Hayvanların saldırganları uzak tutmak için kendi alanına kokusunu bırakması, hayatta kalma güdümünden kaynaklı bir alan savunmasıdır. Sulak alanlara yakın mağaraların önüne çalı çırpı, derken taş toprak yığmakla, çalılardan yuva örmek bir sonraki aşamasıdır bunun.
Başlangıçta yırtıcı hayvanlara karşı savunma amaçlı yapılan çitler ve koruma duvarları sonradan aynı zamanda, bazen de özellikle insan saldırılarına karşı önleyici olması düşünülerek tasarlanır. Doğa, tehdidini savuşturunca doğaya egemen olma güdümüne kapılır beşer. Ölümü bilmez diğer hayvanlardan farklı olarak, ölümsüz olma dileğini, olunabileceği sanısına, onu da olduğu kanısına dönüştürür. Böylece doğaya savaş açmış olur.
Süreç, gerçek anlamda yabancılaşma seyridir. Surlarla çevrili şehirlere, diğer hayvanlar veya silahlı insan gruplarından olduğu kadar ‘insan’ sayılmayanlardan izole olmak için, başka bir deyişle egemenlerin gözünde insan sayılmayanların tecrit edilmesi gibi bir amaç yüklenir. Bu kentliler, Heidegger’in ‘ge-stell’ dediği çıkarcı teknoloji mantığına sahip, Thomas Lemke’nin ‘politisist’ dediği bireylerdir. Ge-stell de tabiri caizse doğaya düşman, yararcı, hesapçı teknoloji demektir. Pratik bilgeliği küçümseyen politisist ise “yaşamı nesneleştiren politikanın özerkliğini abartan” bireydir.
Yarımadalara, çoğu zaman da tırmanılması zor tepelere, uçurumlara yapılan kaleler, şatolar, saraylar, içsaraylar gibi enikonu korunak olan siteler ve plazalar da günümüzün kent yerleşkeleri olarak bu söylemin özneliğiyle gerçekleşmiştir. Öyle görünüyor ki geleceğin tekno-toplumu, tekno-kenti de bu zihniyetin hüneriyle gerçekleşecektir.
Arkaik çağların Ege’sinde polis, kendi kendine yetebilen, kenti bilen, kentin yönetimine katılan, politika yapma yeterliliğine sahip erkek politisiste özgü sayılır. Kadın bile, anne, bacı veya eş fark etmez, ötekisidir kentin. Oysa doğatanrıcı Stoacılar plüralisttirler (evreni tözler çokluğu görmek) ve mutluluğu Platon’un Devlet’inde gözettiği kandaşlığa ve siteye bağlı yurttaşlığa değil, evren yurttaşlığı (kozmopolitizm) olarak tanrısallığa bağlarlar. August Comte’un metodolojisine göre söylersek animistik ve andromorfik teolojik çağların cansız nesneler de dahil her şeyin bir ruhu (enerji) olduğu fetişist evredeki tasavvuruna karşılık çoktanrılılık (politeizm) farklılıklarla bir arada yaşamanın da ölçütüdür, dolayısıyla kentin kozmopolitizmine daha uygundur ama Platon, filozof lidere aşkınlık atfeder, dolayısıyla kanıtsız biçimde doğruluğu kanıtlamayana bir önerme olarak tekçi zihni beyan eder. Kent ve ütopya tasarımları da buna göre site devletine tahvil edilir. Devlet’te özünde insan oluşun nedeni sanatsal imgelemi simgeleyen şair duygularına yenilenlerden sayılıp dışarılanır.
Kadınlar da dâhil başkayı, farklı olanı dışlayan, yani ötekileştirici felsefeye sahip Platon Devlet’inin Ortadoğu uyarlaması diyebileceğimiz Farabî’nin Medinetü’l Fazıla’sı da böyledir. Kentin mümin eşrafı dışındakiler medinetü’l cahiledir. Yani kentlilik vasfı kazanamamış, dolayısıyla kent hakkına sahip olmayan, arzularına ve içgüdülerine yenilen insanlardır.
Platon’un öncesinde olduğu gibi sonrasında da üretilen ütopyalar dayatmacıdır. Politik yüceltim, bir başka adlandırmayla da idole bağlıdır, mühendislik hesaplarıyla ve eril dille tasarımlanmıştır. Rasyonalist ve ideal bir modeldir, itaat ister. Tasarıma uymayanlar; siyahiler, Yahudiler, Çingeneler; dün Emevilerin hisar dışında tuttuğu göçer Türkler, yakın geçmişteki “ya sev ya terk et” denen Kürtler ve komünistler, bugün onlara ‘Suriyeli’lerin de katıldığı mülteciler dışarılanır. Steril sanılan, temiz sanılan kentten uzaklaştırılmak istenirler.
İnsansal özüne yabancılaşmış bu söylemin savunucuları ve uygulayıcıları, tersine ötekileştirdiklerini yabancı sayar. Bütün Doğu’da denebilir ki monist düşünce çağlarının bir mirası olarak bilinçaltına yer etmiş doğaya bağlılık vardır. İlk duvarla başlayan mimari, estetik olanlarını ve heyecanını ayırarak diyebiliriz ki yabancılaşmanın göstergesidir kent. Korunağın, barınağın yanında birer güç gösterisi ve sınıf ayrıcalığı gibi tasarlanan yapılar şimdi birer kale gibi sakinlerinin bir kentte bulabileceği her şeyi barındıran plazalara evrilmiş bulunuyor. Kentin ortasında ama kente tepeden bakan, insanın ayaklarını bile işlevsiz kılacak ölçüde yalıtılmış, kendine kapanmış gökdelenlerdir bunlar.
En ünlüsü de gökdelenler kenti bilinen New York’ta değil, ne ilginçtir ki yoksul Ortadoğu’nun kanını pazarlayan Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti Ebu Dabi’de inşa edilmiş, dünyanın dört bir yanından turist çeken petrol krallarının saray kompleksi ve arması durumundaki palmiye yarımadaları ve Burç Dubai’dir. Buralar her şeyi kirleten paranın bolluğu nedeniyle kara para aklama dolayısıyla “gangster cenneti” olarak da anılır. Müslümanlığına ve geleneğe bağlılığına rağmen bir fuhuş yuvasıdır aynı zamanda. Onun kadar kötüsü insan hakları ihlâlleri. Palmiye şeklinde okyanusa uzatılmış bu dünya cenneti, iki yüz elli bin inşaat işçisi için de tam bir cehennemdir.
Petrolün şımarttığı adaletsizliğin simgesi Dubai’nin ihtişamından görünmese de asıl tehlike insanın özneliğini nesnesine kaptırması, yani beşerin nesneleşmesi. Bu mecrada Kaliforniya’nın (ABD) yüksek teknoloji şirketleri merkezi kılınmış Palo Alto kasabası gelecekteki tekno-kentin habercisi. Daha kötüsü giderek sayıları artan obez kentlerden sonrası, doğanın tükenişi, bildiğimiz doğal insanın da tür olarak sonu. Fütüristlere ve teknokratlara göre İnsanlık 2.0’ın da ötesi 3.0 sürecindeki bu dünya, algoritmaların içinde ruh gibi gezindiği çelik konstrüksüyonların kentlerinden oluşur. İnsansa ya kalmamış, ya hayvanat bahçelerine kapatılmış ya da birçok distopyanın haberini verdiği üzere doğa tüketildiği için uzayda doğa aramaktadır.