Bayetav Okulları: Hayat Başarısı Üreten Bir Eğitim Projesi

Son yıllarda hem Türkiye’de hem de dünyada eğitim alanında ciddi bir kriz yaşanıyor.  Bir yandan dijitalleşen dönemin dayattığı yeni koşullar bir yandan kamusal eğitimin alan kaybetmesi ve özel okulların mevcut eğitim yapılanmasında daha geniş yer tutması, eğitimi herkes için ulaşılabilir olmaktan uzaklaştırıyor. Dahası hedeflenen temel başarı kıstası sınav sistemine endekslenmiş durumda. Böylesine sınav odaklı bir yapıda, öğrencilerin nitelikli, özgün öğrenmeler gerçekleştirdiğini, geleceğe umutla baktığını söylemek zorlaşıyor. Neyse ki mevcut krizin içinde yeni arayışlar, niteliğin peşinde eğitim kolektifleri de var. Bayetav Okulları böyle bir projenin hayat bulmuş hâli. Bayetav Okulları öğretmenleriyle eğitimde yaşanan zorlukları ve çözüm yollarını taptaze bir eğitim anlayışının mümkünlüğü çerçevesinde ele aldık.

2030 yılına kadar tüm çocukların ücretsiz, hakkaniyetli ve kaliteli ilk ve orta öğretimi tamamlaması” Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri arasında yer alıyor. 2024 itibarıyla Türkiye bu hedefin neresinde? Kamusal eğitimde durum nedir?

Önce 8, daha sonra 12 yıllık zorunlu eğitim ile birlikte Türkiye bu hedef doğrultusunda oldukça yol almış bir ülke görünümünde olsa da, iş “hakkaniyet” ve “kaliteye” gelince maalesef orada hâlâ çok önemli ve zorlu sorunlar var. Sisteme ve dolayısıyla sistemin aktörlerine ilişkin sorunlar. Bu aktörlerin başında öğretmenler geliyor. Öğretmenler, eğitimin niteliği ile öğrencinin başarısı ve mutluluğu üzerinde en belirleyici role sahip aktörlerdir. Gündelik hayatın işleyişinde çok önemli bir unsur olan toplumsal bilgi ve sağduyu da eğitimin kalitesi konusunda hep öğretmene işaret etmez mi? “Öğretmen iyiyse çocuk iyidir, okulu, okumayı sever ve öğrenir.” Özellikle ilkokulda, eskiden beri öğretmen seçmeye çalışır veliler.  

Çoğumuz devlet okullarında çok uzun yıllar çalışmış öğretmenler olarak kamusal eğitim düzenini yakından tanıyoruz. Eğitimde kalite sorununa buradan bakarsak, iyi haber şu: Türkiye’nin her yerinde kendini mesleki gelişimine ve çocuklara vakfetmiş öğretmenler var. Kötü habere gelince: Kamudaki öğretmenlerimizin çok büyük bir kısmı bir tür tükenmişlik sendromu yaşıyor ve ideallerini gerçekleştirebilecek koşullara sahip değiller. Müfredata ve eğitim yaklaşımına ilişkin sorunlar zaten devasa; bunun yanı sıra sınıflar çok kalabalık; okulların çoğunda çok önemli hijyen, beslenme ve sağlık sorunları var. Bunun üstüne bir de güvenlik sorunları ekleniyor. Toplumsal ve ekonomik olarak içinde yaşadığımız koşullarda “gemisini kurtaran kaptan”, “her koyun kendi bacağından asılır”, “kazanan hepsini alır”, “elenmemek için diğerlerini ele” gibi zihniyetler giderek yaygınlaşıyor; dayanışma, iyilik, diğerkâmlık gibi toplumsal değerler erozyona uğramış durumda ve çocuklar büyük bir stres altında. Bu psikoloji, sınıflarda zorbalık ve şiddetin giderek artmasına yol açıyor ve çocukları bundan korumak giderek zorlaşıyor ne yazık ki… 

Özel okullara gelince orada da çoğunlukla öğretmenin durumu iyi değil: Düşük ücretler, kârlılığı sağlamak için dayatılan uzun haftalık ders saatleri, kendini eğitmek ve geliştirmek için imkân ve vakit bulamamak. Bu tablo eğitimin niteliğinde en önemli faktör olan öğretmenlerin kendilerini değersiz ve mutsuz hissetmelerine yol açıyor.  

Kısacası ülkemizde maalesef “ücretsiz” ve “kaliteli” kavramları çok zor ve çok ender bir araya gelebiliyor. Bu da çok açık bir hakkaniyet sorunu yaratıyor: Kamu eğitimi özlenen kaliteyi üretemediği zaman kaliteli eğitime ulaşmak dar ve orta gelirli kesim için giderek zorlaşıyor. Az sayıda özel okulda sağlanan “kaliteli” eğitim ise özellikle bu sene açıklanan eğitim ücretleriyle birlikte büyük bir ayrıcalığa dönüşmüş durumda.

 “Kaliteli” eğitimden ne anlamalıyız sizce? 

