*Jakob Kushner’in “Did Germany’s ‘Refugee Crisis’ Even Exist?” isimli yazısından çevrilmiştir.
“Berlin’de ülkenin önde gelen göçmen karşıtı partisinin hayal gücüne bir bakış”
PANKOW, Berlin- Almanya’nın aşırı sağ parti liderlerine göre, Berlin ülkenin medeniyet seviyesindeki düşüşün bir örneği. Başkentin, dedikleri gibi, radikal İslamcı terörün kaynağı olduğu ve beyaz Alman kadınlarının genellikle daha koyu tenli Müslüman erkekler tarafından tehdit edildiği bir yer hâline geldiği söyleniyor.
Almanya’nın sağ popülist siyasi partisi olan Alternative für Deutschland (AfD), kuruluşundan on bir yıl sonra göçmen karşıtı duruşu nedeniyle popülerlik kazanıyor. Bu, sadece birkaç yabancı düşmanı seçmenden ibaret değil. Almanya’nın bazı bölgelerinde AfD, diğer tüm partilerin önünde yer alıyor. Bu durum, Almanlar arasında göçün ülkenin en büyük sorunu olduğuna dair yaygın bir inancı yansıtıyor.
Ocak ayında gazeteciler, AfD’nin önde gelen üyelerinin göçmenleri ve göçmen kökenli Alman vatandaşlarını toplu olarak sınır dışı etme planını ortaya çıkardı. Bu arada, partinin sosyal medyasında 2019 tarihli şu Facebook gönderisi gibi mesajlar yer alıyor: “Müslüman göçmenler: Göçten bu yana artan şiddet ve cinsel saldırılar. Durdurun!”
Aynı yıl, Berlin’deki AfD, 1866 tarihli hayal ürünü bir “köle pazarı” resmine gönderme yapan siyasi reklam panoları astı. Resimde, İslami başörtülü ve cübbeli esmer tenli erkekler çıplak beyaz bir kadını inceliyorlardı. Bu, asırlardır devam eden ırkçı bir klişeye dayanıyordu. The Art Newspaper’da alıntılanan bir analize göre, Mısır’ı gezen sanatçı neredeyse kesin olarak hiçbir zaman bir köle pazarını ziyaret etmemişti.
2020 yılında parti, sosyal medyada IŞİD tarafından benimsenen bir İslam mezhebi olan Selefiler’in Berlin’de 1.100 civarında olduğunu tahmin eden bir makale paylaştı. AfD, Facebook’ta “Terör tehdidi her geçen gün artıyor” dedi ve yanlış bir şekilde bu İslam mezhebine mensup olan herkesi teröristlerle bir tuttu.
Altı yıl önce Berlin’de göç ve göçmenlere yönelik ön yargı ve şiddeti araştırırken, AfD’nin göç hakkındaki görüşlerine dair yakından bir bakış elde etmiştim.
O Eylül ayında, AfD ülke çapında seçmenler arasında büyük bir ivme kazanmıştı ve Berlin’in bazı bölgelerinde oyların yüzde 37’sini almıştı. Göçmen karşıtı aşırı sağ parti, ilk kez Bundestag’da sandalye kazandı ve bunlardan üçü Berlin’dendi. Toplamda 225.000’den fazla Berlinli (oyu kullananların yüzde 12’si) AfD’ye oy vermeye gitti.
Bu nedenle, 2017 yılında Berlin’in en kalabalık ve ikinci büyük şehri olan Pankow’a gittim. Pankow, şehir merkezinden kuzeye doğru uzanan ve benim gibi Neukölln sakinlerine yabancı gelen uzak semtlere kadar uzanıyordu. Orada AfD parti yetkilisinden bir röportaj yaptım. Yetkili, Pankow’daki AfD seçmenlerinin daha çok gelecekten endişe duyduklarını, bugünden fazla kaygılanmadıklarını açıkladı.
Dolayısıyla, Avrupa’nın “mülteci krizi” (Batı’nın 2014’ten 2016’ya kadar Suriye, Afganistan ve diğer bölgelerdeki savaş ve kargaşadan kaçan milyonlarca mültecinin kendi kıyılarına sığınmaya çalışmasıyla karşı karşıya kaldığı durumdan bahseden, bazen Batı tarafından kullanılan yüklü bir terim) olarak adlandırılan dönemin başlamasının üzerinden on yıl geçtikten sonra krizin zirvesinden hemen sonra partinin yaptığı iddiaları yeniden gözden geçirmeye karar verdim. Acaba AfD’nin öngördüğü kıyamet gerçekleşmiş miydi?
TARİHİN SAĞ YANI
O sırada, bu seçmenleri korkutan çeşitli göçmen nüfuslu Berlin’in neyin nesi olduğunu merak ediyordum. AfD’nin o zamanki Berlin Başkanı Georg Pazderski, beni yakın zamanda yapılan seçimdeki yükselişlerini kutlamak için bir Berlin birahanesinde düzenlenen kutlama yemeğini gözlemlemeye davet etti.
Zayıf bir adam, konuşmasında kullanmak üzere projektör çalıştırmakta zorlanıyordu. Siyah gömleğiyle ses teknisyeni ya da belki bir düğün DJ’ine benziyordu ama o, Berlin Temsilciler Meclisi’ne yeni seçilen bir üye olan Ronald Gläser’dı. Kısa bir süre önce seçilen yaklaşık yüz kişi, çoğunlukla orta yaşlı veya daha yaşlı erkekler, odada sohbet edip kırmızı örtülü ahşap masalarda bira yudumladı.
