“Gerçeğin Kendisi En İyi Kurmacadan Bile İyi”

Gezi olayları, çevre direnişleri, işçi ve öğrenci eylemleri gibi nerede bir hak mücadelesi varsa gazeteci-belgeselci Kazım Kızıl’ın kamerası da gerçeğin sesini ve görüntüsünü belgelemek için orada olur.  Hak sahiplerinin yanında olmak ve yaşananları belgelemek söz konusu olunca elbette düzen güçleriyle karşı karşıya gelmek de kaçınılmazdır. Ancak yurttaşın gerçek bilgiye ulaşması için canla başla çalışan herkes gibi Kazım Kızıl’ın kamerası da daima hazır. Öyle ki bu söyleşi için, yurdun çeşitli yerlerindeki direniş ve eylemler arasında mekik dokuyan Kazım’ın uygun zamanını yakalamak hiç de kolay olmadı. Neyse ki bir araya geldik ve fotoğrafla başlayan yolculuğundan video gazeteciliğe dair pek çok konuda konuştuk. 

Seni video gazeteciliğe  çeken şey nedir, bu alandaki çalışmaların nasıl başladı?

Fotoğrafla başladı aslında hikâyem. Karanlık odadan geliyorum, DSLR makinemi aldım. Ardından gezinin üçüncü gününde İzmir’deki bir polis çatışmasında kameram komple gitti.
O sırada telefonum da bozulmuştu. Telefon aldım. Yani şartlardan dolayı telefona geçiş yapmak zorunda kaldım. Onun da fotoğraf özelliği kesmeyince videoya ağırlık vermeye başladım. Asıl olarak böyle oldu. Çünkü diyafram, enstantane ayarı gibi özellikleri arıyorum ama onları telefonda bulamıyorsun.

İlk video o zaman gezi dönemine denk geliyor?

Gezi’den de önce, ilk videomu Okmeydanı’nda çekmiştim 1 Mayıs’ta. Hiç eylem tecrübem yoktu açıkçası. İzmir’de vardı biraz ancak İstanbul’da böyle sert bir eylem yaşamamıştım. O gün tamamen amatör biçimde çekim yaptım. Düşünün, polisin yanında çekiyorum, dibindeyim yani, beraber ilerliyoruz. Ama açı değiştiği, o noktadan çekim yaptığın için başka şeylere tanık oluyorsun bu sefer. O da ilginç bir tecrübeydi. Ve polis o gün benim videolarımı sildi. Bir iki saatin sonunda “Sen kimsin, ne yapıyorsun?” dediler.

Bayağı geç fark etmişler.

(Gülüyor) Evet. Ben öğrenciyim, dedim. Bir şey yapmadılar ama yine de görüntüleri sildiler. Ben sonra kayıtlarımı kurtardım. Bir video hazırladım, yükledim Facebook’a. Tabii epeyce amatör oldu, ilk video sonuçta. O gün videolarımı silen polislerden biri, sonra bana tehdit mesajları atmaya başladı. O videoyu silmemi istedi. Nereden görmüş, nasıl bulmuş hiç bilmiyorum. “Biz sana bir şey yapmadık, öğrencisin diye sildirdik. Sen almışsın, ne biçim video yapmışsın” diyor. Avukatım videoyu izledi. “Ya” dedi “burada hak ihlalleri ve polisin orantısız şiddeti var. Sen bunu kask numaralarıyla belgelemişsin. O yüzden tabii belgeleme ve şikâyet konusu olur. Belki bir kınama cezası filan olur. Delil yok etmeye çalışıyor.” dedi.  Demek ki dedim, şiddetin failini rahatsız etmişim. O duygu bende videonun, video haberciliğin işe yaradığı fikrini oluşturdu.

Sonra nasıl devam etti? 

Bu, tam gezi olayları öncesiydi. Telefona geçince bu sefer daha çok video çekmeye başladım. Yavaş yavaş videonun olanaklarını keşfettim. Hareket, ses, hızlı olma hâli… Ağırlıklı olarak kısa videolar çekmeye başladım. Haberler yapıyordum zaten. O zaman gerçi hepimiz yurttaş haberciliğiyle bir yerlerden bir şeyler bildiriyorduk. Bir-bir buçuk sene böyle devam etti. Sonra belgesel çektim. Haberler üretmeye devam ettim. 

