Döneminin en modern yaşam yerlerinden bir olmuş.

Daha çalışmaya başlamasıyla birlikte köylülere duman parası adında düzenli para dağıtılmaya başlanmış. Hayvanlarının su içmemesi için özel çabalarla dereden geçiriyorlarmış. Aradan yüz yıldan fazla zaman geçtiği halde hala her yıl yağan ilkyaz yağmurlarından sonra dereden su içen bütün canlılar ölüyor. Bir tek balık kalmıyor. Erkeklerden 50 yaşını geçenler çok az ve ölümlerin tamamına yakını akciğer ve deri kanserinden. Maden bölgesinde onca yola rağmen hala ot bile bitmiyor. 60 km mesafedeki bilinen balık türleri bitmiş. Sonradan üretilen İsrail balıklarının da tükenmek üzere olduğu biliniyor.

Belgesel https://youtu.be/fT5Yi0-I3m4 linkinden izlenebiliyor. Balya’da doğanın katli daha kaç yüz yıl sürecek kimse bilmiyor.

İliç, Kışladağ ve Balya’nın dışında dikkat çekmek istediğiniz bölgeler var mı? 

İliç ve Kışladağ dışında şu anda Bergama, Eskişehir, Fatsa, Gümüşhane, Efemçukuru,  Havran ve Artvin’de siyanürle altın madenleri işletilmektedir. Bunların hepsinde görece farklarla siyanürle ve aktif hale gelen ağır metallerin asitleriyle su, toprak ve hava zehirlenmeye devam etmektedir. Bunlar bilinenler. Ruhsat sayısını da tam olarak bilemiyoruz. Bakanlıkların açıkladıkları rakamlar birbirinden farklı. Yüzlerce verilmiş olduğunu çelişkili bilgilere rağmen biliyoruz. 

Altın madenlerinin dışında bilinmeyen bir de Eti Gümüş tesisleri var. Balya gibi siyanürle madenciliğin sonuçlarını gösteren bir ayna da Kütahya- Tavşanlı’daki Eti Gümüş tesisleridir. 1975’te kurulan bu işletmeyi 1987’den 2004’kadar bir Alman şirketi olan Kruup işletmiş. 2004’teki özelleştirme yasasıyla Yıldızlar SSS holding satın almış. Aynı şirket 2007’dede Elazığ gümüş tesislerini satın almış.

2004 yılındaki Eti Gümüş tesislerindeki manzarayı kısaca özetleyeyim. Dört tane birer baraj gibi atık havuzları var. Atık havuzları dolup taşmasın diye gizleme gereği bile duymadan yüzeyde görülen drenaj borularıyla siyanürlü su yaklaşık 1-1,5 km aşağıda doğal kaynak gibi doğaya salınıyor. Doğadaki canlılar, kuşlar kurtlar bu sudan içip ölmesinler diye tüfek patlaması gibi bir ses çıkaran düzenek kurmuşlar. Kuşkusuz dertleri doğadaki canlıların ölmemesi değil, doğacak tepkiden dolayı gündem olmak istememeleri. Çevrede bulunan köylerin tamamı adeta boşalmış durumda. Maden de çalışmayanların dışında köyde kalanlar gidecek yerleri olmadığından kaldıklarını söylüyorlar. Dulkadir köyündeki üç beş aile önce köyden göçmüşler, iş bulamadıkları için köye geri dönmüşler ve “… aç öleceğimize tok ölelim bari…” diyorlar. Çevre köylerde içme sularından kaç kez zehirlendiklerini hastaneye gittiklerini fakat hiç kimsenin ilgilenmediğini söylüyorlar. Atık havuzlarından birinin patlaması üzerine bile yetkililerin göstermelik birkaç kez gelip gitmelerinin dışında bir şey yapılmadığını ve madenin aynı şartlarda çalıştığını söylüyorlar.

Balya’daki siyanürün 60 km uzaklıktaki Manyas gölündeki yaşamı tüketmek üzere olduğu bilim insanlarının raporlarıyla tespit edilmiş durumda. Eti Gümüş tesislerinin suları yer altında nerelere kadar gittiği somut olarak bilinmiyor. Fakat siyanürle maden işletmeciliğinin olduğu her yerdeki gibi yüzyıllarca doğayı zehirleyeceğini artık herkes biliyor. 

“ÇEVRE BİLİNCİ BERGAMA DİRENİŞİYLE BAŞLADI”

Altın madenciliğine karşı çevrenin, kamuoyunun duyarlılığı ne düzeydedir? Madenden doğrudan etkilenenler ve çevre hareketi savunucuları dışında güçlü tepkiler görüyor musunuz? 