Katılımcılar, kışkırtıcı, AB karşıtı açıklamalar yapmak veya Almanya’nın mültecilere kaç vergi mükellefi avrosu harcadığı hakkında sıradan sorular sormak için mikrofona yaklaştı. Masamda, Bundestag’a seçilen ilk üç AfD Berlin üyesinden biri haline gelen AfD’nin ikinci başkanı Beatrix von Storch oturuyordu. Yakında, Münster’deki ölümcül yol kazasını yanlış bir şekilde bir mülteciye atfettiği için özür dilemek zorunda kalacaktı (Faili beyaz bir Alman adamdı).
Von Storch, salatasından başını kaldırdı, mikrofona doğru yürüdü ve daha önce hiç bilmelerine gerek olmayan bir kalabalığa parlamento partisi siyasetinin karmaşıklıklarını anlatmaya başladı. Netlik sağlamak için gündemini üç, anlaşılması kolay noktada yeniden belirtti: “Avro karşıtı, Göçmen karşıtı ve Merkel karşıtı.”
“Korkuları gerçekti ancak bunların temelleri çoğunlukla hayal ürünüydü.”
Gläser, von Storch konuşmasını yaparken projektörle uğraşmaya devam etti. En sonunda pes edip parlak mavi ışıklı bir ekranın önünde konuşmaya başladı. Projektörün yanındaki küçük pankartta “Wahrheit” (Almanca “gerçek” demek) yazıyordu. Gläser, bir önceki gün Manhattan’da yaşandığını iddia ettiği DEAŞ bağlantılı bir kamyon saldırısından bahsetti ve buna “Oto-Cihad” adını verdi. (Araştırmalar, şehir içindeki terör saldırılarının seçmenleri daha muhafazakâr görüşlere yönlendirebileceğini doğruladı.) Yaşadığım yer olan Neukölln dahil olmak üzere farklı Berlin semtlerinde göçmenlerin işlediğini iddia ettiği suçlardan bahsetti.
Salonun arka tarafında duran Pazderski, gülümseyerek parti üyelerinin ellerini sıkıyordu. Beni tanıdıktan sonra, daha önce yapmış olduğum bir isteği konuşmak için yanıma geldi: Avrupa’nın en liberal şehirlerinden birinde 200.000’den fazla AfD destekçisi varken, AfD bana Berlin’deki parti merkezlerini gezdirerek göçmenlerin seçmenlerin yaşam tarzını nasıl tehdit ettiğini gösterebilir mi?
Pazderski kartvizitimi Gläser’e götürdü. Gläser ise Pazderski’yi kendi kartvizitiyle bana geri gönderdi. Ertesi gün Gläser, bana e-posta ile şehirde mülteciler ve liberallerin yol açtığını iddia ettiği sorunları görmem için ziyaret etmem gereken birkaç yeri önerdi. Bu yerlerin çoğu, AfD’nin Berlin’de en yüksek oy oranına sahip olduğu Pankow semtindeydi.
“Mauerpark’a git,” diye yazdı Gläser. “Geceleyin uyuşturucu satıcıları ve suçlular var. Cehennem gibi bir yer değil ama Pankow’da alacakaranlık bir bölge. Seçmenlerimizi tiksindirecek şeyler görebilirsin.”
Komünistlere adanmış anıtları gör, örneğin Treptower Park’takini,” diye ekledi. “Sonra Berlin’in kenar mahallelerini, Karow veya Buch’u (bir zamanlar oldukça hoş bir mahalleyi mahvettiğini iddia ettiği birkaç tane iltica başvurusunda bulunanlar için yapılan evler) ziyaret et ve farkı gör.”
Ancak Pankow’u gezdiren bir rehbere ihtiyacım vardı; partiye göre göçmenler tarafından yok edilen Pankow’u bana gezdirebilecek bir AfD üyesi ve Berlinli. Gläser beni Pankow’un şu anki ikinci başkanı olan Friedrich Hilse ile tanıştırdı ve Hilse mükemmel rehber oldu.
Hilse, tarihsel olarak beyaz yakalı, orta sınıf bir semt olan ve aynı zamanda Berlin’in en kalabalık, muhtemelen de en politik açıdan en çeşitli bölgesi olan Pankow’dan geliyordu. Semt, Mitte yakınlarındaki sol-yeşil Prenzlauer Berg’den binlerce sığınmacının yerleştirildiği doğu tarafındaki işçi mahallelerine, atların hala parke taşlı sokaklarda yürüdüğü kırsal Blankenfelde çiftlik alanlarına kadar uzanıyordu. Hilse, Pankow sakinlerinin dörtte biri göçmen kökenli olduğunu iddia etti ve 2014-2016 “mülteci krizi”nden bu yana binlerce sığınmacı burayı yurt edindiğinden bahsetti.
Hilse, yaklaşan çöküşünü düşünürken, büyüdüğü semti gezdirmeyi teklif etti. Hilse’nin iddialarını test etmek için aynı mahalleye üç farklı rehberle dönecektim: Genç Afgan mülteci ve sonradan fotoğrafçı olan Ruhi Hosseini ile yeni gelen mülteci ailelerin oraya entegre olmasına yardım eden iki Suriyeli mülteci, Anas Mahmoud ve Hisham Al Taweel.
