Mayıs ayında Fransa’nın Cannes şehrinde düzenlenen Cannes Film Festivali -Fransızca adıyla Festival de Cannes-, Berlin ve Venedik’le birlikte Avrupa’nın en büyük üç film festivali arasında yer alıyor. Ancak sinemaseverler nazarında, entelektüel ve estetik açıdan Cannes, diğer festivallerden hatta Oscar ödüllerinden bile daha etkili. Akademi ödülleri kuşkusuz dünya çapında popüler, sinema tarihinin en eski ödüllerinden biri. Ancak Cannes’ın bir sanat üretimi olarak sinema denince çok daha belirgin bir prestiji var.
Her yıl on binlerce sinemaseverin Cannes sahillerine akın etmesini sağlayan festival bu yıl 77. kez düzenleniyor. Her yıl olduğu gibi Cannes’ın gediklisi yönetmenler yine Altın Palmiye ödülü için yarışacak.
Fikir Gazetesi olarak Cannes Film Festivali için Cannes’da festivali izleyen Selin Gürel ve Kerem Akça’ya, bir dönem film dağıtımcısı olarak Cannes’la da yoğun çalışmalar yürütmüş, yazar-çevirmen İdil Acar ve sinema yazarı Şenay Aydemir’le konuştuk. Cannes geçmişten bugüne gururla taşıdığı prestijli ve güçlü yanlarını hâlâ sürdürüyor mu sorusunun yanıtlarını aradık.
ÖNCÜ OLMAYI BAŞARMIŞ BİR FESTİVAL
Selin Gürel festivali yerinde takip eden sinema yazarlarından. Ona göre Cannes Film Festivali “Öncelikle bir kırmızı halı festivali. Sinemanın sadece bir sanat olarak değil bir yıldızlık mertebesi aracı olarak da kutsandığı bir festival. En eski festival olmamasına rağmen bu anlamda öncü olmayı başarmış, diğer büyük festivaller de izinden gitmeyi deniyor.”
Bu yıl yarışan filmler sinema yazarları tarafından vasat ve altında bulundu. Genel kanı zayıf bir yarışma olduğu yönünde. Bununla birlikte Baba filminin efsane yönetmeni Francis Ford Coppola yeni filmi Megalopolis’le görücüye çıktı. Film basında çokça tartışıldı, yerden yere vuranlar çoğunlukta. Böylesine usta bir yönetmenin Cannes’daki yeni macerasını Gürel şöyle yorumluyor:
“Coppola, festivale katılanlar arasında çoğunlukla duygusal bir etki uyandırdı gibi geliyor bana. Hem ilerlemiş yaşına rağmen çok iddialı bir filmle katılması hem filmini adadığı eşini henüz kaybetmiş olması hem de filmin finansmanını karşılamak zorunda kalması bir parça pamuklara sarılmasına sebep oldu. Filmle ilgili yapılan suçlamalarsa Coppola’ya pek sıçramadı ya da yansıtılmadı bana kalırsa.”
FESTİVAL SEYİRCİSİ KİM?
Festivalin sinema yazarları, sinemacılar ve sektör profesyonelleriyle kurduğu bağ çok güçlü ve Gürel’e göre bundaki en önemli etki “Festival seyircisinin tümüyle sinema profesyonellerinden oluşması.” Öyle ki bu kitle filmlere abartılı tepkiler vermeyi seviyor.
Bu noktada alkış kültüründen de bahsetmek gerek. Bilindiği gibi özellikle son birkaç yıldır yarışmaya katılan filmler bittiğinde dakikalarca alkışlanmalarıyla medyaya yansır oldu. Hatta filmlerden sonra bu alkışların kaç dakika sürdüğü konuşulur oldu. Selin Gürel bu alkış meselesini basının köpürttüğünü belirterek durumu şöyle açıklıyor:
“Aslında burada alkış kültürü diye bir şey yok. Filmlerin prömiyerlerinde ekiplerin seyirciyi selamlarken alkışlanması çok normal. Bu alkışların dakikalarının tutulup habere dönüştürülmesi basının kendi seçimi ve filmin niteliğine dair hiçbir şey söylemiyor. Film ekibinin ne kadar popüler olduğuyla doğru orantılı olarak artıyor.”
