Kuantumun Şifacılıkla Ne İlgisi Var?

Gün geçmiyor ki türlü türlü mistik inancın ve uygulamanın arkasından “kuantum” çıkmasın. Kuantum şifa terapisi, kuantumla kendini iyileştirme, kuantum düşünce gücü ve niceleri… Peki kuantumun tüm bu uygulamalarla ne ilgisi var?  Gidebildiğimiz kadar eskiye, 1920’ler Almanya’sına gidelim. 

KUANTUMA GİDEN YOL 

1920’lerde Almanya’da fizikçiler arasında henüz yeni ortaya atılmış kuantum mekaniği teorisi, heyecanlı tartışmalar başlattı. Bunlardan biri de kısaca, “kuantum mekaniğinde bilincin olası rolü” diye özetleyebileceğimiz bir tartışmaydı. Tamam, konuya yabancı okurlarımız için baştan alalım: 

17. yüzyılda Isaac Newton’ın formüle ettiği klasik fizik ve yerçekimi yasası, dünyayı anlamlandırmaya yetse de (örneğin bugünkü uçakları uçururken Newton fiziğini göz önüne almak zorundayız) galaksiler ve evren ölçeğindeki “büyük fiziği” açıklamada yetersizdi. 

20. yüzyılda Albert Einstein’ın Özel ve Genel Görelilik teorileri, devasa cisimlerin uzaydaki hareketlerini açıklamayı başardı. Ancak burada da bir sorun var: Einstein fiziği de atom altı parçacıklar dünyasını açıklamaya yetmiyor. Böylece Niels Bohr, Werner Heisenberg, Erwin Schrödinger gibi isimlerin önderliğinde ortaya çıkan kuantum mekaniğine geliyoruz. 

Kabaca, kuantum mekaniği veya kuantum fiziği, atom altı parçacıkları inceleyen temel bir fizik dalı. Bu alanda çalışan bilim insanları, atomların

ve bunları meydana getiren elektron, proton, nötron, kuark gibi parçacıkların özelliklerini açıklamaya çalışıyor. 

Kuantum mekaniği, klasik fizikten veya görelilik kuramlarından çok başka bir işleyişe işaret ediyor. Bunu açıklamak için Evrim Ağacı’nın şu tanımına başvuralım: 

“Klasik mekanikte nesneler, belirli bir zamanda, belirli bir yerde bulunur. Kuantum mekaniğinde ise nesneler, bunun yerine, bir olasılık sisi içerisinde bulunurlar; A noktasında bulunmalarının belli bir olasılığı ve B noktasında bulunmalarının da başka bir olasılığı vardır. Bu böyle, her bir durum için devam eder…” 

Kuantum mekaniğini belki de en temel şekilde anlayabileceğimiz örnek, ışığın hem parçacık hem de dalga gibi davranabilmesidir. Benzer şekilde bugün kuantum bilgisayar teknolojisi de 1 ve 0’lardan oluşan klasik bitler yerine aynı anda hem 1 hem de 0 değerini alabilen kübitlerle çalışıyor. 

Buradaki kritik nokta “olabilirlik” kavramı. Nitekim bu, insana olasılıklar dünyasında zavallı bir gözlemci gibi hissettiriyor. Ve tüm bunlar üzerindeki “gerçek” rolümüzü merak etmeye başlıyoruz. 

KOPENHAG YORUMU VE SCHRÖDİNGER’İN KEDİSİ

Parçacıkların bu bize tuhaf gelen davranışlarını açıklamak için kuantum mekaniğinin çeşitli yorumları var: Bunlardan geniş kabul göreni Kopenhag yorumu. Bu yoruma göre ışığı temsil eden foton gibi parçacıklar, gözlenip gözlenmemelerine bağlı olarak davranışlarını değiştiriyor. Örneğin ışığın davranışını gözlerseniz parçacık gibi, gözlemlemezseniz dalga gibi davranacaktır. Buna dalga fonksiyonunun çökmesi adı veriliyor. Diğer bir deyişle gözlem yapıldığında ışığın dalga fonksiyonu “çöküyor” ve siz onu parçacık gibi davranırken görüyorsunuz. 