“Kaliteli” eğitimin ne olduğu, eğitimciler arasında da önemli bir tartışma konusu. Kendi yaklaşımımıza geçmeden önce ülkemizde genel olarak nasıl algılandığına hatta nasıl “pazarlandığına” bir göz atmakta fayda var. Türkiye’de “kaliteli eğitim” denince akla akademik olarak başarılı sonuçlar üreten eğitim geliyor öncelikle. Akademik başarı da ağırlıkla sınav sonuçlarına, sınav başarısına indirgeniyor. Eğitim pazarında kaliteli eğitim algısını tamamlayan diğer unsurlar ise iyi bir yabancı dil eğitiminin yanı sıra çocuğa, sosyal ya da fiziksel olarak çok yönlü bir gelişim imkânı sağlayan kulüp çalışmaları ve etkinlikler. Bir de her çocuğun farklı olduğunun, “özel” olduğunun altını çizen eğitim söylemleri dikkat çekiyor “kaliteli” eğitim denince… Bunların hiçbiri tamamen yanlış değil elbette ama eğitimde “kaliteye” biraz daha farklı, daha derin ve kapsayıcı bir şekilde yaklaşmak daha doğru bize göre. Öncelikle herhangi bir meta ya da hizmet alışverişi olmadığını düşünerek eğitime ilişkin olarak Türkçede  “kaliteli” kavramından çok “nitelikli” kavramını tercih ediyoruz. İkincisi akademik başarının, “nitelikli eğitimin” tek ve en önemli kriteri değil, sonuçlarından sadece biri olduğuna inanıyoruz. 

Nitelikli eğitim çocuğun farklı gelişim aşamalarındaki çok yönlü ( fizyolojik, bilişsel, sosyo-duygusal) ihtiyaçlarını kavrayıp bunları karşılayan eğitimdir. Bu anlamda çocuğu, çocuğun ihtiyaçlarını merkeze alır, gelişimi boyunca ihtiyaçlarına en uygun şekilde çocuğa eşlik eder; sağlıklı gelişmesi için gerekli her türlü koşul ve girdiye sahip bütünsel bir yaşam alanı sağlar. 

Nitelikli eğitimi en iyi çıktılarıyla tanımlar ve ölçeriz. Özdeğer duygusu, yılmazlığı, düşünme ve duygusal bağ kurma becerileri yüksek; özgün becerilerini keşfedip geliştirebilen; merak duygusunun peşinden gidebilen, öğrenmeyi bilen; toplumsal farkındalık ve sorumluluk bilincine sahip, işbirlikleri kurmayı, dayanışmayı bilen sosyal özneler yetiştiren eğitim, nitelikli eğitimdir. Nitelikli eğitim, sadece akademik ve bireysel başarı değil, toplumsal  esenliğe katkı sağlayan hayat başarısı üreten bir eğitimdir.  

Sadece Türkiye’de değil, dünyada da eğitime ilişkin krizler ve yeni arayışlar var. Çünkü içinde yaşadığımız hızlı değişim çağı büyük bir belirsizliğin yanı sıra, eğitimde de yeni ihtiyaçları gündeme getiriyor. Size göre nedir bu ihtiyaçlar, değişmesi gereken, aranan ne? Eğitimin geleceği nereye doğru gidiyor? 

Gerçekten çok büyük bir hızla değişen bir dünyada yaşıyoruz. Üstelik daha da hızlanıyor bu değişim. İnsanoğlu tarafından, toplumsal olarak oluşturuluyor olsa da neredeyse insan üstü, çoğunluğun ayak uydurmakta aşırı zorlandığı bir tempo bu. Bu değişimin motorunu da dijital teknolojiler ve yapay zeka oluşturuyor bugün. “Öğrenen, akıllı makineler çağından” bahsediyoruz artık. 10 yıl değil 5 yıl sonra artık var olmayacak çok sayıda meslek var. En çok tartışılan konu ise yeni mesleklerin ne olacağı. Bu konuda varsayımlar çok ama kesinlik yok, çünkü her an değişen bir oluşum hali bu. Mevcut ekonomik ilişkiler, iş modelleri, formatlar, mülkiyet ilişkileri bu hıza ayak uydurmakta zorlanıyor. En çok zorlanan ise toplumsal kurumlar ve ilişkiler ve tabii eğitim kurumları. İş dünyasında bu dönemin özelliklerini anlatan yeni bir terminoloji türedi: İngilizce “değişkenlik”, “belirsizlik”, “karmaşıklık” ve “muğlaklık” kelimelerinin baş harflerinden oluşan “VUCA dünyası”ndan bahsediliyor uzun zamandır. İş hayatı bu dünyaya ayak uydurabilecek, bu belirsizlik ve karmaşıklıkta bile başarılı olabilecek “liderleri”, “insan kaynaklarını” yetiştirmenin peşinde. Dolayısıyla yeni meslekler ve modellerin neler olacağı değilse bile bu yeni dünyada var olabilmek için zorunlu insani becerilerin neler olduğu giderek belirginleşiyor ve eğitim tartışmalarında yerini almaya başlıyor. Bunların başında “düşünme becerileri” geliyor. Eleştirel, yaratıcı, yanal ve yansıtıcı düşünme becerileri. Gelecek için geliştirilmesi en az onlar kadar önemli olan bir diğer beceri seti ise “duygusal bağ kurma becerileri”: Diğerini dinleyebilme, anlayabilme, empati ve iyi iletişim kurabilme; kısacası birlikte yaşayabilme ve birlikte çalışabilme becerileri… Eğitim ve iş hayatının geleceği üzerine araştırmalar yapan bilim insanları zaman zaman “soft skills”  olarak da adlandırılan bu tür becerilerin akıllı makinalar çağında, yani geleceğin çalışma dünyasında var olabilmek açısından kazanılması, kazandırılması gereken en önemli beceriler olacağı konusunda hem fikir. Bunu tamamlayan bir diğer içgörü ise bu tür becerilerin günümüz egemen başarı mitolojisinde öne çıkan, “güçlü ve baskın ego” temelli, “bireysel başarıya” endeksli bir psikolojik donanımla derinleştirilemeyeceği yönünde. Bu becerilerin yetkinleşmesi egonun geri çekilebilmesini, kolektif başarıya endekslenebilmesini gerektiriyor. 

