Ya 1999 ya da 2000, Dersim’in (Tunceli) Mazgirt kırsalındayız. Şimdilerde Yukarı Çanakçı mezrası olarak adlandırılan yer, o tarihlerde henüz boşalmış/boşaltılmış köylerden biriydi. Vakti zamanındaki ismini köyün eskilerinin bile bilmediği bu yer; taş diye hatıralar topladığımız orta mahalle, gövdesi kalın içi oyuk dut, ceviz ağaçlarının olduğu eski bahçe olmasa öncesiz sonrasız bir yer gibi yaz sıcağında asılı bizi beklemekteydi.
Sebebi ziyaretimiz mezar onarımı, peşi sıra kurban kesilecek, âdet yerini bulacak ve depreşen anılarımızı mümkün olduğunca ardımızda bırakıp döneceğiz. O yıllarda takriben 9 yaşlarındayım ve şeyleri kavramam henüz sezgilere ve rakamlara güvenmekten geçiyor. Sonralardan öğrendiğim ve zamanla iyice ezber ettiğim üzere, o dönem Dersim bölgesi OHAL kapsamında olduğundan, sınırları muğlak ama niteliği ayırt edilebilir bir ayrıksılık söz konusu gündelik yaşamda. Deneyime çakılı bu bilgi, sonraları şeyleri kavrayışımda bana başka bir dayanak olmuştur ve belki de insan böyle böyle, katlanarak açılırcasına büyür; şeyler, ufuk çizgisinde dizilircesine farklılıklarını yitirir.
Bahsini ettiğim ayrıksılık hâlinin bir görünümü, kimi yasaklardan ötürü yasa uygulayıcı mercileri bilgilendirmiş olmanızın size herhangi bir güvence sağlamayışında verilidir. Paradoks yoktur, devlet vardır, silsile içinde emir eri vardır, herkes en iyi ihtimal bu sürecin kurbanıdır ve güç sahibi olmak sanki kullanımını zorunlu tutarcasına bir algıyı beraberinde taşır.
Velhasıl, saatler su gibi akar, mezar onarılır, kurban kesilir, mezarlık ziyaretine gelmiş insanlarla sohbet edilir; insanlar kah üzgündür, yaşanmış olanların ağırlığı altında ezilircesine, kah yüzlerini bir neşe kaplar, eski güzel günlerin dostluklarını yâd edebilmişlerdir, yıllar sonra harabe de olsa köye dönülmüştür birkaç saatliğine. Bize ayrılan sürenin sonuna gelmek üzereyizdir. Kadınlar ve çocuklar, tek tük olan araçlara doluşurlar; kalanlar ise yürüyerek öteki köye, çoğumuzun konakladığı köye dönecektir.
Köye vardıktan hemen sonra, günbatımından az evvel, silah sesleri yükselir ardımızda kalan kayalıklardan. Olağan karşılanır başlarda bu durum, zira karanlık çöktükten sonra çoğunlukla silah sesleri yükselir Dersim’in dağlarından. Kısa bir süre sonra, kaldığımız evin telefonu çalar. Arayan, yürüyerek gelen kafileden birisidir, bütün gün çeşitli ihtiyaçların temini için kullanıldığı hâlde hiçbir yerde çekmeyen, henüz çoğu kimselerde olmayan cep telefonunun çekesi tutmuştur. Yardım ister, telaşla durumu anlatır ve kesilir hat.
Silah sesleri artarak devam eder. Herkesi bulaşıcı bir panik sarmıştır. Hızlıca karakola inilir, vaziyet anlatılır, uzunca birkaç saat boyunca askeri-bürokratik patırtı içerisinde yitip gider anlatılanlar. Denilir ki, tespit edilmiştir ve gereği yapılacaktır. Kaygının yerini iyiden iyiye öfke alır, karşılığını ise sorguda bulur, olur olmadık sorular sorulur. Gerçekten de gecenin bilmem kaçı olmuştur; eski, yeni belediye başkanları, dönemin milletvekili gibi simalar nazı geçer belki diye araya konmuştur fakat nafile, henüz ikna edilememiştir karakol. Gece geçti geçecek, tabur tabur asker taşınmıştır toprak yoldan tozu dumana katıp. Gerçekten de, bizleri bile şüpheye düşürürcesine bir sahne performansı söz konusudur. Her nasılsa, gün doğmadan az evvel, karakol komutanı ikna edilir; birkaç yaşlıyı götürecektir asker bölgeye; yaşlılar orada, dere yatağında sıkışmış kalanlara Kırmancki dilinde çıkabileceklerini söyleyecektir. Kırmancki dili, köyün yaşlıları ile birlikte burada turnusol kağıdı işlevi görür, devletin envanterinde kayıtlı olmasa da, elzemdir güven tesis etmesi adına.
Gün doğar, ucuz atlatılmıştır, ufak bir kaç yaralanma ile; operasyon ise taş üstünde taş koymamaya ant içmişcesine devam eder. Öğle vakti, zırhlılar doldurur kaldığımız köyün meydanını, komutan köyün kahvehanesine gelir, ezberden konuşurcasına bir hâli vardır, özür dilenecek bir şey yoktur, kızar hatta yer yer, adeta şanstır yanımızda olan ve konu kapatılır, çünkü gerekli olan, böyle bir ucuz atlatmış olma hâlini uzatmamaktır. Gerçekten de şanstır olanları açıklamak adına sarf edilen sözcük çoğunlukla ve bu titrek, zayıf, güçsüz açıklama bir çoğunu dışlar, onların değerli anısına ithafen…
Parmağımın ucu
Ürkek bir mum ve titrek ışığı
Demeyesin tek şey, alınır, sakın!
Duvar dibinde nazlıdır soba,
Ağlamaklı meşe,
Ha gayret, yandı yanacak sandığın.
Duvarın ötesi
Tekinsiz
Çoğul yalnızlıklar mirastır bizlere
Taş diye hatırlar topladığımız orta mahalle, eski kilise
Rüya bu işte
Karşılar, kırmızı toprak derler
Bir de kara namlu
Karlıydı, güne çalmaktaydı
Beyazı kızıla boyandıydı
Gölgeleri toplarken seninle
Yahut ürkerken mum, titrerken ışığı
İşte, rüya bu
Gözlerimi yumduğum
Öylece sustuğum
Rüyadayız sadece.