Son yıllarda video gazetecilik yükselişte, bunun nedenleri neler olabilir? 

Teknolojinin gelişmesiyle birlikte hepimizin evinde telefonlar var. Bugün çektiklerimizi hemen kurgulayıp telefondan yükleyebilecek durumdayız. Buna kitle iletişim araçlarının demokratikleşmesi deniyor. Daha çok insanın video habercilikle uğraşmaya başlaması, daha çok fikrin, farklı bakış açılarının işin içine girmesi demek. Böylece insanlar klasik gazetecilikten uzaklaşarak, ‘nasıl yaratıcı bir şeyler yapabilirim’i düşünmeye başladı, YouTube’da da bir şeyler üretiliyor. Küçük ekip kurabiliyorsunuz. Bir yandan yazılı habere göre video daha kolay tüketilebilir. Yazılı haberde illa okuman, bir yere dikkatini vermen lazım. 

Ayrıca gazeteci kendini belki çok özgür hissetmiyor ve küçük kolektifler kurabiliyor, kendi Youtube kanalını kurabiliyor. Tabii ki sansür var, ekonomik baskılar var. Kendini özgür hissetmediğim, ekonomik yöntemle bir getirisi olmayan bir yerde neden kalasın? Alternatif üretimlere yöneliyor. Daha özgür bir habercilik yapmak için, daha bağımsız bir habercilik yapmak için. Benimki de biraz öyle yani. Şimdiye kadar hiçbir kuruma bağlı çalışmadım. Çünkü derdim ne maddi bir getiri sağlamak ne de kendime bir kurumu atıp birilerine yandaş olmak.



Bağımsız olmanın getirdiği zorluklar neler, sahada neler yaşıyorsun?

Alana gittiğin zaman “Hangi kanaldansın?” dediklerinde ‘bağımsız’ desen seni bir yere koyamıyorlar.   Bir yere ait olsan bu seni koruyabilen bir şey de olabiliyor, dezavantajlı da. Tabii ekonomik zorluklar çok fazla. Hele günümüzde lojistik çok zor. Çünkü videoyu çekmek için, bir yere gitmen lazım. Yakıt, otel, yeme içme masraflarını düşününce arkanda bir kurumun olmaması ciddi bir külfete dönüşüyor.  Bazen gidiyorsun, hiçbir şey çıkmıyor, tamamen kendi cebinden karşılıyorsun. Halbuki bir kuruma bağlı gidince haber yoksa editör seni geri çeker. Bunun dışında başına bir şey gelse arkanda duracak kimse yok. Sahada bağımsız olarak çalışan arkadaşlarım için büyük sıkıntı. Ayrıca telif meselesi de var. Çünkü birçok fotoğrafçı, videocu arkadaşım inanılmaz düşük ücretlere çalışıyor. 

Bir de her ne kadar kurgu anlayışımı değiştireceğini düşünsem de haberleri kurumsal çatı altında paylaşmayı önemsiyorum hâlâ. Çünkü öbür türlü salt youtubermışsın gibi oluyor. Bundan pek haz etmiyorum. Çünkü haberleri gazetecilik etiğine uyarak çekmeye, sunmaya çalışıyorum. 

Haberin hızlı sunulması da zorlayıcı bir durum yaratır mı?

Hızlı olması kaliteyi düşürüyor bayağı. Bu da bir sorun ama işin arka planını ortaya koyan, hem içerik hem de estetik boyutunda daha kapsamlı ürünler yapılabilir video haberciliğiyle. Youtube’da çok yaratıcı işler var ama ana akım veya muhalif medyada video habercilik örneği olarak BBC gibi uluslararası ajansların Türkiye ofisleri dışında çok iyi iş yok.

Bir video haberci-belgeselci olarak seni en çok hangi olaylar etkiledi?

Yani depremden önce olsaydı birçok olay sayabilirdim. Tabii ki hepsi etkiliyor. Ama beni en çok etkileyen 6 Şubat depremlerinde Hatay’ın durumu oldu. Çünkü oranın eski hâlini de biliyorum. Kültürünü, mimarisini, sokaklarını, insanını…  Depremzedelerin, özellikle de kadınların sadece cinsiyetlerinden ötürü yaşadığı sorunlar, çocukların, dezavantajlı grupların, yaşadıkları…. Çevre sorunları var, ekonomik ve kültürel sorunlar var. Ama en çok da oradaki insanların psikolojileri etkiledi. 