Kısacası öyle görünüyor ki, öğrenen, akıllı makineler çağında “insanca” var oluşu destekleyebilmek için, Okulun kolektif başarıyı öne çıkaran, klasik bireyciliğin ötesine geçebilmiş sosyal öznelerden oluşan, öğrenen ve dayanışan bir topluluğa; bunu mümkün kılan bir yaşam alanına dönüşmesi gerekiyor. Her türlü bilgiye kolaylıkla ulaşılabildiği, yoğun bir bilgi akışının olduğu yeni dünyada bilgiden çok “bilmek” önem kazanıyor: Düşünmeyi bilmek, öğrenmeyi bilmek, arkadaşlığı ve dayanışmayı bilmek, analiz etmeyi bilmek… Merak edebilmek, sorgulayabilmek, sevebilmek, iletişim kurabilmek, bir arada yaşayabilmek… Bilgi edinmekten öte; bilgiyi etkin işleyebilmek ve becerilerini geliştirerek potansiyelini gerçeğe dönüştürebilmek… Bu yüzden öğrenci, öğretmen, veli rollerini tekrar düşünüp “okul hayatına yeniden bakmanın, eğitimi, öğretim ve öğrenimi yeniden tasarlamanın zamanı geldi. 

 

Türkiye’de bir öğrencinin eğitim hayatında ilerlemesi, iyi bir lise ve üniversite eğitimine ulaşması sınav başarısına bağlı. Bu da eğitimi ister istemez sınav odaklı kılıyor. Bu sınav odaklı sistem akademik, eğitsel ve sosyal açıdan hedeflediği sonuçları sağlayabiliyor mu? Bu sistemin çocuklar ve öğrenciler için doğurduğu sonuçlar neler? 

Sınav odaklı eğitim, sınavlarda başarıyı bile sağlayamıyor maalesef. Her yıl istediği bölümü kazanamayan, istediği liseye gidemeyen çocuklarımızın sayısı, oranı ortada.Yetmez, okuduğunu anlamakta zorlanan çocuklar yetiştiriyoruz: PİSA sonuçlarımız hâlâ OECD ülkelerinin çok gerisinde. “Galiplerin” sayısının çok az, mağlupların, kaybedenlerin çoğunlukta olduğu bir eleme ve rekabet sistemi bu. Çocuklar daha oyun çağındayken adeta bir yarış atı gibi sınav stresiyle baş etmek zorunda kalıyorlar. Baş edemiyorlar da, bu süreçten çoğunluğu hayattaki en önemli hazineleri olan  özdeğer duyguları  sarsılmış, yara almış  olarak çıkıyorlar. Yakın bir arkadaşımızın bilinen bir özel okulun 5. sınıfında okuyan oğlu LGS deneme sınavında başarılı olamayınca babasına şöyle diyor:  “Baba benden bir şey olmayacak belli oldu, siz en iyisi beni sanayiye çırak olarak verin!” Öğretmenlerinin meslek lisesini  “değersiz bir okul” olarak sunduğu bu çocuk, sanayiye çırak olarak gitmeyi de, meslek lisesini de kendi özdeğer duygusu kaybının eşlikçileri olarak görerek büyüyecek muhtemelen. Bu sistemde elenenler,  psikolojisi bozulanlar travmatize olanlar bizim çocuklarımız. Dolayısıyla sınav odaklı sistemin toplumu ve ya bireyi  “öldürmezse güçlendireceğini “ düşünebilmemiz  de mümkün değil. Birçok çocuğu değersizleştirip elerken toplumu, toplumsal bağları da zayıflatan, çürüten bir sistem bu. 

Şu sıralar sene içindeki sınavların da merkezileşmesi gündemde. Ölçme değerlendirme, okulların hayatında daha da öne çıkacak gibi görünüyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Sınav odaklı, sınav başarısının amaç olduğu bir eğitim anlayışına karşı çıkmak, ölçme değerlendirmeye karşı olmak anlamına gelmiyor. Önemli olan neyi ölçtüğünüz, nasıl ölçtüğünüz, neyle neyi karşılaştırdığınız, ölçüp değerlendirirken çocukların farklılıklarına,   gelişimlerinin farklılıklarına ne kadar eğildiğiniz, önem verdiğiniz. Sınava değil, çocuğun iyiliğine odaklanmış bir ölçme değerlendirme sistemi mümkün ve gerekli. Merkezi sınav sistemi konusuna gelince:  Ölçme değerlendirme,  reform girişimleri, geride kalan okullara müdahale edebilmek için veri toplama gibi belirli avantajlarından söz edilebilir elbette. Bununla beraber, başarılı bir model olduğu bilinen Finlandiya’daki eğitim sisteminin merkezi sınavlar kalktıktan ve okullar müfredat konusunda kısmi bir özerklik kazandıktan sonra önemli bir sıçrama yaptığını akılda tutmakta fayda var.