Bu turlarla birlikte, AfD’nin şehirle ilgili kaygıları hakkında çok şey ortaya çıktı. Korkuları gerçekti ancak bunların temelleri çoğunlukla hayal ürünüydü.
BİZİM ŞEHRİMİZ
Soğuk ve bulutlu bir Aralık sabahıydı. Sokakta AfD rehberimi hemen tanıdım. Çocuk gibi bir yüzü olan, hevesli ve yükselen bir parti yetkilisiydi. Yıl 2017’ydi ve Afganistan, Suriye ve diğer yerlerdeki savaşlardan kaçmak zorunda kalan on binlerce sığınmacı Berlin’e yerleşiyordu.
Hilse’ye göre bu insanlar sorun yaratıyordu. Turumuza başladığımızda bana yerli Almanların yerinin doldurulduğunu söyledi. “Müslüman ağırlıklı bir toplumda yaşamak kolay değil. Bu ülkenin 50 yıl sonra Almanya olmasını istiyorum. Bu normal bir his veya normal bir istek olmalı.”
Bana Pankow’un siyasi çeşitliliğini göstermek için Prenzlauer Berg’in yuppie liberal bölgesinde buluşmuştuk. Kollwitzplatz’da Hilse şık giyinmişti ve biraz yabancıydı. Bölgeye pek aşina değildi ve nereye gitmemiz gerektiğini bilmiyordu. Köpeğini gezdiren bir adam Fransız esintili bir fırını denememizi önerdi ancak “Mayayı biraz fazla kullandıklarını” söyledi. Aksi halde Schlomo’s Bagels’e gidebilirdik. Veya daha iyisi, yan taraftaki yerlilerin uğrak yeri olan kafeye gidebilirdik. Burada insanlar flat white yudumluyor ve ilerici dergiler okuyordu. Hilse’ye Gläser’in Prenzlauer Berg sakinlerinden “Beyinleri Yıkanmış Yeşil İyi Niyetliler”** olarak bahsettiğini söyledim. Bunun ne anlama geldiğini sordum.
“Hilse’ye (Friedrich) göre mülteciler kendi ülkelerinin ve kültürlerinin sıkıntılarını da beraberlerinde getirmişler.”
“Ronald Gläser’ı severim,” dedi. “Her zaman açık sözlüdür. Buradaki insanların durumu oldukça iyi demek istiyor. Fakat burası, Prenzlauer Berg, etnik olarak nispeten homojen. Bu insanlar sürekli fazla kültürlü barındıran şehirlerin ne kadar güzel olduğundan ve uyum sisteminin ne kadar iyi olduğundan bahsediyorlar. Sonra çocuklarını etnik olarak homojen anaokullarına gönderiyorlar. Diğerleri ise bunun sonuçlarına katlanmak zorunda kalıyor. Buralarda bir sürü iki yüzlü var.”
Kahvelerimizi bitirdikten sonra Hilse’nin küçük mavi BMW’sine binip Mauerpark’a gittik. Gläser burayı ziyaret etmemi söylemişti. Bir zamanlar Berlin Duvarı bu parkın içinden geçiyordu. Hilse’ye bugün Doğu Almanya’da büyümüş olan ve şu an Thüringen ve Saksonya’da yaşayan anne ve babasının Almanya’nın “Hoş geldin kültürü” hakkında ne düşündüğünü sordum. Bu terim, göçmenlere yardım etmek için halktan ve özel sektörden gelen büyük desteği ifade ediyor. Hilse, “‘Bizim kültürümüz, ülkemiz benim için fazla hızlı değişiyor’ diye hissediyorlar,” dedi. “‘Ve iyiye doğru değişmiyor.’”
Hilse, Pankow’da büyürken mahallesinin ve okullarının zaten göçmenlerle dolu olduğunu söylüyor. “Bazı okullarda olduğu gibi, yüzde 90’ı Arap, Türk olan anaokulları vardı,” diye iddia etti. Bu, 2000’li yıllarda Neukölln’deki bazı okullar için de doğruydu.
“Dili neredeyse hiç konuşamıyorlar ve eğitimin peşinde olmayan ailelerden geliyorlar,” diye ekledi. Bu doğru değildi: 2018 tarihli bir araştırmada göre, birçok mülteci yüksek düzeyde geçmiş eğitime ve buna karşılık gelen eğitim hedefleriyle geliyor ve Alman yüksek öğreniminin dünya çapındaki tanınırlığının farkındalar. 2017 yılında, mülteci krizinin azalmasından sadece bir yıl sonra yapılan bir araştırmada, katılımcıların yaklaşık üçte biri Almanca konuşma becerilerinin “iyi” veya “çok iyi” olduğunu söylese de gelenlerin yüzde 90’ı hiç Almanca bilmiyordu.
Hilse’ye göçmen kökenliler ile Almanlar arasındaki görünür ayrımı tanımlamasını söyledim. Bana U-Bahn’a binmemi veya yazın şehir parklarında insanları gözlemlememi tavsiye etti.
Hilse bana “Bir bak, Araplar veya Türkler birbirleriyle neredeyse hiç kaynaşmıyorlar,” dedi ve “Çoğunlukla genç erkek grupları var çünkü Türk ve Arap ailelerinden kızlar dışarı çıkmıyor, izinleri yok,” diye ekledi. (Berlin’in göçmen nüfuslu mahallelerini ziyaret eden herhangi bir Berlinli için bu ifade saçma geliyor. Kadınlar işe yürür, çocuklarını kreşe veya okula götürür.)