Bunu biraz daha açmak için ünlü bir düşünce deneyine başvuralım: Bu deneyde bir kedi, küçük bir şişe zehir ve radyoaktif bir kaynakla kapalı bir kutuya bırakılmış olsun. Radyoaktif kaynağın bir saat içinde ışıma ihtimali ışımama ihtimaline eşittir. Eğer içerideki sensör radyoaktiflik algılarsa küçük şişeyi kıran mekanizma çalışır ve zehir kediyi öldürür. Bir saatin sonunda kedinin canlılık ve ölülük hâlleri eşdeğerdir. Yalnızca kutu açılıp gözlemlendiğinde bu durumlardan biri gerçek olur. Yani kedi, kutu açılana kadar hem ölü hem diridir ve kutuyu açtığımız anda bu birden fazla olasılıktan sadece biri gerçekliğe dönüşür. 

Avusturyalı fizikçi Schrödinger tarafından tasarlanan bu düşünce deneyi (genellikle Schrödinger’in kedisi diye bilinir), kuantum mekaniğinin Kopenhag yorumundaki problematiği göstermek için ortaya atıldı. Burada bir kedi ölü ya da diri olabileceği rastgele bir duruma bırakılıyor ve karar vermek için “gözlemlemeye” ihtiyaç duyuluyor.

KUANTUM MEKANİĞİNDE BİLİNÇ

Kopenhag yorumunun öne sürdüğü üzere ölçüm ve gözlem yoluyla ortaya çıkanın dışında nesnel bir gerçeklikten söz edilemiyor. 

Kuantum mekaniğinde bilinç tartışması da bu eski soruna uzanıyor: Örneğin bunu kabul etmeyen Albert Einstein’ın, “Ay yalnızca bakıldığında mı var olur?” sorusu ünlüdür. Her ne kadar böyle bir bakış açısı günlük yaşamımızda pek olası görünmese de fizikçilerin gözlemleri kuantum ölçeğinde “gözlemlemenin” etkisini çoktan teyit etti. 

20. yüzyılın başında bilim ve din bugünkü kadar birbirinden ayrı değildi ve dönemin bazı bilim insanları özellikle Doğu mistisizminden ilham alıyordu. Bunlar arasında kuantum mekaniğinin önde gelen isimlerinden Schrödinger de vardı. Einstein ise bilimdeki her türlü öznelliğe şiddetle karşı çıktı. Örneğin ünlü fizikçi, kuantum mekaniğinin yine öncü isimlerinden Bohr’u bilimle bağdaşmayan bir mistisizmi fizik dünyasına tanıtmakla suçluyordu. Bohr ise Einstein’ın kendisini yanlış anladığını söylüyordu. Zira Bohr, kuantum süreçlerinin gözlemcilere gerek kalmadan gerçekleştiğine inanıyordu. Ancak aynı zamanda kuantum teorisinin başka alanlara genişletilmesinin bilincin anlaşılmasını sağlayabileceği fikrine de sıcak bakıyordu. Bohr aynı zamanda bir gözlem yapılmadan önce Schrödinger’in kutudaki kedisinin canlı mı yoksa ölü mü olduğunu araştırmanın anlamı olmadığı düşüncesindeydi. Einstein ise bu görüşe asla katılmıyordu. O, sonraki yaşamının çoğunu kuantum mekaniğini “gerçekçiliğe” dayalı bir teori hâline getirmek için gerekli unsurları arayarak geçirdi. Örneğin, 1935’teki Einstein-Podolsky-Rosen paradoksu adlı düşünce deneyi de bu arayışın bir ürünüdür.

Harvardlı tarihçi Juan Miguel Marin, bu noktada Wolfgang Pauli’den bahsediyor. Marin’e göre Avusturyalı teorik fizikçi Pauli, Einstein’ın Bohr’u suçladığı görüşlerden bazılarını gerçekten de barındırıyordu. 

Pauli, rasyonellik ile din arasında bir sentez olan “berrak mistisizm” hipotezini desteklemişti. Kuantum teorisinin bilince yönelik psikolojik/bilimsel ve felsefi/mistik yaklaşımları birleştirebileceğini öne sürüyordu. Pauli’nin bakış açısı ve gerçeklik hakkındaki görüşleri de yine Doğu mistisizminden etkilenen filozof Arthur Schopenhauer’dan etkilenmişti. 