Türkiye’de eğitimin çok yönlü krizinden bahsediyoruz hepimiz uzun süredir. Bu krizin içinde yaşayan tüm aktörler krizi kendi açılarından farklı şekillerde tanımlıyor. Siz nasıl tanımlıyorsunuz?

Eğitim sistemimiz  tarihsel bir kırılma anına yaklaşıyor gibi. Veliler, öğretmenler, öğrenciler hatta eğitim bürokratları, özel okul işletmecileri kısacası herkes mutsuz ve bir çıkış arıyor. Çıkış geciktikçe aktörler yoruluyor, umutsuzlaşıyor. Üstelik içinde yaşadığımız siyasi ve ideolojik ortamda eğitim tartışmalarının odak noktası yapıcı, birleştirici bir reform girişiminden çok, ideolojik bir kutuplaşmaya kayıyor: “Dindar nesiller mi yetiştireceğiz, Atatürkçü nesiller mi?” Sanki Türkiye yukarıda betimlemeye çalıştığımız geleceğe bu tür seçimler sayesinde hazır olacakmış gibi. Oysa hiçbir kutbun bilimsel, eleştirel  ve yaratıcı düşünebilen özdeğer duygusu yüksek, hayatta ilerlemeyi ve  dayanışmayı bilen gençlerden vazgeçmek lüksü yok.  Meseleye biraz daha yukarıdan ve kapsayıcı bir şekilde bakarsak eğitim sistemimizdeki açmazların yol açtığı toplumsal ve artık dayanılması güç tıkanmayı daha iyi anlayabiliriz.  Sınav silsilesi ile yürüyen 12 yıllık zorunlu eğitimin neredeyse tüm aktörler için tek amacı, tek anlamlı çıktısı var:  Üniversiteye girmek. Ancak üniversiteyi de bitirirse iş bulabileceğine, kendi ayakları üzerine basabileceğine, hayatta ilerleyebileceğine inandıkları için katlanıyor gençler bu meşakkate. Dayanabilirlerse tabii: Stres, umutsuzuk, anksiyete ve bunların tüm sonuçları eşlik ediyor onlara bu yarışta. Giremeyenler ya da arzu edilen iyi bölümleri kazanamayan çoğunluk, hayata, ne yapacağını bilmez bir eziklik duygusu ile başlıyor çoğu kez. İyi, kötü üniversiteye girdi diyelim, ne oluyor? 2021’de üniversiteyi terk eden çocukların sayısı 339 bin neredeyse, 2022’de bu sayı 390 bine yaklaşıyor. Korkunç bir rakam bu. Bitirebilenlere gelince: İşsizlerin üçte biri üniversite diplomalı! 

Bırakın gerçek bir sosyal eşitliği, temel hakkaniyet  ve ona bağlı umut duygusunu bile sağlayamayan eğitim sistemi, kendisinden beklenen en önemli toplumsal işlevleri artık yerine getiremiyor demektir. Kendileriyle birlikte ait oldukları toplumu da geleceğe taşıyacak evrensel donanıma sahip gençler yetiştiremiyor eğitim sistemimiz. Dar ve orta gelirli tabakaların dikey toplumsal hareketlilik umudunu bir nebze olsun karşılamak suretiyle toplumsal barış ve birliğe katkı da sunamıyor artık. Bunları yapamayan bir eğitim sistemi hangi ideolojiye sahip olursa olsun dünyanın her yerinde temel sosyolojik işlevselliğini yitirmiş demektir. 

Hak savunucuları, eğitim alanında yaşadığımız krizin  çözümü için nitelikli eğitim hakkını kamudan güçlü bir şekilde talep etmek, hak savunusunu en iyi şekilde örgütlemek dışında bugün başka neler yapabilirler? 