Çok sıradan görünen Mauerpark’a bakarken devam etti, “Bu güzel bir park değil. Daha çok çorak arazi gibi.” Fakat parka ve aslında Berlin’in büyük bir kısmına çorak arazi hâline geldiyse, bu tam olarak mültecilerin suçu muydu diye sordum Hilse’ye.
Hilse’ye göre mülteciler kendi ülkelerinin ve kültürlerinin sıkıntılarını da beraberlerinde getirmişler. “Bu insanların geldiği ülkelerin durumu, yani Orta Doğu ve Afrika genellikle oldukça kötü, oldukça saldırgan. İç savaşlarla ilgili sorunları var. Bunun kültür ve dinle de ilgisi var,” dedi. “Bütün bunları buraya getirmekten korkuyorum. Kültürünü her zaman yanında getirirsin.”
Hilse göçmenliğe tamamen karşı değildi aslında. “Eğer ülkeyi daha istikrarlı, daha zengin hale getireceğini hissetseydim, mültecilere daha iyimser bakardım,” dedi. “Başörtülü kadınlar değil de belki Asyalılar olsaydı daha az karamsar olurdum.”
(Elbette, Hilse bazı mültecileri diğerlerine tercih etme eğiliminde yalnız değildi. Rusya Ukrayna’yı işgal ettikten sonra, Almanlar ve diğer Avrupalıların Afganistan, Somali ve Afrika ile Orta Doğu’daki ülkelere kıyasla Ukraynalı mültecilere daha olumlu baktığı görüldü.)
Ancak, Hilse’ye sordum: Müslüman ve Asyalı göçmenler arasındaki fark neydi? Ona göre her şey suça dayanıyordu. Hilse, Faslıların, Nijeryalıların, Tunusluların Almanlara göre 500 ila 1.000 kat daha fazla cinayet veya tecavüz işleme ihtimalleri olduğunu iddia etti. Hilse istatistiklerinin kaynağını veremedi.
Ancak gerçek şu ki, o dönemde Almanya’daki yabancılar Almanlardan daha az suç işliyordu, 2015 yılında nüfusun yüzde 15’ini oluşturmalarına rağmen tüm suçların yüzde 8’inden azını oluşturuyordu. Bu sayılar 2022 ve 2023’te değişmiş olacaktı. Son birkaç yılda yabancılar, yani ziyaretçiler, yabancı oturum izni olanlar ve sığınmacılar dahil olmak üzere suç şüphelisi olarak orantısız bir suç oranına sahipti; bunun bir kısmı Alman polisi tarafından yaygın uygulanan ırksal veya etnik profillemenin bir sonucu olabilirdi.
“Almanlar, göçmenleri terörize ediyorlardı.”
Yine de AfD’nin göçmen karşıtı söylemine en fazla itibar kazandıran olay, muhtemelen 2015 Yılbaşı Gecesi Köln ana tren istasyonunun dışında gerçekleşen cinsel saldırılardı. Yaklaşık 650 kadın cinsel saldırıya uğradığını bildirdi. Birçoğu saldırganlarının Kuzey Afrikalı veya Arap gibi göründüğünü söyledi. Saldırılardan sonra bazı AfD destekçileri göçmen şüphelilere ırkçı bir kısaltma olan “Nafri” (Kuzey Afrikalı mükerrer suçlular) diye seslendi.
Aslında, yüzlerce suçlanan erkekten sadece ikisinin cinsel saldırı suçundan hüküm giymesinin nedeni Alman hukuku idi. Alman yasası, birini cinsel saldırıdan suçlu bulmak için, mağdurun faile fiziksel olarak direnmeye çalıştığını kanıtlamasını gerektirir. Hızlı gerçekleşen Köln saldırıları için bu kanıtlanması zor bir durumdu.
Köln olayları, Alman yasama organlarını yasayı “Hayır, hayır demektir” standardını gerektirecek şekilde reform yapmaya ve elle tacizi ve diğer “şaşırtıcı” eylemleri de içerecek şekilde değiştirmeye zorladı. Değişiklik ayrıca, cinsel saldırı suçundan hüküm giymiş yabancıların hızlı bir şekilde sınır dışı edilmesine de karar verdi.
2018 yılında Der Spiegel’in göçmenlere karşı yapılan yüzlerce suç ve online haber raporunu inceleyen bir araştırma, bazı mülteciye yönelik cinsel taciz suçlamalarının tamamen uydurma olduğunu ortaya çıkardı. Fakat konu İslamcı göçmenlerin tehlikesi olduğu zaman Hilse’nin kendine göre istatistikleri vardı.
“İddiaya göre 2.000 civarında ‘Gefährder’imiz (Alman polisi tarafından takip edilen 700 potansiyel aşırmacı Müslüman hakkındaki bir polis raporunun abartılı bir ifadesi) var,” dedi Hilse. “Ülkede radikal İslamcıların sayısı giderek artıyor. Hükümet bile böyle düşünüyor. Aslında bunlar bence hali hazırda terörist.”
Olaylar o sırada Hilse’yi zaten haksız çıkarıyordu: Almanlar, göçmenleri terörize ediyorlardı. 2014-2016 mülteci krizi sonrasında Almanya genelinde göçmenlere yönelik saldırılar binlere fırladı. 2020 yılında yapılan bir araştırma, 2015 Köln saldırılarının mültecilere yönelik saldırılarda önemli bir artışa yol açtığını ortaya koydu. 2019 tarihli başka bir araştırmada ise en az göçmenin olduğu yerlerde en fazla saldırı olduğunu buldu.
