“Ötekinin Sesine Kulak Veren Öyküler”

*Yazar Polat Özlüoğlu ile insanlık durumunu anlatan öyküler üzerine söyleşi

“Öykü yazmak bir keşif yolculuğudur. Kalemi elime aldığımda ne yazacağımı bilmemenin huzursuzluğu ve hazzı besler beni. Bir fotoğraf, bir isim, bir kitap bir şarkının çağrışımıyla yola düşmek, mesafeleri kalemle aşmak candır.” diyor Polat Özlüoğlu. Öykülerini genellikle ben anlatıcı bakış açısıyla anlatması da işte o canlara dokunmak için.

Çocukluk yaralarını, onlarla baş edebilme çabasını, bu çabaların ileriki yaşlara taşınan hüznünü aile odağında yoğunlaştırarak duygulu, akıcı bir dille yansıtmayı başaran bir yazar Polat Özlüoğlu.

İlk öykü kitabından bu yana kentin içinde sıkışmış, adeta dört duvar arasında kalmışlarla; toplumsal kodlara karşı özgürlüğü, kendi ruhunu arayan kahramanlarla tanıştırdı bizi. Hassas kalplere özgü kalemiyle insan öyküleri arasında dolaşan yazarlık serüveni, çok değerli ödüllerle buluştu. 2022’de İthaki Yayınlarından çıkan dördüncü öykü kitabı ‘Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar’la 7. Antalya Edebiyat Günleri’nde Yılın En İyi Öykü Kitabı seçilmekle kalmadı, 2023 yılında Fakir Baykurt Öykü Kitabı Ödülü’ne ve  edebiyatın en prestijli ödüllerinden biri olan Haldun Taner Öykü Ödülüne layık görüldü. 

Çağdaş öykücüler arasında kaleminden öyküler okumayı çok sevdiğimiz Polat Özlüoğlu’yla öykücülüğü ve öykünün gücüne dair keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik:  

Edebiyat dünyasında ödüller ne ölçüde motive edici ve edebiyata katkısı sizce ne?

Eserlerin edebiyat dünyası dediğimiz kanonun içinde görünürlüğünü ve okur bazında dikkat çekmesini sağlıyor elbette. Özellikle İstanbul’dan uzakta bulunan yazarların görünürlüğüne katkısı oluyor. Yazar açısından edebiyatın ustaları adına verilen ödüller teşvik edici bir özelliğe sahiptir. Kitaplarını okuyup ilham aldığımız edebiyatımızın büyük isimlerine gönül borcumuzu ödüyoruz yazarak. Bu verilen ödüller sayesinde okur gözünde sahip oldukları kabulü bir nevi edebiyat dünyası nezdinde de almış oluyorlar. Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar hikâye kitabımla da hem Fakir Baykurt hem de Haldun Taner gibi edebiyat dünyamızın büyük ustalarının isimleri adına verilen bu ödülleri aynı yıl içinde almaktan gurur duydum, mutlu oldum. Ödüller daha çok yazmaya ve okumaya teşvik ediyor.

Son çıkan Sahi Adım Neydi hikâye kitabınızda öteki ya da toplum tarafından ötekileştirilmişlerin, toplumda geri plana itilmişlerin hikâyelerini okuyoruz. Öykülerinizde ötekiyi anlatmanızın sebebi nedir?

Çağımızın en büyük sorunlarından biri bence ötekileştirmek çabası. İnsanlar dinleri, dilleri, ırkları, cinsiyetleri, cinsel kimlikleri, yoksullukları, yalnızlıkları, bedenleri yüzünden ayrıştırılıp toplum dışına itilmektedir. Toplumsal baskı yoluyla insanlar arasında ötekileştirme temelli bir yapı örgütlendirilmeye çalışılıyor ve bunu iktidar da destekliyor. Toplum tarafından görmezden gelinen, dışlanan, yok sayılan, görünmez olan insanların kısılmış sesine kulak vermek, karartılmış hayatlarına ışık tutmak, acılarına, kederlerine, çaresizliklerine ortak olmak önemli diye düşünüyorum. Özellikle bunu edebiyat aracılığı ile gerçekleştirmenin gücüne inanıyorum. Gazete haberlerinde, tarihin tozlu sayfalarında, sosyal medyada sadece istatistiksel rakamlar olarak ifade edilen, bir kaç gün gündemde kalan sonrasında çabucak unutulan, isimleri bile anılmayan okuyup geçtiğimiz mağdur, mazlum, kurban, zulüm gören olarak nitelenen dışlanmış insanlara dair öyküler yazmak, sayfalara onları misafir etmek, edebiyat olanakları ile onları ağırlamak bir anlamda okurlara onları anlama ve üzerine düşünme imkânı sunuyor. Hatta bazı okurlar kendilerini onların yerine koyma kabiliyetini gösterebiliyorlar. Bu çok önemli bir nokta. Ötekileştirilen, dışlanan insanların görünürlüğü edebiyatla daha kalıcı ve etkilidir. Onların acılarına, korkularına, yokluklarına dokunma imkânı sunuyor öyküler. Toplumsal hayatın en büyük sorunlarından biri ötekileştirmek. Daha çok konuşulsun, düşünülsün, yazılsın, çizilsin isterim bu konuya dair. Nihayetinde bir gün hepimiz öteki olacağız. Önemli olan bunun bilincinde olmak.