Hak savunuculuğu: yani eşitlik, kapsayıcılık, özgürlük ve hakkaniyet için verilen farklı sivil çaba ve mücadeleler bütün dünyada toplumsal gelişim ve özgürleşmenin dinamosunu oluşturuyor. Yarattıkları farkındalık ve etkiyle kamu politikalarını etkiliyor, eşitliği, toplumsal faydayı, kapsayıcılığı, farkındalığı çoğaltıyor, maddi çıkar odaklı oluşumlar karşısında toplumu güçlendiriyorlar. Kamu politikaları ve hukuktaki değişimin, gelişmekte olan toplumsal ihtiyaçlar ve değişim taleplerinin gerisinde kalması, hatta zaman zaman onlara engel olması bilinen bir şey. İçinde yaşadığımız hızlı değişim çağında devletin toplumsal ihtiyaçlar ve değişim talepleri karşısındaki yavaşlığı daha da belirginleşti. Ulusal devlet ve siyaset kurumlarının toplum üzerindeki etki gücü de yakın geçmişe oranla kısmen azaldı. Buna karşın büyük şirketlerin, sosyal ağların, sivil toplum kuruluşlarının toplumsal yaşam üzerindeki gücü arttı. Artık klasik tarih ve toplum teorileri ile tamamen açıklamakta zorlandığımız daha karmaşık toplumlarda yaşıyoruz. Elbette son derece eleştirel bir gözle okunması anlaşılması gereken bu değişimlerin hak ve toplum savunucuları için, yeni engeller ve çatışma alanları olduğu kadar yeni fırsat ve imkânlar doğurduğunu da görmek gerekiyor. Sivil toplum kuruluşlarının, sendikaların, ağ örgütlenmelerinin, kooperatiflerin orta ve uzun vadede kamu politikalarını etkilemeye, değiştirmeye yönelik etkin ve örgütlü hak mücadelelerinin yanı sıra, “hemen şimdi”  değişim yaratan, katılımcılarını güçlendiren, somut faydalar üreten etkili oluşumlar ve etkinlikler yaratabildiğini deneyimliyoruz artık. Bu oluşumlar kamusal ve makro değişimler için örneklik ve model yaratarak  hak savunuculuğunu daha güçlü kılıyorlar. Kısacası mümkün olduğu kadar çok sayıda insanın, taleplerini ya da muhalafetlerini kamuoyunda en güçlü şekilde seslendirmesinin yanında, artık devleti  beklemeden hayatın içinde talepleri doğrultusunda irili ufaklı değişimler, hayata değen, hayatı değiştiren faydalar, hizmetler üretmesine de şahit oluyoruz. Bunun Türkiye’de eğitim alanında da çok başarılı örnekleri var. Örneğin bizim de mensup olduğumuz Öğretmen Ağı’nın öğretmenlerin mesleki gelişimine ve kendilerini değerli hissetmesine yönelik çalışmaları, derslerde uygulanan eğitim yöntemlerinin çağa uygun olarak yenilenmesi ve öğretmenlerin mesleki duruş ve tahayüllerinin gelişmesi açısından kayda değer ve yayılmaya uygun sonuçlara yol açtı ve açmaya devam ediyor.  Tıpkı deprem bölgesindeki çocuklardaki  travmaların iyileştirilmesi ve eğitim süreçlerinin sürekliliği konularında olduğu gibi Öğretmen Ağı birçok konuda Milli Eğitim Bakanlığının harekete geçmesini talep etmek ve beklemek yerine, kanunların izin verdiği çerçevede kendi gönüllü eylemliliğine endeksli bir şekilde harekete geçti. İmkânlar ve işbirlikleri yarattı, destekler buldu, seferber oldu ve çok olumlu etkiler yarattı. Eğitim alanında sivil toplumun ürettiği bir başka değişim etkisi örneğini de Koda’nın (Köy Okulları Değişim Ağı) çalışmaları oluşturuyor. Koda kırsalda, köylerdeki öğretmenlere, öğretmen adaylarına ve ebeveynlere yönelik eği̇ti̇m faaliyetleri yürütüyor, kırsalda eği̇ti̇m meselesine dair araştırma ve savunu çalışmaları yapıyor ve yerel koşullara uygun eğitim içerikleri geliştiriyor. Onlar da toplumsal fayda ve değişim etkisi yaratmaya başlayan bu çalışmaları sadece talep etmekle yetinmediler, bunlar için  Milli Eğitim Bakanlığı’nı beklemediler; imkânlar yaratarak harekete geçtiler. 

Benzer  yaklaşım  ve deneyimlerden çıkardığımız öğretilerle biz de şimdi BAYETAV Okulları bünyesinde, bir yandan nitelikli eğitimde fırsat eşitliğini mümkün mertebe hayata geçirme, bir yandan da yeni bir öğrenme kültürü oluşturma, eğitimde kültürel dönüşüme model olma motivasyonuyla harekete geçtik. 

Bayetav Vakfı Genel Sekreteri Bülent Şık’ın daha önce bu sayfalarda çocuk sağlığı ve eğitimi bir araya getiren yönüyle anlattığı Bayetav Okulları, nitelikli eğitimde fırsat eşitliğine nasıl bir katkı sağlıyor? Özel okullardan temel farkı ne? 

Bayetav Okulları fikri, sanayiden kazandığını toplumsal fayda ve eğitimde fırsat eşitliğine vakfetmeye kararlı, bu amaçla Bayetav Vakfını kurmuş olan bir şirketler grubu ile Öğretmen Ağı’na mensup, kendilerini eğitime vakfetmiş bir grup eğitimcinin, “değişim elçisinin” karşılaşmasının ürünü olarak doğdu. Deprem bölgesine yönelik, bölge insanının öz örgütlenmesini merkeze alan destek çalışmaları sırasında sınanarak derinleşti bu ilişki.  

Bu ortak fikrin bir de ilham kaynağı var: Peru’daki İnnova Okulları. Perulu büyük bir şirketler grubunun ülkedeki eğitimin niteliğini evrensel olarak geçerli bir düzeye yükseltmek ve bu nitelikli eğitimi en azından alt orta sınıflar için erişilebilir kılmak için 12 yıl önce başlattığı bir okul projesi bu. Bugün çoğunluğu Peru’da olmak üzere 72 adet İnnova Okulu var.  Kolombiya ve Ekvator’da okullar açmışlar. Eğitim ücretini ayda 150 dolara (USD) indirmeyi başarmışlar (Peru’da asgari ücret: 265 USD ) Ama başardıkları bununla da kalmamış, tüm ölçme değerlendirmelerde Peru devlet okullarının kat kat üstünde sonuçlar elde etmiş; eğitimde ileri ülkelerinkine denk nitelikte bir eğitim düzeyi yakalamışlar.