Saksonya’nın Clausnitz kasabasında, yabancı düşmanı sakinler, Alman hükümeti tarafından gönderilen sığınmacıları taşıyan bir otobüsü engelledi. Geçen yıl, Berlin yakınlarındaki Brandenburg eyaletinde göçmen karşıtı aşırılık yanlısı kişiler, göçmen okul çocuklarıyla dolu bir otobüsü durdurup onlara yabancı düşmanı sloganlar attırarak otobüsü geri dönmeye zorladı.
Bu mültecilerin gelişinden bu yana on binlerce Alman da onlara Almanca öğrenmelerinde, iş bulmalarında, topluma entegre olmalarında ve bir şekilde Dresden’de ziyaret ettiğim bir “Hoş Geldin Kafe”de gönüllülerin yaptığı gibi asimile olmalarında yardımcı olmak için gönüllü oldu.
Ve yine de o kafeye kısa bir mesafede, Freital’de, yabancı düşmanı Alman teröristler mültecilerin evlerini bombalıyordu. Salzhemmendorf’ta gerçekleşen başka bir saldırıda ise gönüllü bir itfaiyeci ve iki aşırı sağcı arkadaşı, genç çocuklarıyla birlikte yaşayan Zimbabveli bir mültecinin dairesini ateşe verdi. 2015 yılında bir Alman adam, mülteci krizinden faydalanarak, Berlin’de ailesiyle birlikte iltica başvurusunda bulunmak için sırada bekleyen dört yaşında bir Boşnak çocuğu kaçırıp öldürdü.
Pankow’un kendisi de yabancılara karşı uzun bir düşmanlık geçmişine sahip. 2007 yılında aşırı sağcı dazlaklar orada üç Yunan göçmene saldırdı ve geçen yıl bir Suriyeli kadın, bir sığınma evine yapılan kundakçılık saldırısında yanarak öldü. 2019 yılında Berlin yakınlarında benzer bir saldırı meydana geldi. Her ikisi de 2016 civarında meydana gelen kundakçılık dalgalarını ve göçmenlere yönelik diğer saldırıları anımsatıyordu. 2019 saldırısında, polis tıpkı göçmenlerin aşırı sağcı terör örgütü NSU tarafından öldürüldüğü veya bombalandığı her seferinde göçmenleri suçladığı ve hatta çerçeveye aldığı gibi, yanlış bir şekilde hemen bir göçmenden şüphelendi (ben de kitabımda bu olayı anlatıyorum).
Turumuza geri döndüğümde, Hilse’ye, araştırmaların Almanya’da AfD desteğinin yüksek olduğu bölgelerde göçmenlere yönelik saldırıların daha fazla olduğunu gösterdiğini söyledim. “AfD olmasaydı dünya daha iyi olmazdı,” diye ısrar etti. “Mültecilere karşı suçlar yine olurdu,” dedi ve AfD’nin insanların göçün yavaşlamasını veya durmasını istediklerini şiddetsiz, politik ve demokratik yollarla ifade etmelerine izin vererek mültecilere yönelik saldırıları azaltmaya bile yardımcı olabileceğini savundu.
Hilse’ye, bir avuç yabancı uyruklu aşırılık yanlısının körüklediği korkunun Berlin’i nasıl kötüye dönüştürdüğünü sordum. Aralık 2016’da bir Tunuslu sığınmacının Berlin’deki Noel pazarına yaptığı terör saldırısını işaret etti.
“Tüm Noel pazarları,” diye yakındı Hilse, “Artık büyük beton bloklarla çevrili. Bu ülke değişti ve daha kötüye evrildi. Artık kuşatma altındaki bir ülke gibi görünüyor, artık huzurlu ve normal bir ülke değil.”
“Hosseini, telefonundaki fotoğraflara bakarak bana Hilse’nin tehditkâr bir şekilde dolaştığını iddia ettiği yabancıların aslında sadece hafta sonu pikniğine çıkan göçmen aileler olduğunu gösterdi.”
Hilse’ye Pazderski’nin “Müslümanların çoğunluğu Almanya’ya entegre olamıyor” iddiası hakkında soru sorduğumda, onayladı ve okulların Müslüman öğrencileri memnun etmek için yemeklerinden domuz etini çıkarmasını kınadı, ki bu iddia, AfD’nin aslında hiç gerçekleşmeyen bir şey hakkında yaptığı yaygın bir şikayetti.
Ayrıca, giderek artan sayıdaki araştırma, bazı göçmenlerin asimile olmaya direnmekte haklı olabileceğini ve bunun ayrımcılığı artırabileceğini bile öne sürüyor. Şehir planlamacısı Rebecca Nathanson, “Asimilasyon, kişinin kimliğini kaybetmesi anlamına geldiği için entegrasyondan farklıdır,” diye yazıyor. Dahası, Almanya gibi varış ülkelerinin politikası veya kültürü, göçmenlerin geldiği ülkelerdekilerden doğası gereği daha haklı veya daha iyi değildir.
Hilse ayrıca, Afrika’nın bazı kısımlarını sömürgeleştirmiş Almanların isimleri verilen sokakların yeniden adlandırılmasına yönelik son girişimlerden de şikâyetçi oldu.