Fizikçiler arasındaki bu mistisizm tartışması, 1929’da astrofizikçi Arthur Eddington’ın (ki kendisi Genel Göreliliği ilk kanıtlayan kişidir) popüler kitabı Fiziksel Dünyanın Doğası’yla (The Nature of the Physical World) başlayarak kamusal alana da yayıldı. Kitap, mistisizmi savunmasıyla uluslararası medyanın dikkatini çekmişti.

Tarihçi Marin’e göre sonraki birkaç yıl içinde Heisenberg ve Schrödinger de Einstein ve Max Planck’ı rahatsız edecek derecede mistisizm işleriyle uğraştılar. 

1958’de Schrödinger, yine Schopenhauer’dan ilham alarak “Akıl ve Madde” derslerini yayımladı. Burada ölçüm aletleriyle insan gözlemi arasında bir fark olduğunu savunuyordu: Bir termometrenin kaydedilmesi, kendi başına bir anlam içermediği için bir gözlem eylemi olarak değerlendirilemez. Dolayısıyla fiziksel gerçekliği anlamlı kılmak için bilince ihtiyaç vardır. Hatta Schrödinger, “Bazılarınızın buna mistisizm diyeceğine eminim” diye de eklemişti. 

Marin’in aktardığına göre Schrödinger’in bu dersleri mistisizm tartışmasıyla ömrünü geçiren bir neslin son çabasıydı. Çünkü kuantum mekaniği tartışmaları II. Dünya Savaşı’na kadar ağırlıklı olarak Alman kültürel bağlamında yer almış ama yüzyılın ikinci yarısında fizik kültürünün Anglo-Amerikan kültürüne geçmesiyle sona ermişti. 

Nitekim bugünkü fizikçilerin çok önemli bir kısmı, bilincin kuantum teorisinde rolü olduğuna inanmıyor ve Einstein gerçekçiliğini benimsiyor. Hakim modern görüş, bir gözlemin, bir parçacığın gözlenen konumda var olmasını sağlamadığı, aksine gözlemcinin o parçacığın yerini bulduğu yönünde.

KUANTUM TARTIŞMALARI, NEW AGE İNANIŞLARIYLA BİRLEŞİYOR

Öte yandan, II. Dünya Savaşı’nın ardından bazı mistik fikirler yeniden su yüzüne çıktı. Bunda Amerikalı-Macar fizikçi Eugene Wigner de rol oynadı. Wigner, 1961 tarihli “Zihin-beden sorusu üzerine açıklamalar” başlıklı makalesinde, bilinçli bir gözlemcinin kuantum mekaniğinde temel bir rol oynadığını öne sürdü. 

Makalesi daha sonraki mistik çalışmalara ilham kaynağı olsa da Wigner’in fikirleri öncelikle felsefiydi ve bilim insanı 1970’lerin sonlarına doğru pozisyonunu değiştirerek bilincin kuantum mekaniğinde rol oynadığı düşüncesini reddetti.

Bunun hemen ardındansa Fundamental Fysiks Group adı verilen bir akademik grup ortaya çıktı. 1975’te Kaliforniya Üniversitesi Berkeley’de yüksek lisans öğrencisi olan iki fizikçi Elizabeth Rauscher ve George Weissmann tarafından kurulan ekip, “kuantum teorisinin felsefi sonuçlarını” araştırmak üzere her cuma toplanıyordu. Tarihçilere göre grubun tartıştığı konular arasında kuantum mistisizmi de vardı. 

ARTHUR KOESTLER MESELESİ: ANTİKOMÜNİZM NELERE KADİR?

1970’lerin başında bugün Batı kültürünü sarmalayan New Age kültürü, parapsikolojik fenomenlerin kuantum mekaniğiyle açıklanabileceğini öne süren bazı yazarların kitaplarından yola çıkarak kendi tuhaf uygulamalarını kuantum fiziğine ve felsefeye içkin fikirlerle birleştirmeye başladı. Sonunda bu çaba, günümüzün kuantum şifacılığıyla sonuçlanacaktı. 

Parapsikolojik fenomenlerle kuantumu birleştirmeye çalışan yazarların başında da Arthur Koestler geliyordu. Koestler aynı zamanda Batı’nın en ünlü anti-komünist entelektüellerinden biriydi. “Tesadüfün Kökleri” (The Roots of Coincidence) kitabı, bugün New Age’in sarıp sarmaladığı düşüncelerin tam anlamıyla ilham kaynağı oldu. Macar/Britanyalı/Yahudi yazar ve gazeteci olan Koestler, 1931’de Almanya Komünist Partisi’ne katılmış, 1938’de Joseph Stalin’i eleştirerek partiden ayrılmıştı. 1940’ta Birleşik Krallık’a taşınıp uluslararası ün kazandığı anti-totaliter romanlarını yazmaya başladı. 