“GENEL OLARAK ZAYIF BİR YARIŞMA İZLİYORUZ”
Festivalin bu yılki yarışmalı bölümü içinse yorumları filmlerin zayıf olduğu yönünde. “Genel olarak zayıf bir yarışma izliyoruz.” diyor Gürel ve buna usta sinemacıların çalışmaları da dâhil. “Büyük isimlerin vasat filmlerini üst üste izledik ne yazık ki.”
Bir dönem film dağıtımcısı olarak Cannes’da önemli çalışmalara imza atmış sinema yazarı ve çevirmen İdil Acar da festivalin sıkı takipçilerinden. Cannes’ın önemine ilişkin şu notları düşüyor Acar:
“Her yıl sinema profesyonellerinin seneyi başlatma tarihini Cannes belirliyor. Berlinale sonrasında yavaşlayan endüstri nisan ayında tüm kapasitesiyle tekrar çalışmaya başlıyor. İthalat ve dağıtım profesyonelleri için yıl, Cannes yarışma filmlerinin açıklandığı nisan ayında başlar aslında. Cannes’da yılın en büyük filmlerinin açılış yaptığı ve yüklü miktarda film alınıp satılan büyük bir etkinlik gerçekleşiyor. Cannes’ı Fransız kültürü içinde değerlendirmek daha doğru olur çünkü ilkbahar sezonundan sonbahar sezonuna kadar Fransa’da gerçekleşen pek çok farklı festivalden yalnızca bir tanesidir Cannes.”
USTALAR VE YENİ SİNEMACILAR BİR ARADA
“Bu yıl yarışan filmlerle ilgili düşünceleriniz neler, öne çıkan temalar, anlayışlar içinde bu yıl Cannes’da nasıl bir hava hâkim?” şeklindeki sorumuzu ise şöyle yanıtlıyor:
“Geçen yıl dünyanın dört bir köşesinden çok iyi yönetmenlerin yeni filmlerini izlediğimiz inanılmaz bir yıldı. Cannes da bu bereketten nasibini aldı. Bu yıl yarışan yönetmenlerin geçen yılın hengamesinde yarışmıyor olmalarından onlar adına mutluyum. Muhteşem yönetmenlerin filmleri yarışıyor ama işin aslı filmlerle ilgili çok da olumlu eleştiriler okumuyoruz. Şu gün itibariyle Andrea Arnold’un Bird filmiyle öne çıktığını görüyorum. Ana yarışma jürisinde Greta Gerwig, Ebru Ceylan, Nadine Labaki, Lily Gladstone ve Eva Green gibi çok güçlü kadın sinemacılar varken bu yıl da Altın Palmiye’nin bir kadın yönetmene gitmesini bekleyebiliriz bence. Ancak Cannes, sinemacıların sorunlarına genelde sırt çevirmez. İranlı yönetmen Mohammad Rasoulouf’un ülkesinden kaçmak zorunda kalması, gözleri yine bu coğrafyaya çevirdi. İranlı yönetmenlerden de bir atak bekliyorum.”
“FESTİVALDEKİ ALKIŞ HABERLERİ MANİPÜLATİF”
İdil Acar da festivaldeki alkış kültürünün abartıldığını düşünenlerden.
“Alkışlarla ilgili yapılan her haberin manipülatif olduğunu düşünüyorum.” diyor ve şöyle açıklıyor: “Cannes’da yarışma filmlerinin tamamı 10 dakika civarı alkışlanır. Salon görevlileri alkışı yönetirler ve eğer alkış zayıflarsa kendileri de katılarak tekrar güçlendirirler. Böyle bir ortamda bir filmin 10 dakika, 15 dakika alkışlanması filmin başarısına dair parametre değil.”
Festivali takip eden seyirci ise sektör profesyonellerinden oluşuyor. İdil Acar şöyle açıklıyor durumu: “Festival seyircisi alışık olduğumuz gibi sinema meraklılarından oluşmuyor çünkü festivalde akredite olmayan insanların film izleyebilmesi mümkün değil. Cannes sektör içi insanlara yönelik bir festivaldir. Parayla bilet alınamaz. Bu nedenle Cannes’da yaşayan yerel halkın her akşam galalardan önce en güzel giysileriyle davetiye ricasında bulundukları pankartlar taşıdıklarını görürüz. Şanslı olanlar o akşam için Palais’ye girmeyi başarabiliyor.”