Peki, bu çoğunlukla Müslüman mültecilerin memleketine neler yaptıklarının somut, sadece sembolik olmayan tezahürlerini görmek için nereye gidebiliriz? Yolculuğa devam ederken Hilse, “Gittiğimiz yer Blankenfelde,” diye yanıtladı. “Burada yaşayan insanlar oldukça geleneksel, bu da onları Kollwitzplatz çevresinde gördüklerimizden farklı kılıyor. Bu küçük yerde AfD oyların yüzde 37’sini aldı. Sebep olarak ise “mahallelerinin değişmesini görmek istemiyorlar” dedi.
Hilse’nin bana gösterdiği Pankow, beyaz Almanlar ile diğer herkes (göçmenler, Müslümanlar, siyahlar) arasında net çizgiler çekilmiş, ayrılmış bir yer. Hilse, Pankow’daki Almanların kendileri ile Berlin’in göçmenlerden oluşan alt sınıfı arasında sınırlar, bariyerler istediklerini açıkladı. Ona göre göçmenlerin çoğu da bariyer istiyor.
Hilse, “İnsanlar genelde aileleriyle, akranlarıyla yaşamak ister,” dedi. Bu yüzden çocuklarının büyüdüklerinde siyahi biriyle evlenmelerini istemez. Fakat bu tam olarak ırkçılık değil mi diye sordum. Duraksadı, düşündü: “Herkes çocuklarının kendine biraz benzemesini ister. Bu oldukça doğal,” dedi, “İnsani bir şey.”
Birçok sığınmacının yerleştiği bir mahallede dolaşırken Hilse, siyasi yelpazenin diğer tarafındakilerin doğal olarak iyi gördüğü bir terimi yeniden değerlendirmeye çağırdı beni.
“Farklılık, herkes için aynı anlama gelmeyen bir kelime,” dedi.
Hilse, farklılığın “azınlıktaysa güzel bir şey” olduğunu çünkü bu durumda yerliler, Alman beyazlar için bir “zenginleşme” olduğunu açıkladı.
İşçi sınıfının yaşadığı Buch adlı mahalleye vardığımızda, Hilse’ye tekrar sorunu gerçekten göstermesini istedim. Tren istasyonunun altındaki küçük bir tünelden geçerken, Hilse geceleri tünelde takılan ve kendisi gibi Almanların güvensiz hissetmesine neden olan göçmen erkekleri anlattı bana. Fakat ben sadece normal binalarla sıralanmış normal sokaklara çıkan ve gidip gelen insanlar gördüm. Bir an sessizce dururken, Hilse bile iddialarından emin değilmiş gibi görünüyordu.
Yürümeye devam ederken, “Dürüst olmak gerekirse, burada her şey oldukça el bakir,” diye itiraf etti.
RAYLARIN DİĞER YANI
Hilse ile turdan bir ay sonra, aynı tren istasyonuna bambaşka bir rehberle geri döndüm: Üç yıl önce Afganistan’ın Bamyan şehrinden ailesi ve kardeşiyle birlikte Almanya’ya gelen 18 yaşındaki Afgan mülteci Ruhi Hosseini. Hosseini, neredeyse her gece tren raylarının altından geçiyordu.
Hilse’nin aşağıda hayal edip kınadığı aylaklar kimdi diye sordum. Hosseini, bunların sadece Hilse’nin hayal ürünü olduğunu söyledi. O köprünün altında takılan tek insanlar sigara içmek, bira içmek ve yağmurdan korunmak için oraya giden Almanlar. Ayrıca kimseyi de rahatsız etmiyorlar.
Amatör fotoğrafçı olan Hosseini, Buch’un boş alanlarını fotoğraflamak için geceleri uzun yürüyüşlere çıkıyordu. Çekimlerinden biri, bu istasyonun yakınlarında çekilen rüya gibi bir uzun pozlama fotoğrafıydı. Hosseini, telefonundaki fotoğraflara bakarak bana Hilse’nin tehditkâr bir şekilde dolaştığını iddia ettiği yabancıların aslında sadece hafta sonu pikniğine çıkan göçmen aileler olduğunu gösterdi. Bunu bilmesi gerekirdi: Günlerini bu mekanları ve sokakları fotoğraflayarak, kendi bakış açısından belgelemekle geçiriyordu. Bunu yaparken, farkında olmadan Hilse’nin çok korktuğu şeyi yapıyordu: Bu mahallede hak iddia ediyor ve onu kendine ait kılıyordu.
Hosseini o sırada, AfD’nin protestolarına rağmen özellikle sığınmacıları barındırmak için inşa edilmiş bir binada ailesiyle birlikte Buch’ta yaşıyordu. 2017 yılında Almanya yasama organları AfD’nin baskısına boyun eğerek Afganlara otomatik iltica vermeyi durdurunca iltica hayalleri suya düştü. Aynı yılın ilerleyen günlerinde Hosseini ve Berlin’deki diğer bir düzine genç Afgan bir protesto düzenledi. İltica ret kararlarını paramparça edip parçaları sanat eserlerine dönüştürdüler ve bunları Buch’un merkezindeki küçük bir binada sergilediler.
“Son araştırmalar, bu tür göçmenlerin sosyal hizmetlerden yararlanmak için değil, güvenlik veya iş bulmak için geldiğini doğruluyor.”
Serginin o zamandan beri Almanya genelinde gezdiği söyleniyor. Mülteci savunucuları tarafından alkışlanan sergi, göçmenlerin isimsiz erkek yığınları olarak aşağılanmasını çürütmüş. Fotoğraflar, göçmenlerin umutlarını ve endişelerini, özlemlerini ve hayallerini aktarmış.