Ötekinin izleğinde yurttaşın hak arayışında öykü hangi özellikleriyle destek olabilir?

Haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik edebiyatın sayfalarına çağlardır konu olmuştur. Olmaya devam edecektir. Zalimin zulmünü yazarak paylaşmak önemlidir kanımca. Edebiyatın bir hak arama, hak verme misyonu yoktur lakin bunu ifade etme hakkı vardır. Önemli olan yazarın yaşadığı çağa, hayata, sokağa, toplumsal olaylara gözlerini açık tutması, sırtını dönmemesi, ötekinin sesine kulak vermesidir. Yaşadığı zamanın ruhunu kalemine yansıtabilen yazarların yazdığı öyküler okuru yakalayacak ve kalıcı olacaktır. Ötekiliğin altını çizen, dışlanmışlığı imleyen, karanlığa teslim olmayan, duyarlı, samimi ve sahici eserler farkındalık yaratmada oldukça önemlidir. Yazarın toplumsal olaylara, gelişmelere dair körlükten kurtulması gerekir. Her zaman mağdurun, mazlumun, yenilenin yanında durmak, ezilenlerin safında olmak zaruri bir husus edebiyat dünyasında. Bunu göz ardı edemez hiç bir yazar. Göz ardı edenlerin ise bir uzak düş dünyasında, gerçeklikten kopmuş beyhude bir çaba içinde olduğunu görürüz. Yazdıklarıyla bu coğrafyanın gerçeklerine gözlerini kapadıklarını, körlüğe teslim olduklarını biliriz. 

Son yıllarda öykü türünde bir yükseliş var mı? Bu yükselişi nelere bağlıyorsunuz?

Son yıllarda öyküye dair güzel gelişmeler olduğunu gözlemlemekteyim. Bu yükselişin nitelik açısından da gerçekleşmesi en büyük ümidimdir. Çağımızın hız çağı olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz. Bu yüzden görece kısa olarak adlandırdığımız öykülerin okunma, paylaşılma hızı bu yükselişe hizmet etmektedir. Önemli olan çokluk değil gelecek nesillere dair kalıcı olmaktır. Bunu sağlayacak olan ise eserlerin topluma, toplumsal sorunlara ne kadar yakın olduğu ile ilintilidir. Toplumsal meselelere, dertlere gözlerini yummayan, göz önünde bulunduran eserler her daim daha kıymetli olacaktır. Ve elbette kullandığımız dilin temizliği, saflığı, güzelliği, oyun bazlığı bu kalıcılığı sağlayacaktır. Dilimize gereken özeni gösterip doğru şekilde kullanmanın önemini vurgulamalıyız her fırsatta. Gelip geçici bir heves değildir yazmak, ömür boyu süren bir tutkudur.

Siz de öykü türünde yazıyorsunuz, öyküyü seçme nedenleriniz nelerdir?

Öykü, yüreğime, nefesime ve aklıma yakın hissettiğim bir tür. Bir öyküye başlayıp başından kalkmadan bir solukta bitirmenin keyfini yaşamayı seviyorum. Gönlümü çelen, aklımı kurcalayan, içime dert olan, vicdan telimi titreten, yüreğime ağırlık veren meseleler, sorunlar, haksızlıklar, acılar, yaslar, kayboluşlar üzerine düşünüp onları birer öyküye dönüştürmenin önemine inanıyorum. Hayatın ayrıntılarında gizli kalmış, sesi, soluğu kısılmış, gözden çıkarılmış, dışlanmış, ötekileştirilmiş, toplum dışına itilmiş, isimsiz, sahipsiz insanlara, özellikle de kadınlara ve çocuklara dair hikâyeleri öyküye dönüştürmek umuda kapı aralıyor. Öykü çok dinamiktir, sürekli devinip dönüşür, değişimi yakalayıp ayak uydurur tür olarak. Yazar olarak bu devinimin takipçisi olmayı, peşinden koşmayı seviyorum. Öykü oyunbozandır, çocuksudur, yerinde duramaz alıp götürür. Öykü durağan değil devinen, değişendir.