Görüştüğüm insanlara en son “kendini nasıl hissediyorsun?” diye soruyordum. “Hissetmiyorum” diyorlardı. Bu inanılmaz etkilemişti beni. Çünkü o kadar yoğun ve derinden yaşıyor ki hissedemiyor bile artık. Öyle çok sarsıcı bir şey. Bir de “Ben nasıl biriydim hatırlayamıyorum.” diyorlar, düşünebiliyor musunuz? Depremden önce ne yapardım, hayallerim neydi, bir günüm nasıl geçerdi, böyle basit şeyleri bile, kendi tarihini hatırlayamamak… Ve ben bunu çok sayıda kişiden duydum. Bu çok üzücü.


Çektiğin en zor haberler hangileriydi?

Mesela Burcu Karakaç’la bir ensest dosyası çekmiştik. En azından benim bildiğim kadarıyla Türkiye’de yüzünü gösterip sesini değiştirmeden kendi hikâyesini ifade eden, babasının kendisine sistematik tecavüzünü anlatan bir kadın. Gerçekten hayatımda çektiğim en zor haberlerden biriydi. Ve normalde yayınlamadan önce kimseye göndermeyiz. Bağımsızlığı korumak için. İlk defa gönderelim dedik. Çünkü bu çok hassas bir konu. Yanlış bir şey yapmayalım istedik. Yayımlandıktan sonra beni o videonun öznesi Meliha aradı. Bir kadın olarak kalmama izin verdiğin için ve beni kurbanlaştırmadığın için teşekkür ederim, dedi. Bu çok etkiledi beni. Zaten benim fotoğraflarda, video haberlerde kıstas aldığım şey, orayı görmemiş kişilerden ziyade haberin öznelerinden gelen bir teşekkür, beğeni. O zaman gerçekten doğru bir şey yaptığımı düşünüyorum.

Güvenlik güçleriyle karşı karşıya kaldığında neler yaşanıyor?

Görüntülenme, yani videoya alınma insanı geren bir şey. Kolluk gücü, polis, jandarmayla bazı yerlerde karşı karşıya geliyorsun. Düşün o sırada muhtemel şiddeti uygulayacak olan kişi.  Dolayısıyla kamera da oraya doğrulacak. Onun kayıt altına alınması, belgelenmesi her ne kadar şu anda hukuki şartlardan ötürü o kişinin canını çok yakmasa da bir gerginlik sebebi. Şikayet olabilir. İfade vermek zorunda kalabilir. Bu yüzden bir anda orada sana şiddet uygulama hakkı görebiliyor. 

Bu da çok zor bir durum çünkü ben çektiğim haberle ilgili özne konumuna girmeyi sevmiyorum. Mesafeyi korumak gerek ama seni zorla özne yapıyorlar. Akbelen direnişinde örneğin, geliyor kalabalıkta alttan tekme atıyor. Kameranın önünü kapatıyor gayet bilinçli biçimde. Hakaret ediyor, gözüne biber gazı sıkıyor. Mesela ben bir köylünün gözaltına alınışını çekmek istiyorum tarlanın ortasında. Çekme diye bağırıyor. Yani mekânsal olarak çekme diyorsan; ben özel mülkiyetteyim, sen ormandan çıkıp özel mülkiyete gelmişsin. Orada bir olay var, ben gazeteciyim. Biri sert bir şekilde gözaltına alınıyor. Üstelik bu sertliğe gerek yok. Zaten köylünün ya da gelenlerin öyle bir tavrı yok. Ben çekeceğim deyince de çıkarıp biber gazını gözüne sıkıyor. 