Hilse sergiden haberdar değildi. Bir ay önce Buch’taki yeraltı geçidinin yakınlarında yürürken, Hosseini gibi genç Müslüman erkeklerin Berlin’in çöküşü nasıl olacağına dair kanıt göstermesi için ona baskı yapmıştım. 2014-2017 yılları arasında Berlin’deki Müslüman nüfusunun sadece yüzde bir, yani yüzde 5’ten yüzde 6’ya yükseldiğini belirttim.
Ancak Hilse ve partisi için asıl endişe kaynağı gelecek. Ülke 10 veya 30 yıl sonra nasıl görünebilir?
“Size ‘Farklılık her zaman iyidir’ diye düşünmeniz öğretiliyor. Ama peki ya sizinkiler nereye gitti?”
İKİYE BÖLÜNMÜŞ BİR ŞEHİR
Hilse ile turuma çıkmadan birkaç gün önce, o zaman 30 yaşında olan Suriyeli bir sığınmacı Anas Mahmoud ve 41 yaşında olan Hisham Al Taweel ile Pankow’un güney kesiminde dolaşmıştım. İkili, “aile rehberi”ydi (Yeni gelen göçmenlerin mahallelerini tanımalarına, sosyal hizmetlere ulaşmalarına, evrak işlerini halletmelerine ve yerleşmelerine yardımcı olan gönüllüler).
Tıpkı Hilse gibi, Al Taweel ve Mahmoud da Berlin’i ayrılmış bir şehir olarak deneyimlediler ancak karşı taraftan. Mahmoud, eskiden ping pong oynadığı bir Pankow barına kadar yürüdü. Bana bir dahaki gidişinde haber vermesini istedim. Utangaç bir şekilde gülümsedi. Burası bir Alman barı, diye açıkladı. Bir Alman onu içeri davet etmediği sürece içeriye adım atmaya cesaret edemezdi. Peki, o zaman Alman olmayanlar burada nerelerde takılıyor diye sordum. Mahmoud beni sokağın aşağısına Domino’s Pizza’ya götürdü. Orada her milletten göçmen bir araya geliyor. Orada kendini rahat hissediyor: Almanlar Domino’s pizza yemiyor, dedi.
Tramvaylara ve trenlere binip inerken, Mahmoud ve Al Taweel, farklı mahallelere giden trenler arasındaki atmosferdeki çarpıcı farkı anlattılar. Neukölln’e doğru giden trenler farklı dillerin sohbetleriyle doluydu, yaşlı göçmenlerin hâl hatır sorup gençlerin flört ederek vakit geçirdiği güvenli alanlardı. Ancak diğer yönde, Pankow’un Blankenfelde ve Buch gibi muhafazakâr bölgelere doğru giden trenler sessizce raylarda ilerliyordu. Bunun nedeni, göçmen Berlinlilerin neredeyse üç yolcudan birinden ana diliyle konuştukları için yerli yolcular tarafından azarlanıyor olmasıydı. Al Taweel, geçen yaz batıya giden bir trende, iki mülteci arkadaşıyla birlikte göle pikniğe giderken kendisine küfreden bir Alman adam tarafından sözlü saldırıya uğradığını söyledi. Kendisiyle röportaj yapmadan bir gün önce, Al Taweel bir Alman adamın kendisinin bindiği trene bindiğini ve Arap görünümlü bir genci omzundan sertçe ittiğini gördü. Bu olay, treni kısa süreliğine durduran bir kavgaya yol açtı.
Birkaç gün sonra, Hilse’ye El Taweel ve Mahmoud’un anlattıklarını söylediğimde şaşırmadı. U-Bahn’ın, AfD’li kentli seçmenlerin nefret ettiği zorunlu karışımın somutlaşmış hali olduğunu söylüyor. O da orada Almanlarla göçmenler arasında çatışmalar görmüş. Hilse için bu, yerli Almanlar ve göçmenlerin kaynaşmaması gerektiğinin kanıtı.
Ancak Pankow’da Almanlar ve mültecilerin bir arada yaşayabileceği bir yer vardı. Aralık 2017’de bir sabah Mühlenstraße’deki eski bir Yahudi yatılı okulunda, şimdi M24 adlı bir gençlik kulübü olan yerde Noel yetenek gösterisine katıldım. Orada Müslüman çocuklar Almanca Noel şarkıları söylediler, başörtülü anneleri gülümseyip alkışlayıp video çektiler. Hilse’nin yok edeceklerini iddia ettiği Hıristiyan-Alman kültürünü özümsedikleri ve kutladıkları görülüyordu.
Ancak Hilse’ye göre bu farklı dinler ve kültürler uyumsuzdu. Gezintimiz sırasında bana, “Bence bu bütün entegre olma işi bize anlatıldığı gibi işlemiyor,” dedi. “Ve bu, AfD’nin yükselişinin hikâyesini açıklıyor.”
BAŞARILI ENTEGRASYON
Yedi yıl sonra, göçmenlere yönelik AfD’nin tutumu ve söylemi çok değişmemişti. Partinin Pankow ayağı 2023 yılında web sitesinde “Berlin’deki durum endişe verici” diye yazdı. Şehir, “şehrin sosyal altyapısını aşırı yüklememek için onları hızlı bir şekilde [geldikleri] ülkelere geri göndermelidir.” AfD’ye göre Pankow bir “kriz” içinde.