Festivalin ruhu ve sinemaya katkıları üzerine konuştuğumuz sinema yazarı Şenay Aydemir de özellikle Cannes’ın tarihsel süreçte kendini çok iyi inşa eden bir festival olduğunu vurguluyor: “Cannes Film Festivali, İkinci Dünyası Savaşı sonrası şekillenen dünyada Hollywood dışı sinemanın en önemli buluşma noktası olmayı başardı.” diyen Aydemir bunu şöyle açıklıyor: “Kuşkusuz bunda dönemin Avrupa sinemasının gücünün de büyük etkisi var. Cannes’ın önemiyle ilgili çok şey söylenebilir ama geçmişe dönüp bakıldığında ‘bir zamanlar’ yönetmenlerin söz sahibi olduğu, etkilediği ve konuştuğu- konuşulduğu bir festival olduğu görülüyor. Bu da sinemanın (filmlerin değil) konuşulup yeni yönelimlerin ortaya çıktığı bir ortam anlamına geliyordu.” Ancak Aydemir’e göre günümüzde festival bu niteliğinden uzaklaşmış durumda. “Bugün bu durumun değiştiğini söylemeliyiz. Festivaller artık yönetmenlerin değil, festival yöneticilerinin ve dağıtımcıların sözünün geçtiği mecralara dönüştü bana kalırsa.”
Bununla birlikte Cannes Film Festivalinin özellikle de bağımsız sinema açısından ciddi etkisi var. “Cannes’ın sinema sektörüne etkisi nedir, bu hususta nasıl bir rol oynuyor?” sorumuza Şenay Aydemir’in yanıtı şöyle:
“Cannes, küresel çapta ana akımın (gişe filmi) dışında kalan pazarı büyük oranda belirliyor diyebiliriz. Eğer filminiz Cannes’da her hangi bir bölüme seçilirse uluslararası satışında ciddi bir etkisi oluyor. Hele bir de beğeni kazanırsa birçok ülkeye satış gerçekleştirilebiliyor. Öte yandan cv’ye sınıf atlatıyor. Söz konusu filmin yapımcı yönetmeninin sonraki filmi için kaynak bulmak kolaylaşabiliyor.”
Bu yıl medyaya yansıyan grev tartışması ve jürilerin seçimi konusu ağırlığını epey hissettirdi. Şenay Aydemir’e göre festivalin tutumunda geçmişe nazaran gözle görülür değişiklik söz konusu. Bu konudaki görüşünü şöyle aktarıyor Aydemir: “1968 festivalinde yönetmenlerin işçi ve öğrencilere desteklerini açıklamalarıyla başlayan festival, bitmesi gerekenden beş gün önce sona ermişti. O dönem sinema kayıtsız ve şartsız işçilerin, öğrencilerin yanındaydı. Bu yıl ise medyada “Cannes’a grev gölgesi” başlıklarıyla verildi. Grev ne zamandır gölge ediyor? Jüri hem bileşenleri hem de seçimleri itibarıyla doğası gereği her zaman tartışılacaktır. Ama son yıllarda yalnızca Cannes vb. büyük festivallerde değil, bizde de yeterlilikten ziyade ‘şöhret’ olan jüriler öne çıkıyor. Adil olmaktan ziyade haber olmak daha fazla önemseniyor festival yönetimleri tarafından.
Uzun yıllardır film üretmeyen Francis Ford Coppola’nın yeni filmiyle Cannes’da yer alması da festivalin sürpriz gelişmelerinden biriydi. Film çokça tartışıldı, yerden yere vuranlar oldu. Bu noktada eleştiri yönteminin salt beğeni üzerine kurulduğu anlayışın eksik olduğunu vurgulayan Aydemir meseleyi şöyle açıklıyor: “Film pek beğenilmese de bu tür haberler beni heyecanlandırıyor. Beğenilerin ‘haz’ üzerine inşa edildiği, meselelerin bağlamlarından kopuk değerlendirildiği bir çağdayız. Bu tür ‘geri dönüşleri’ iyi ya da kötü darlığından ziyade yönetmenin sinema serüveninin bir durağı olarak ele almak ve kendi bağlamında değerlendirmek daha anlamlı bana göre. Bu bakımdan kestirip atan tutumları pek umursamıyorum. Bu biraz da tüketim kültürüyle bağlantılı bir durum bence. Birkaç istisna hariç, festivali takip eden eleştirmenlerin de bu ‘beğendim/ beğenmedim’ darlığına kapıldığını, seyircinin/ okurun / takipçinin de biraz bunu bekler hâle geldiğini görüyorum.”