Çevre bilinci Bergama direnişiyle birlikte oluşmaya başladı demek yanlış olmaz. Bergama direnişinin başlangıcında İzmir’deki ELELE hareketi içinde bilim insanlarıyla birlikte yer alan duyarlı insanlar sayılacak kadar azdılar. Bergama-Ovacık’ta çok kısa sürede çok başarılı direnişler yaşandı. Ülke genelinde oluşan tepkiyle kaç tane yabancı şirket bıraktı gitti. Neredeyse altın işletmeciliği başlamadan köklü bir şekilde çözülecek hale geldi. Özellikle Bergama köylülerinin fedakârca direnişleri hala mücadelenin olduğu her yerde örnek gösterilmektedir.  Bergama- Ovacık’ta tam başardık denildiği süreçte madencilerin imdadına Ecevit hükümeti yetişti. Uluslararası tahkim yasalarını anayasayı değiştirerek kabul ettiler. Ecevit’in başbakan ve çevre bakanının DSP’li Fevzi Aytekin olduğu hükümet döneminde idare mahkemelerinin ve danıştayın altın madenlerinin işletilmesinde “kamu yararı yoktur” kararları üzerine, Başbakanlık bir genelgeyle mahkeme kararlarının ülkeyi ekonomik zarara uğrattıklarını açıklamalarının ardından, Çevre bakanlığının “ÇED gerekli değil kararı”yla Bergama altın madeni işletilmeye başladı. Gene aynı DSP hükümeti döneminde Eskişehir Kaymazlar ve Eşme-Kışladağ altın madenlerinin ruhsatları verildi. Hükümetin tutumuna çok kısa olarak şunun için değinme gereği duydum. Uluslararası sermayeden bağımsız olarak bu şirketlerin çalışmaları ve bunlara karşı verilen mücadele doğru olarak kavranamaz. Özellikle maden yasaları şunu açıkça göstermiştir. CHP dahil mevcut bütün partiler- hükümetler halkın, yaşamın yanında değil sermayenin yanında yer almışlardır. CHP son zamanlarda sözüm ona çevre sorunlarına karşı duyarlı davranmaktadır. Daha doğrusu “mış gibi” yapmaktadır. Sosyalistler hariç diğer partilerin asli görevi emeğin, yaşamın doğanın değil sermayenin yanında olmaktır.  Sermayenin çıkarlarının korunması ve halka karşı savunulmasıdır. Uluslararası sermayenin verdiği görevleri yerine getiren memurlarıdır. Ülke emperyalizmin fiili işgali altında olsa böylesine talan edilemezdi. İşbirlikçi hükümetler yeraltı, yerüstü bütün kaynakları, toprakları, suları ve açlığa mahkûm ettikleri halkların ucuz emeğiyle görevlerini yerine getirmektedirler. 

Sosyalistlerin ekoloji mücadelesindeki yerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ekoloji mücadelesinin dünü bugünüyle ilgili olarak sosyalistler için de söylenecek çok şey var. Sosyalistlerin 12 Eylül öncesi hastalıklarından hala kurtulamadılar. Her grup, olduğu yerde kendisinden başka bir grubun varlığına tahammül edemiyor. Bu konuda zaman zaman krizler yaşansa da en tutarlı olmaya çalışan örgütlenmelerden biri EGEÇEP’tir. ELELE’yle başlayan mücadele her geçen gün biraz daha büyümektedir. EGEÇEP’in kurucularından olduğu, omurgasını oluşturduğu EKOLOJİ BİRLİĞİ ülke genelinde mücadelenin gelmiş olduğu yer itibariyle açıklayıcı güzel bir örnektir. Çevre hareketleri Doğrudan Demokrasi’yi içselleştirebilseler çok daha başarılı olunacağı gerçek. Hava, su, toprak, doğa demek; özgürlük, eşitlik, emperyalizme ve faşizme karşı yaşamın savunulması demektir. Bugün ekolojik yıkıma dur demek toplumsal mücadelenin temelini oluşturmalıdır. Böyle giderse üzerinde yaşanacak bir ülke kalmayacaktır. Kendine yeterli birkaç ülkeden biri iken böyle giderse çok uzun olmayan bir zamanda içme suyu ithal eder bir hale gelmemiz kaçınılmazdır. 800’ün üzerinde ruhsat verilen altın madeninin işletilmesiyle bu ülke yaşanabilir olmaktan çıkacaktır. Başta altın olmak üzere siyanürle işletilen bütün madenler derhâl kapatılmalıdır. Verilmiş olan ruhsatlar iptal edilmeli ve bütün madenler kamulaştırılmalıdır. Siyanürle maden işletmeciliği ülkenin geleceği için 10 şiddetindeki bir depremden daha tehlikelidir. Depremden sonra bütün ülkede yaşam yeniden kurulabilir fakat siyanürlü suyun, havanın olduğu yerde yaşam mümkün değildir. Siyanürlü topraklarda yüz yıl sonra bile yeşil bir ot bitemediğini Balıkesir -Balya’da görmekteyiz. Kamuoyu ülkenin başına örülen bu çorabın, bu felaketin yeterince farkında, bilincinde değildir. Kaçınılamaz olan bu felaket görmezden gelinmemeli köylüsüyle, kentlisiyle, işçisiyle bilim insanıyla omuz omuza mücadele edilmelidir. 

Bahar, Mevsiminde Beslenme ve Maden Ocakları