Ancak bugün bunlar ve Hilse’nin görüşleri, gerçeklerden ziyade uydurma hikâyeler gibi görünüyor. Berlin’de, hükümet tarafından finanse edilen girişimler ve gönüllüler, AfD’nin bildiğimiz şekliyle iktidara yükseldiği sözde “krizi” yani fenomeni çözmüş olmasa da yumuşatmış durumda.
“Partinin korku tacirliği, Berlin’in göçmenleri bütünleştirmedeki sağlam başarısına çaresiz bir tepki olarak görülmelidir.”
Doğru, Almanya son dönemde Ukrayna ve diğer bölgelerden gelen sığınmacıları barındırmak için gereken hızda yeni konut inşaatı konusunda zorluk çekiyor. Fakat şehir, sığınmacıların barınaklardan normal dairelere taşınmasına yardımcı oldu, ev sahiplerine kiraya yardımcı olacaklarına dair mektuplar verdi.
Şu anda, 2014-2016 “krizi” sırasında gelen sığınmacıların dörtte üçü kalıcı konutlarda yaşıyor. Yarısından fazlası iş buldu. Binlercesi üniversitelere kayıtlı. Yeni gelen sığınmacıların, standart ön koşulları henüz karşılayamayanlar dahil, Berlin üniversitelerine girebilmeleri için özel kabul kriterleri oluşturuldu. Hosseini ise metal işçiliği alanındaki üç yıllık bir mesleki eğitimini tamamladı ve pencere-kapı çerçevesi yapımı üzerine çalışıyor, daimî oturum için başvuruda bulunuyor.
Hosseini gibi sığınmacılar, Almanya’nın şu anki zor durumda olan ekonomisi için bir nimet haline geldi. Bazı ekonomistler, yaşlanan yerli nüfus ve düşük doğum oranları nedeniyle Almanya’nın işgücündeki nitelikli işçi açığını kapatmak için hala daha fazla insana ihtiyaç duyduğuna inanıyor. Sonuç olarak, Almanya 2023 yılında Afrika’dan daha fazla göçmen almaya başladı.
Son araştırmalar, bu tür göçmenlerin sosyal hizmetlerden yararlanmak için değil, güvenlik veya iş bulmak için geldiğini doğruluyor. Geçen yıl, Berlin Göç ve Entegrasyon Araştırmaları Enstitüsü’nden eski danışmanım Tim Müller tarafından yayınlanan 160 ülkeyi kapsayan bir çalışmada AfD ve diğer küresel göçmen karşıtı partilerin göçmenlerin yalnızca bedava geçinmek için Almanya’ya veya diğer Batı ülkelerine geldiği yönündeki ortak iddiayı tamamen çürüttü.
Pankow gezimden yedi yıl sonra bugün, Hilse ve AfD’nin Almanya’nın göçmen deneyiminin toplumsal sonuçları hakkındaki öngörülerinden hiçbiri gerçekleşmedi. 2015 yılı sonu itibariyle Berlinlilerin sadece yüzde 3’ü sığınmacı konumundaydı.
Partinin korku tacirliği, Berlin’in göçmenleri bütünleştirmedeki sağlam başarısına çaresiz bir tepki olarak görülmelidir. Ekonomik İş birliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından kentsel entegrasyon üzerine 2018 yılında hazırlanan bir rapora göre, Berlin ve diğer Avrupa şehirleri, tercüman ve çevirmen olarak görev yapan ve mültecilerin yeni evlerinde gezinmelerine yardımcı olan Al Taweel ve Mahmoud gibi iki dilli rehberler dahil olmak üzere entegrasyon girişimlerine milyonlarca avro harcadı. Okullara mülteci çocukların nasıl entegre edileceğine dair rehberler verildi.
2018 OECD raporuna göre merkezi bir “Karşılama Merkezi”, “Tüm yeni gelenlere göçmenlik ve entegrasyon konularında geniş bir hizmet ve hukuki sorun hakkında tavsiye (sundular)”. Her şeyi kapsayan bir “Berlin Pass” iltica arayanlara indirimli toplu taşıma, hatta eğitim, spor ve kültür etkinliklerinde indirim sağladı; örneğin konserler, yüzme havuzları, yerel spor kulüpleri, spor salonlarına ve hayvanat bahçeleri gibi yerlere ücretsiz giriş sağladı.
Ancak Almanya’nın harika entegrasyon başarısının gerçekleri, göçmen karşıtı AfD seçmenleri üzerinde pek fazla etki yaratmadı. Hilse’nin Müslüman, yabancı nüfuslu bir şehir korkuları asılsız olsa bile, mesajı ikna edici. Korku tacirliği etkisi oldukça gerçek: Son kamuoyu yoklamalarında parti üyelerinin göçmenleri toplu halde sınır dışı etme planları hakkındaki skandalın ardından yaşanan popülaritesindeki düşüşe rağmen, bugün partinin popülaritesi güçlü. Ukrayna’dan gelen yüz binlercesi de dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanından sığınmacılar gelmeye devam ederken, partinin ikna edici hayal gücü, Almanya’nın mültecileri başarılı bir şekilde entegre etme konusunda küresel bir model olarak başarısını baltalama tehdidinde bulunuyor.
*Çeviren: İrem Bayraktar
**Orijinal metinde “Brainwashed Green Gutmenschen” olarak geçmektedir.