Festival seyircisini ve alkış kültürünü de sorduk. Bunun çok karmaşık bir durum olduğunu söyleyen Şenay Aydemir filmlerin yarışmasındansa beğenilmesinin önemsendiği, sinema kültürünün güçlü olduğu zamanlarda alkış meselesinin çok daha anlamlı olduğunu söylüyor. “Seyirci gerçekten filmleri kendi beğenisine göre sınıflandırıyordu böylece. Örneğin seyirciyi provoke etmek isteyen bir yönetmen için iyi bir ölçü bile olabiliyordu! Ancak bugünün seyir kültüründe ne kadar işlevli emin değilim açıkçası. Çünkü ‘politik hassasiyetler’ çok çeşitlendi ve hatta kişiselleşti. Dolayısıyla tutarlı bir övgü, tepki alkışı söz konusu olabilir mi emin değilim!”
Son olarak Türk sinemasının Cannes’la kurduğu ilişkiye değinmek istedik. Sinemamızdan Cannes’da bizi temsil eden yegâne isim Nuri Bilge Ceylan. Bu konudaki yerimizin iyi olmadığını söyleyen Aydemir nedenlerini şöyle açıklıyor: “Bunun iki nedeni var bana göre. İlki, şu sıralar Cannes seçicileri için Türkiye çok cazip bir ülke değil anladığım kadarıyla. Nuri Bilge Ceylan dışında ana yarışma görmeyeli çok uzun zaman oldu. Yan bölümlere ise nadiren Türkiye yapımı film seçiliyor. İkinci olarak da ülke sinemasının vasatı hakkında bir şeyler de söylüyor bize bu durum. Açık söylemek gerekir ki, son yıllarda Türkiye sinemasının vasatı, dünya sinemasının vasatının çok altına düşmüş görünüyor. Bunun estetik, içerik ve entelektüel gerekçelerinin yanı sıra Türkiye’de film yapım süreçlerinin de krizde olmasının rolü var. Ama bu başka ve uzun bir tartışmanın konusu.”
BU YILIN YARIŞMA FİLMLERİ
Cannes’da yarışmayı takip eden sinema yazarlarından biri de Kerem Akça. Bu yılki filmlerin hepsini izleyip Cannes ana yarışmasına dair değerlendirmelerini Fikir’le paylaştı:
“Cannes Film Festivali’nin kaliteli Ana Yarışması’na Miguel Gomes, Coralie Fargeat, Francis Ford Coppola, Magnus Von Horn, Jia Zhangke, Kiril Serebrennikov, Andrea Arnold damga vurdu. Lanthimos, Sorrentino, Schrader, Cronenberg, Honoré ise hayal kırıklığı yaşattı.
“Grand Tour”da Miguel Gomes, büyük bir sömürgecilik yolculuğuna çıkarıyor her şeyi. Bunu yaparken fazlasıyla bireysel ve soyut bir mücadelenin getirdiği pelikül parçalarından özenli anlar çıkarıyor. Ciddi anlamda detaycı ve incelikli bir film izliyoruz. Herzog-Resnais-Marker kırması bir sömürgecilik filminden ziyade burada konulan ‘yol/yürüyüş’ hedefi heyecan veriyor. Gomes, Portekiz sinemasının Bertrand Blier’si, Seijun Suzuki, Wes Anderson’ıdır. Burada çok ortaklı yaklaşımın dönüştükleri etkili.
“The Substance”da Fargeat aslında “Bebekler Vadisi”ni (“Valley of the Dolls”, 1967) feminist David Lynch’in Yeni Fransız Aşırılığı’nda bedensel korku filmi çekme deneyimi gibi. Ütopik dünyasına alırken asap bozuyor. Kimlik mücadelesine girerken ise model arayışı ortaya koyuyor. Kült olmayı çoktan garantilemiş bir eser istiyoruz. ‘Madde’nin yolculuğunun aslında mitolojik bir yeniden doğum ışığında “Ölüm Kadına Yakışır”ın (“Death Becomes Her”, 1996) olmamışlığının tersi istikamette ilerlediği çok açık. Bu durum karşısında gerilim duygusu sonun kadar aktif. Ucu açık final ise aslında “The Shining” (1980), “The Fly” (1986) referansları üzerine kurulu alt metinleri dolu dolu hale getiriyor.