Bu örnek hepimizi çok etkiledi. Biz neden aynısını Türkiye’de yapmaya başlamayalım diyerek yola çıktık. Öğretmenler için, sadece eğitime ve çocuğa konsantre olabilecekleri bir maaş ve sürekli kendini geliştirebilecekleri bir eğitim ortamı; veliler için, öğretmen maaşıyla geçinen bir ailenin karşılayabileceği düzeyde bir eğitim ücreti; çocuklar için, çok nitelikli ve çağdaş bir eğitimin yanı sıra, tüm gelişim ihtiyaçlarına uygun bir yaşam alanı sunan bir okul kurmayı hedefleyerek çalışmalara başladık. Çok çalıştık ama oldu! Okul Öncesi, İlkokul, Ortaokul ve Lise kademelerinde 600 öğrenci kontenjanı bulunan ilk Bayetav Okulu kampüsü 2024 Eylül ayında Bornova Kavaklıdere’de eğitime başlayacak. Eğitim ücretini yasal nedenlerle şimdilik açıklayamasak da o alanda da istediğimiz hedefe ulaştık. Öngördüğümüz eğitim ücreti sponsor şirketin fabrikasında çalışan karı koca mavi yakalı bir ailenin, burs almadan bile ödeyebileceği düzeyde. Zaten bu sistemde eğitim ücreti baştan herkes için burslu, amaç bu…  

Peki bu nasıl mümkün oldu diyeceksiniz. İşin sırrı şurada: Okulun arsası, binası, altyapısı ve  maddi donanımını finanse eden şirketler grubu, bu harcamalarını bir yatırım ya da ticari bir girişim olarak görmüyor. Daha sonra açılacak yeni okullar için de aynı bakış geçerli. Dolayısıyla yatırımın geri dönüşü, kâr elde etme, okul ücretlerinden elde edilen gelirle yeni okulları finanse etmek gibi bir bakış söz konusu değil. Özel sektör mantığının tamamen dışında bir oluşum bu.  Okulda yaşayacak ve gelişecek olan öğrenme topluluğuna (veliler, öğrenciler, öğretmenler) yönelik bir tür hibe gibi değerlendiriliyor bu giderler. Ortak amaç Türkiye’de nitelikli eğitimi daha erişilebilir kılacak ve eğitimde paradigma değişikliğine yol açacak bir örnek, giderek bir model oluşturmak. Dileriz bu, diğer büyük şirketlere de esin kaynağı olur. Çünkü ülkenin ve çocukların geleceğinin buna çok ihtiyacı var.  

Bir sonraki hedefimiz giderek okulların sayısını arttırmak ve eğitim ücretini mümkün olduğunca aşağı çekebilmek olacak. Birinci hedef için adımlar hızlı bir şekilde atılacak, 2025 yılında çok daha geniş bir arazide  en az iki farklı liseden oluşan bir lise kampüsü oluşturmayı planlıyoruz. Deprem bölgesi ve Diyarbakır için de projeler geliştiriyoruz. İkinci hedef ise henüz AR-GE aşamasında.

İşte tüm bu nedenlerle biz, kamucu söylemlere yakın olan ve hak savunuculuğu yaparken bu oluşuma büyük bir heyecanla, kurucu olarak katılan öğretmenler, Bayetav Okullarını diğer özel okullarla rekabet içinde olacak yeni bir özel okul olarak görmüyoruz. Böyle bir rekabeti asla amaçlamıyoruz. Bu her şeyden önce işini iyi yapan ve her şeye rağmen makul eğitim ücretleri sunmaya çalışan saygın özel eğitim kurumlarına haksızlık olur. Onlar sürdürülebilir kalmak için kâr etmek, yatırım geri dönüşünü kollamak zorundalar. Bayetav Okulları ise bunun, yani sermaye döngüsünün tamamen dışında işleyen sürdürülebilir bir ekonomiye sahip. O nedenle velilere çocuğun eğitim hayatı boyunca, her yıl uygun eğitim ücreti taahhüt edebiliyoruz. Bir tür hibe + kooperatif mantığı, özel sektörle kamu sektörü arasında üçüncü ve sosyal bir model, sosyal bir girişim olarak tanımlamak mümkün bunu. 

Bayetav Okulları modeline ilişkin olarak bahsettiğiniz “eğitimde kültürel dönüşüm ya da paradigma değişikliğinin”  fırsat eşitliği dışındaki boyutları neler? Nedir bu yeni eğitim paradigmasının ya da eğitim felsefenizin temel özellikleri?