1949’da Koestler, Britanya’nın Bilgi Araştırma Departmanı adlı, Soğuk Savaş dönemi anti-komünist propaganda biriminde gizlice çalışmaya başladı. Bu birim, yazarın faaliyetlerini finanse ederken, eserlerini de yeniden yayımladı.

Koestler’in Britanya hükümetiyle ilişkisi o kadar güçlüydü ki, iddiaya göre onları popüler bir anti-komünist sol edebiyat dizisi yaratmaya teşvik eden de oydu. Nitekim Koestler, bu edebiyatın en tanınmış temsilcilerinden George Orwell ile de sıklıkla beraber anılır. 

ÜNİVERSİTE KÜRSÜLERİNDE PARAPSİKOLOJİNİN NE İŞİ VAR?

1972’de Britanya İmparatorluğu Nişanı alan Koestler adına 1985’te Edinburgh Üniversitesi’nde bir araştırma birimi kuruldu: Koestler Parapsikoloji Birimi. 

İlk bakışta hayret verici olsa da bilim-irfan yuvası olarak gördüğümüz üniversitede Conjuring (Korku Seansı) serisini anımsatan bir parapsikoloji birimi oluşturulmuştu. Mistik olayların incelendiği bu birim, Birleşik Krallık’taki tek parapsikoloji kürsüsüydü. 

TÜM BUNLARIN ÜZERİNE: MODERN EVRİM TEORİSİNİ ÇÜRÜTME ÇABALARI

Bu arada Koestler’in yukarıda bahsettiğimiz kitabı ve diğer bazı çalışmalarını yazma amaçlarından biri de bugünkü anlayışımızla evrim teorisini, yani “modern evrimsel sentez”i çürütmekti. Kabaca açıklamamız gerekirse bu sentez, Evrim Teorisi’nin Darwin’in ileri sürdüğü şeklinden ibaret olmadığını göstererek evrimsel biyolojinin gerçek bir bilim sahası olarak görülmesini sağladı. Bu sentezden doğan popülasyon genetiği, modern bilimin en güçlü sahalarından biri olarak çalışmalarını sürdürüyor ve biz de dâhil olmak üzere tüm türlerin nereden geldiğini, nasıl geldiğini ve şu anda nasıl değiştiğini açıklamayı başarıyor.

Koestler ise modern sentezin yumurtalar veya gözler gibi karmaşık yapıları açıklayamadığını iddia ediyordu. Mistisizm ve paranormal olaylara hayranlık, Koestler’in çalışmalarının çoğuna ilham kaynağı olmuştu. Böylece yazar; duyu, dışı algı, psikokinezi ve telepati gibi paranormal fenomenler üzerinde çalıştı. Daha da ilginci, kendisinin, havaya yükselme deneyleri gibi işlerle uğraştığı da biliniyor. 

BİTİRİRKEN…

İşin belki de en kötü yanı, bu türden mistik anlayışlara sahip insanların, sözünüze asla kulak vermemesi. Çünkü her zaman onların da (mistisizmle harmanladığı) sözde bilimsel teorileri vardır ve bu inançlarda şüpheye yer yoktur. İlginçtir ki bu “bilimsel teoriler”, mucizelerin ancak inanırsanız gerçekleşeceği türden bilimsel teorilerdir. 

Yazıyı noktalarken Carl Sagan’ın “Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı” (The Demon-Haunted World: Science as a Candle in the Dark) adlı kitabında geçen ünlü bir sözünü hatırlatmak güzel olacak:

“Tarihin en acı derslerinden biri şudur: Yeterince uzun süre aldatıldıysak, aldatıldığımıza dair her türlü kanıtı reddetme eğiliminde oluruz. O zaman artık doğrusunu öğrenmekle ilgilenmeyiz. Aldatmaca bizi kafeslemiştir. Kafeslendiğimizi kendi içimizde kabul etmek bile çok acı vericidir. Bir şarlatana üzerinizde kullanabileceği gücü verdiğinizde onu asla geri alamazsınız.”