Örneğin Hatay’da bir saat boyunca arabam arandı. İnanılmaz gerçekten. Tabii ki güvenlik açısından arama yapılabilir, anlıyorum. GBT bakılır, basın kartı sorarsın. Ama arabanın her tarafı kameralarla dolu. Gazeteci kimliğine girmiş bir terörist olamam ya. Olsam da 500 bin liralık cihazla mı gelirim oraya? Beş dakikada anlarsın kim olduğumu. Sonrası artık kötü niyete giriyor. Stepneyi bile çıkarttılar bana o gün. Haberlerimi görmek istediler. Normalde bunu savcı izni olmadan yapmam, dedim ama sorun olmasın diye açtım. Gecenin bir vakti Hatay’da savaş alanı gibi bir yerde kimseler yok. Sadece özel harekatçılar var. Düşünün 20 özel harekatçı arabanın etrafını sarmış. Haberleri açtım, İngilizce tabii DW News için. Bu sefer de çevir diyor. Yetmiyor, özel hayatıma kadar sorguya çekiyor. Bir şey arıyor, bahane yapacak.  Ama o sırada 35 bin insan hayatını kaybetmiş resmi rakamlara göre. İkinci hafta yeni bitmiş. Orada bulunma nedenim insanların yaşadığı sorunlar, çektiği acılar. Yani daha olayın failleri kısmına gelmemiştik. İkinci hafta hâlâ cesetler çıkarılıyordu. Bana diyor ki, emri, talimatı kimden aldın? Ben polis miyim talimat alayım? Zaten dünyanın tüm habercileri şu anda burada olmak istiyor. Onun sorgulanması çok zoruma gitmişti. Bir saatin sonunda, “Kazım Bey kusura bakma sizi de yorduk.” dediler, “işte böyle gelip yüzümüzü çekiyorlar.” dediler. Yani ne tuhaf değil mi, kendisini hâlâ o kadar çok önemsiyor ki! 35 bin insan ölmüş, o durumda hâlâ yüzünü, çekilebilir bir şey olarak görüyor. Çok özür dilerim ama 35 bin insan hayatını kaybetmiş, şu anda ilgilendiğim son şey sizin yüzünüz dedim. Böyle tuhaflıklar, zorluklar…


Gözaltına da alındın, hatta bir süre tutuklu kaldın, neler yaşandı o süreçte?

Yine video çekerken gözaltına aldılar. Tamamen tutuklanma maksadıyla. Bir suçlama yapıyor, Savcı onu düşürüyor, yeni bir suçlama isnat ediyor, ondan tutukluyor. Savcı ifademi almadı. Ben neden tutuklandığımı cezaevinde 65. günde Cumhuriyet gazetesinden öğrendim. Attığım tweetler nedeniyle. İyi de sen beni videoya çekerken gözaltına aldın. Tweetle ilgisi ne, Tweet’i ben üç sene önce atmışım. Ama amaç bu:  Önce tutuklayalım da sonra suç zaten bulunur. 

İlginç diyaloglar da oluyor mu?

8 Mart Kadınlar günü yürüyüşünde elinde makine olan biriyle yan yana düştük. Selamlaştık. “Senin fotoğrafların var bende üniversite zamanı edebiyatın önünde” dedi. Bahsettiği yer de eylemler açısından sıkıntılı bir yer. Bu arada gazetecilik okumuş. O yüzden onu da gazeteci zannediyorum. Sıkıntılıysa paylaşma, dedim. Güldü. Sonra da “Bir ara o fotoğrafları göndersene.” dedim. Kazım ben polisim, diye yanıt verdi.

İşin ilginç tarafı şu: ‘Bir bıçakla adam da kesebilirsin, ekmek de doğrayabilirsin’ hikâyesi var ya; bu da öyle. Onun da elinde kamera var, benim de elimde kamera var. O kendine delil üretiyor, ben kendime delil üretiyorum. Aynı araçla o başka bir şey yapıyor, ben başka. Mücadelemiz devam ediyor yani.

Video haberciliğinin yeterince etki alanı ve gücü var mı?

Ünlü yönetmen Kieslowski’nin bir mahkemede insanların sadece yüzlerini ve ellerini çekeceği bir belgesel projesi var. İzinler alınıyor bir biçimde. Ama sanık veya sanık yakınları biz ne durumdayız, senin belgeselinle mi uğraşacağız diyorlar. Çekim için iki kişiyi ikna ediyor. O tarihlerde  Polonya’da  aynen günümüz Türkiye’sindeki gibi insanları sırf ibreti alem olsun diye üç beş ay hapse atıyorlar. Kieslowski ikna ettiği kişilerle mahkemede çekim yapıyor. O kişiler ceza almıyorlar. Diğer sanık yakınları bunu görünce gelip kendilerini de çekmesini istiyor. Çünkü kayıt altına alınma durumunun keyfi alınmış kararları değiştirme etkisi olduğunu anlıyorlar. 