“Megalopolis” aslında bir siber-punk karnaval filmi. Buna ulaşırken Pastrone’dan Lang’a, Gance’dan Eisenstein’a, Luhrmann’dan Greenaway’e, Fellini’den Visconti’ye atlama ustalığı hayran bırakıyor. Francis Ford Coppola’nın 30 senedir beklenen miras filmi postmodern ve heyecan verici! Model yaratırken kent burjuvazisi üzerine kurulu aslında ‘video-art üreticisi’ kavramıyla da çok ses getirecek!
“Emilia Perez”de Fransız eski kitap kahramanının dönüştüğü trans uyuşturucu karteli modern müzikali eylemi heyecan veriyor. Audiard’ın en iyilerinden ama postmodern Mitchell başyapıtı “Hedwig and the Angry Inch” (2001), Luhrmann başyapıtı “Moulin Rouge” (2021) iddiasına ulaşmıyor.
“Anora”da cinsellik ve seks işçiliğini modern bir anti-Amerikan rüyasına çeviren Sean Baker, plastik açılımlarıyla da gerçekçi-gerçeküstücü arası evrende çarpıyor. Ukraynalıdan Ermeniliye ulaşan bir azınlık vizyonu barındıran hikayesiyle çarpıyor. “Red Rocket”ın kolaycılığını solluyor.
Lanthimos, Sorrentino, Honoré, Cronenberg, Schrader ise hayal kırıklığı yarattı. “Apprentice”de ise Abbasi’nin ‘İngilizce’ye transferi ‘pespaye bir uçurum’a sebebiyet verdi. Honoré’nin en azından sinemaya dair trans bir Mastroianni yaratma çabası ‘karakter eylemi’ ile hatırlanacak.
ZHANGKE VE SEREBRENNIKOV’UN EN İYİLERİ
“Caught By Tides”, Zhangke’nin en iyilerinden. Komünizm tarihini pastoral illüzyonlardan varoluşçu bir docudramaya çeviriyor. ‘Gelgit’lerden Çin’deki politik sistemin eleştirisini çarpıcı bir buluntu uğraştan başka boyutlara taşıyan bir ‘illüzyon’ tasviri cezbedici.
“Limonov”da Serebrenikov’un Russell usulü sanatçı biyografisi, “Velvet Goldmine” (1998) kafasına da çokça uğruyor. “Bird”de Andrea Arnold aslında kenar mahale kültürünü müthiş yansıtırken büyülü gerçekçilik ile mest eden bir coşkuyla ‘kuş-insan ilişkisi’nde dikkat çekici bir eylemle kalıcı olacak.
“The Girl With The Needle”da aslında Haneke-Karusmaki-Svankmajer-Murnau kırması siyah-beyaz bir hemşire filmi var. Fakat bunun eylemlerinde ciddi gotik kabusun içselleştirilmesi devreye giriyor. Bu damar üzerinden de bize melankoli doğrudan yansıyor. Von Horn tarihi atmosfere girince kendi ‘röntgencilik’ ezberini başka bir boyuta taşıyor. “Vera Drake”e (2004) iddialı korku-gerilim cevabı geliyor!
AKÇA’YA GÖRE: “ÖDÜLLER HER TÜRLÜ SÜRPRİZE AÇIK”
Ödüller’de daha önce 2 Altın Palmiyeli Francis Ford Coppola rekor deneyecek. Audiard ise “Emilia Perez”le Ken Loach, Ruben Östlund, Michael Haneke gibilerinin arasına girip onun istatistiğine de ortak olmayı zorluyor. Film böyle bir ilgi alakayı toplayacak potansiyele sahip olabilir elbette. Ama Sean Baker, Andrea Arnold, Michel Hazanavicius, ‘zamanı geldi’ istatistiğini zorluyor. Bunlar da majör ödüllerde dağılım olabilir. Jüri’nin Başkanı Greta Gerwig saygın, Ebru Ceylan da sevindirici bir ekleme. Ama onun haricinde güven telkin etmiyor. Bu sebeple de ‘beklenmedik duygusallık zaferi’ mümkün. O durumda “All We Imagine As Light”, “Oh, Canada”, “Wild Diamond” öne çıkabilir.
Yarışma’da Erkek Oyuncu’da Ben Whishaw, Sebastian Stan; Kadın Oyuncu’da Chiara Mastroanni, Zoe Saldanha, Demi Moore öne çıkıyor.”
Tektipleşmiş Romeo ve Juliet’lere Karşı: Ayrımcı Bakış Değişmeli