Bütün öykülerinizde insan-mekân ilişkisini çok iyi anlatıyorsunuz. Sizce öykücü kentle nasıl ilişki kurar, kentten nasıl beslenir?

Öykünün yapı taşlarından en önemli etmen zaman ve mekândır. Bir öyküyü bir mekâna oturtup kaleme almak öyküye canlılık, heyecan ve güç verir. Öykünün okuyucunun gözünde canlanmasını, mekânın içine girmesini, mekânda ortak anılar inşa etmesini ve mekâna sızmasını kolaylaştırır. Kent ile bağ kuran öykücüler, öyküler edebiyat dünyamızda elbette mevcuttur. Oysa benim yazın dünyamda henüz herhangi bir kent ilişkisi ya da bağı oldukça mefhumdur. Yazdığım öykülerin çoğunluğunda kentten ziyade bu algıyı yok sayan, kentin varlığını görmezden gelen bir kurguda öykü inşa etmeye çalışıyorum. Ortak mekânları çağıran ve çağrıştıran, kentlerin bildik, benzer, tamamlayıcı yapısını anıştıran binalar, sokaklar, meydanlar, yollar, mahalleler, kaldırımlar ve evler üzerinden toplam bir kent kuruyorum öykü evrenimde. Böylece öykülerdeki mekân atmosferi, ortak bir kentte buluşma imkânına sahip oluyor. Yani hikâye okurun bulunduğu kentin belirsizliğine, deneyimine ve algısına bürünüp o kentin kıyafetini üzerine geçirebiliyor yazdığım öykülerde. Bazen kentler ayrıntıda saklı olabiliyor. Böylece ortak bir kent algısında buluşuyor her okur. Şimdilik belirgin çizgilerle kentler yerine ortak mekân algısı ile öyküde yol almayı seviyorum. Kent olgusunu zihnimizdeki tüm kentlerin toplamından ilhamla inşa ediyorum.

Son dönemde malumunuz sadece edebiyatla geçinmek oldukça zor, siz de şimdi emekli olsanız da son hikâye kitabınız dışındaki kitaplarınızı işinizden boş kalan zamanlarınızda yazdınız. Bu süreçte nasıl zorluklarla karşılaştınız? Yalnızca yazmakla uğraşmak günümüz yazarlarını da düşünerek mümkün müdür? Mümkün kılınabilir mi? Düşüncelerinizi merak ediyorum. 

Çalışırken yazmanın zorluğunu on küsur yıl boyunca profesyonel yazarlık hayatımda tatmış, tecrübe etmiş biri olarak şu anda istediğim saatte ve mekânda yazı yazmanın keyfini yaşıyorum elbette. Ama yazmak her daim benim için bir yolculuk gibi, kaçış, kayboluş oldu bir anlamda. Yazarken bu dünyanın arafına gittiğimi hissediyorum. Yalnızlığıma sığınıyorum yazarak. Çalışma hayatında da böyleydi. Hayatın telaşından, stresinden, yorgunluğundan, keşmekeşinden bir kaç saatliğine de olsa teneffüse çıkıyormuş gibi hissediyorum elime kalemi aldığımda. Yazmak her daim zorluğun ötesinde bir kayboluş benim için, bilmediğim dünyalara seyahat, fezaya gidip dönmek gibi. 

Yazarak hayatını kazanmak hiçbir zaman mümkün olmadı bu memlekette, her dönemde böyleydi, ileride de olacağını pek sanmıyorum. Çoksatar bir yazar olmak gibi bir amacı olmayan biri olarak yazdıklarımın okur nezdinde kıymetinin bilinmesi yeterli benim için. Okurun gözü, kulağı, yüreği eserle hemhal olabiliyorsa ne mutlu. Yazarlık bir meslek değil bu coğrafyada, kıymeti de yok açıkçası muktedirler nezdinde. Edebiyatla uğraşan yazarlarımız, şairlerimiz mahpuslardan, hücrelerden, sürgünlerden, faili meçhullerden nasibini ziyadesiyle aldı. Dilerim ustalarımızın izinden başımız dik yürüyebilelim. Önemli olan okurun gözünde kabul görmektir. Bir yazar olarak sen yazdığından razıysan ve vicdanın rahatsa gerisi teferruattır. Ben açıkçası yazmanın keyfini, hazzını hiç bir şeye değişmem. Öyküler okurunu bulabiliyorsa ne mutlu. Adresi belli olmayan mektuplara benzetiyorum kitapları, elbet bir gün doğru adrese ulaşacaktır.

*Söyleşiyi yapan: Ayşegül Atılgan