Bu anlayış içinde amaçlanan paradigma değişikliği sadece erişilebilirlikten ibaret değil elbette. Finansal modelden, yönetim biçimine, çocuğun iyi olma hâlinden bütünsel ve nitelikli eğitimin içeriğine kadar çok yönlü ve kapsamlı bir program bu. Ama öncelikle aktörlerin bu yeni paradigmadaki rollerini ve ilişkilerini eskisine göre radikal olarak  farklılaştırarak işe başlamak gerekiyor: Bayetev Okullarında veli, “müşteri”, öğretmen “çalışan”, finansör “işveren”, öğrenci de “kendisine öğretilen” olarak görülmüyor. Okulumuzda yaşayanların; başta çocuklar olmak üzere öğretmenlerin, tüm çalışan personelin, velilerin değer ve özgüven duygusuyla kendilerini ait hissettiği öğrenen bir topluluk oluşturması hedefleniyor. Bu topluluk, bir arada yaşayan ve öğrenen, birlikte öğrenme deneyimleri oluşturan, birbirinden öğrenen ve bu birlikteliğe güvenen öznelerden oluşuyor. Eğitimin tasarımı ve yürütülmesinde öğretmenlerin, kendileriyle ilgili kararlarda öğrencilerin ve bu topluluğun bir parçası olarak velilerin söz sahibi olduğu kolektif bir yönetim şekli tasarlanmış durumda. 

Bildik kurumsal terminolojiyle ifade etmek gerekirse, Bayetav Okullarının misyonunu ülkemizde nitelikli eğitimin erişilebilir kılınmasına ve eğitimde kültürel dönüşüme yönelik bir örneklik oluşturmak olarak tanımlamak mümkün.  Vizyonumuzun ufkunu ise gitgide belirsizleşen ve karmaşıklaşan bir dünyada sağlıklı ve ekosistemle uyumlu bir gelecek kurmayı başaran; farklılıklarıyla özgür ve eşit olarak bir arada yaşamayı bilen bir ülke, bir toplum ve bir dünya oluşturuyor. Çocuklarımızın  öğrenme topluluğunun dinamikleri içinde bu vizyona hayat kazandırmaya muktedir sosyal özneler olarak gelişmesi için çalışıyoruz. 

Sosyal – özne?  Bu kavram “yetkin ve bağımsız bir birey olmak, bireyleşebilmek dediğimiz,  kimilerinin de “bizde” doğu toplumlarında pek de bulunmadığından ötürü yakındığı,  daha liberal tınılı, daha batılı “birey” kavramından biraz farklı? Nedir sosyal-öznenin özellikleri?

Evet otonomi açısından, yani fail ve sorumlu olabilme becerisi bakımından ortak  özellikleri olsa da birey ve sosyal özne birbirlerinden farklı iki ayrı psikoloji, iki ayrı psiko-sosyal ilişkilenme biçimine işaret ediyor kavramsal olarak. Birey ister istemez beraberinde bireysel rekabet ve bireysel başarı kavramlarını getiriyor. Sınav odaklı sistem ve günümüz neoliberal ideolojisinin yıldız kavramları bunlar. Ancak bunların yolu ister istemez, “kazanan hepsini alır” zihniyetine çıkıyor. Bu, birlikte yaşama becerisini; daha adil daha barışçıl bir toplumsal gelecek umudunu çok fazla desteklemeyen bir yaklaşım bize göre. Üstelik röportajın başında konuştuğumuz gibi biz kolektif başarı kasları güçlenen gençlerin gelecekte daha avantajlı olacağını da düşünüyoruz. Bu anlamda sosyal özne çok daha kolektif başarıya odaklı. Bayetav Okullarında  öğrencilerin birbirini rakip değil birlikte yaşadıkları ve yaşayacakları kişiler olarak görecekleri bir eğitim ortamı sağlamak istiyoruz. Eğitim yaklaşımımız, yıkıcı bir rekabet ortamı yerine bireyi güçlendiren bir ortaklaşma hâliyle kolektif başarı öyküleri yaratmaya teşvik ediyor çocukları. Bu tür kolektif bir bilince sahip çocuklar, içinde bulunduğu topluluğu besler ve kendisi de topluluktan güç alır. Her öğrencinin varlığı, topluluk için önemli ve değerlidir. Bu besleyici ilişki ve ortak çaba, bir arada yaşamı inşa eder. Bu yaklaşım bağlamında biz çocukları “kendilerine öğretilen” bir nesne değil, kendini keşfeden ve gerçekleştirebilen, topluluk için fayda üreten, toplumu, dünyayı ve gerçekliği yetişkinlerle birlikte belirleyen özneler olarak kabul ediyoruz. Bu nedenle okulun eğitim felsefesini de çocuk odaklı olarak tanımlarken,  çocukların;  

  • Toplumun bir üyesi olduğunu bildiği gibi, kendisinin de toplumun değerli bir parçası olduğunun bilincinde;
  • Düşünme becerileri, duyarlılığı ve harekete geçme kapasitesi yüksek, özdeğer duyguları güçlü,
  • Hem kendisinin hem de topluluğun ihtiyaçlarını fark edip çözüm üretme çabasına giren, 
  • Sosyal ve duygusal anlamda gelişmiş, duygusal bağ kurma becerileri güçlü, dengeli iletişim ve işbirliği kurabilen 
  • Farklılıklara saygı gösteren, çeşitlilikle yan yana durabilen, 
  • Haklarını bilerek hem kendi hem de diğerlerinin hakkını savunabilen
  • Kendini ifade edebilen; duygu ve düşüncelerini göstermekten çekinmeyen, sözleri ve davranışlarıyla tutarlı  sosyal özneler olarak gelişmesini önemsiyoruz. 

Peki bu eğitim felsefesi içinde yetişen çocuklar Türkiye’nin sınav gerçeğiyle karşılaştıkları zaman ne olacak, başarılı olabilecekler mi? Ya da başka bir deyişle okulun akademik hedefleri ve akademik başarıya yaklaşımı nasıl olacak?