Bunun benzerini Antakya’da yaşadım, bir tandır etrafında dönen hikâyeleri çekiyordum. Birkaç abla var tandır başında. Bir ara yoktum, dönünce “Ya sen neredesin, burada olduğunda kavga çıkmıyor.” dediler. Çünkü ekmek sınırlı sayıda üretiliyor, bu yüzden insanlar bazen gerginlik çıkarıyor. Yani videonun, habercilik anlamında sakinleştirici ya da hizaya çekici bir tarafı var.


Gerçeğin peşinde olan bir video haberci, nelere dikkat etmeli, neler yapmalı?

Daha çok tavsiyem şu olacak: Sahadan ellerini çekmesinler. Çünkü masa başında kaldığın süre boyunca bakış açın köreliyor. Saha her zaman diri tutuyor ama sahaya çıkarken de çıplak çıkmak lazım. Çünkü öbür türlü o video haber politik görüşünüzün veya bir propaganda aracı olmanın ötesine geçemez. Yani davranışları belirleyen de bilgidir. Doğru bilgi vermek önemli. Mesela depremde de öyleydi. İlk 10 gün boyunca hiçbir şey paylaşmadım. Çünkü duygularımın öne geçeceğini düşünmüştüm. Zaten o insanlar o duyguya ulaşıyor. Saf gerçeğin kendisinin en iyi kurmacadan bile iyi olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden haberciliğe yönelmek isteyenler bol bol çekim yapsınlar. Ama işin teknik kısmından çok içerik kısmına odaklanmak ve eğer gazetecilik yapacaksa da gazeteciliğin kurallarına uyması en büyük tavsiyemdir.

Çektiğin belgesellerde ve video haberlerde konuyla geçirdiğin zaman ve çalışma biçimi değişiyor mu?

Belgesel amacıyla gitmişsem konu aldığım insanlarla beraber zaman geçiririm, imkân varsa beraber kalırım. Kameramın açık olmadığı zamanlarda paylaşımlarım olur. Ama sahada gazeteci olarak bulunuyorsam bunu yapmıyorum. Mesafeyi korumak için. Bu, haberi de koruyan bir şey.

Örneğin Emel Anne’nin belgeselini çekerken kaç kez Hatay’a gittim, onlarda kaldım, beraber yemek yedik. Bu, bence belgeselin içeriğini kuvvetlendirecek samimiyeti, doğallığı artıracak bir unsur. Ama habercilikte formal ilişkiyi korumaya özen gösteriyorum. Mesela Akbelen’de bir gün çadırda kaldım. Sonrasında hep oteldeydim. Hem kendimi ve dolayısıyla haberi korumak hem de daha dışarıdan, daha tarafsız olmak için.

Son dönemde hangi haberleri konu aldın?

Bu aralar Ege çok hareketli. Seçim öncesi olduğu için mi yoksa bu ekonomik kriz daha çok hissedildiği için mi bilmiyorum. Bir yandan Lezita direnişi var, bir yandan Agrobay işçileri Ankara’ya doğru yürüyüşe geçti. Alamut köyünde JES’e karşı bir hareketlenme var. Akbelen’i zaten saymıyorum bile, o uzun yıllardır gündemde ve hâlâ da devam ediyor. İşte kuruyan Marmara Gölü’yle ilgili dün yine bir hareketlilik vardı, oradaydım.


Son olarak neler söylemek istersin?

Umut tacirliği de yapmak istemiyorum ama gerçekten bazen şehirde olmak insanı biraz karamsarlığa itiyor. Şehirde derken masalardan bahsediyorum, yani masa başlarında, bilgisayar önlerinde olmak. Çünkü böyle çok sorun pompalanıyor. Karamsarlık ağır basıyor nedense. Ama sahada bambaşka bir gerçeklik görüyorum ben. Evet, çok kötü şeyler oluyor ama insanlar da mücadele ediyor. O mücadele eden insanlara inanılmaz saygı duyuyorum ve onların bu mücadelelerine tanık olduğum için de kendimi şanslı hissediyorum. Bu Agrobay direnişçileri için de öyle, Lezita işçileri için de, Tekelioğlu köylüleri için de, Marmara Gölü için de. Eğer birileri kendini gerçekten kötü ve umutsuz hissediyorsa biraz sahaya inmeli ve mücadeleye tanık olmalı. Bu, bence en iyi terapi.