Hep söylediğimiz gibi biz sınav başarısının ya da akademik başarının nitelikli eğitimin amacı değil, sonucu olduğunu ve olması gerektiğini düşünüyoruz. Düşünme becerilerinin gelişmesi ve nitelikli öğrenmeyle birlikte öğrenciler için akademik başarı, stres nedeni olmaktan çıkar ve sınav kaygısının yerini öğrenme motivasyonu alır. Sevgi dolu, mutlu ve örnek alınabilecek öğretmenlerle çevrili olduğu bir ortamda; merak duygusu ihtiyaçlarına uygun ve deneyimsel bir metotla uyarılmış bir çocuğun öğrenmekten keyif aldığını, bilginin peşinden koştuğunu biliyoruz. Böylesi bir ortamda kendi özgün becerilerini ve hayatı keşfeden çocukların sadece sınavlarda değil, hayatta ve sosyal ilişkilerinde de başarılı olmaması için pek sebep kalmıyor. Akademik anlamda çok kısaca bir ek daha yapmak gerekirse, eğitim hayatlarını Bayetav Okullarında tamamlayan çocukların üstün düşünme  becerilerinin yanı sıra iki alanda daha çok gelişmiş bir düzeye ulaşacaklarını söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi İngilizce eğitimi: Öğrencilerin İngilizceyi bir yabancı dil olarak değil; dünyayı keşfederken ve kendilerini ifade ederken rahatça kullanabilecekleri ikinci bir dil olarak benimsemelerini  hedefliyoruz. Bu hedefe ulaşmak için öğrencilerin İngilizceyi, dil derslerinin yanı sıra, disiplinler arası ilişkiler kurulması yoluyla diğer dersler sırasında da öğrenmelerini sağlayacak bir program hazırladık. Önemsediğimiz bir diğer beceri ise dijital okur yazarlık (tabii artık yapay zeka okur yazarlığı da buna eklenmek zorunda). Dijital dünyada aktif olarak yaşayan öğrencilerin bu ortamları doğru değerlendirebilmeleri ve dijital araç gereçleri en etkin şekilde kullanabilmelerini sağlamak zorundayız. Kişilerin  çevrimiçi ortamlardaki hak, görev ve sorumluluklarının farkında olması, internet teknolojilerini bu farkındalıkla kullanması ve toplum işlerine çevrimiçi olarak katılma becerisini ifade eden dijital vatandaşlık kavramının bu alandaki müfredatlarımızda yol gösterici bir rolü var.

Bayetav Okulları projesi için STK’lardan ya da diğer kurum ve kuruluşlardan beklediğiniz destekler var mı? Sizi nasıl destekleyebilirler? 

Bayetav Okulları her çocuğun hakkı olan nitelikli eğitime erişim yolunda atılmış bir adım, sosyal bir girişim. Bu alanda sosyal bir örneklik, giderek yayılacak bir model ortaya koymayı da amaçlıyor. Bu bakımdan, bu projeyi anlamlı bulan  istisnasız herkesten beklediğimiz en önemli birincil destek ihtiyaç sahiplerine ulaşmasında yardımcı olmaları. Keşke İzmir’deki tüm STK’lar, meslek odaları, sendikalar, vakıflar bu imkânı tüm üyelerine duyursalar. Çünkü eminiz ki üyeleri arasında bu projede sağlanan son derece uygun eğitim ücretlerine ihtiyacı olanlar; önümüzdeki sene özel eğitim kurumlarına mali gücü yetmeyecek olanlar var. Biz bunun için STK’ları, odaları ziyaret etmeye hazırız. Buna başladık bile. Ancak bazen şöyle bir yaklaşımla da karşılaşıyoruz: “ Çok güzel ama bizim bunu üyelerimize duymamamız için bizim üyelerimize özel bir indirim sağlar mısınız, ya da bize bir bağışta bulunur musunuz” Bu bizi üzüyor açıkçası, projenin yeni bir özel okul değil, kâr amacı gütmeyen, toplumu güçlendirmeye yönelik sosyal bir girişim olduğunun yeterince anlaşılamadığını düşünüyoruz bu yaklaşımla karşılaşınca. Çünkü içinde hiç bir kâr marjı ya da pazarlama bütçesi payı taşımayan bu eğitim ücretinin kendisi başlı başına tüm ihtiyaç sahiplerine yönelik sosyal bir destek aslında.

Diğer STK’lardan, belediyelerden, kamu kuruluşlarından, özel sektörden ve vakıflardan bir diğer beklentimiz ise bu modelin onlara da ilham vermesi. Eminiz ki bu toplumda bizimle aynı ya da benzer bir girişimi hayata geçirebilecek, buna gücü yetebilecek, eğitime gönül vermiş bizim gibi başka pek çok kuruluş daha var. Bu tür inisiyatifler birbirine ilham verip, büyüyüp, çoğalıp, dayanışarak her geçen yıl daha çok sayıda çocuğumuzun nitelikli eğitime erişebilmesine imkân tanıyabilir. Kamunun tüm çocuklar için bunu sağlayacağı zamana kadar birlikte alınabilecek çok yol var.

Bülent Şık Yeni Eğitim Projelerini Anlattı: Çocuklar İçin Bir Model İnşa Ediliyor