Murat Turan’ın Fırçasından Tuvale Akan Yaşam

Psikanalist ve sosyolog Eric Fromm, kendini gerçekleştirmiş insanların,  gerçek sevgiyi kalplerinin derinliklerinde hissedebilen, diğer canlılara, bireylere karşılıksız bir şeyler verebilme yatkınlığı geliştirmiş, üretken, yaratıcı ve tam manasıyla özgür bireyler olduğunu vurguluyor.

Yaşadığımız sürekli gelişen ve çok hızlı değişen çağda, sosyo-ekonomik durumlar, kültürel etkenler, hayattan beklentiler; bireyi bulunduğu çevreden soyutlayabiliyor. İnternet bağımlılığı, uzun ve kötü şartlarda çalışma saatleri, alım gücünün azalması ve daha sayamayacağımız pek çok neden kişiyi soluksuz bir maratonun içerisinde hissettiriyor. Bu 24 saatlik yarışlar içerisinde koşturan birey, doğayla, çevresiyle, benliğiyle olan zamanı yitirmeye başlıyor ve aidiyet hissinden uzaklaşıyor.

İnsanoğlu hayata gözlerini açtığı ilk andan itibaren kendini annesine ait hissettiği gibi bir ana, bir eve, bir şehre ait hissetmek istiyor, bu da köklenme ihtiyacını doğuruyor. 

Fromm’a göre herhangi bir yaratıcı uğraşta bulunan birey dünya ile bağlantı içerisinde yer alıyor. Dolayısıyla ister bitki yetiştiren bir çiftçi ister beste yapan bir müzisyen, isterse mobilya üreten bir ahşap ustası ya da resim yapan bir ressam olsun ürettiği sürece “olmak” hâlini gerçekleştiriyor.  Biz de bu arayışı ve yolculuğu söyleşimizde, son dönem resimlerinde kişinin aidiyet duygusundan yola çıkıp, insan-kent ilişkisini sorgulayan Murat Turan ile konuştuk.

Türk çağdaş sanatının tanınan isimlerinden, yurt içi ve yurt dışı pek çok sergide Türkiye’yi temsil eden Murat Turan, resimlerinin odağına varoluş felsefesini alıyor. Resme ilgisi çocukluk yıllarına dayanan sanatçı, düşünceleri bazen bir tırpan bazen bir ateş bazense bir dal parçası gibi imgeleyerek izleyicide merak duygusu uyandırmayı biliyor. Çevresinde gördüğü yaşamları, evcil hayvanları, bitkileri kendi hayal dünyasından tuvale aktaran Turan, insan ve hayata dair sorunlarını farklı bir bakışla irdeliyor. Çalışmalarında canlı model kullanan ressam, yaşadığı çevreyi kendine has dille resimlerine aktarıyor. Hayatın içinden insan suretleri Turan’ın fırça darbeleriyle tuvalde lirik bir dil yakalıyor. Bir resmin oluşumunda insan psikolojisini algılamanın önemine değinen ressam, varlıkla hiçlik arasında kimlik sıkışmasına maruz kalan bireyin düşünce dünyasına dikkat çekiyor.

Bir sanatçı için en zorlu ve sancılı süreçler sanırım kimlik oluşturması. Bu uzun yıllara yayılabiliyor. Sizde nasıl ilerledi bu süreç? Resimle tanıştığınız günden bugüne çalışmalarınızın yolculuğu hakkında ne söylersiniz?

Sanatçı için kimliğin oluşma süreci aklı ermeye başlamasıyla süregelir. Çocukluğunda gördüğü bir ses, görüntü ya da temasa dayalı herhangi bir durum onun gelecekteki karakteri ve sergileyeceği davranışı etkileyebilir. Bu durumun sanatçıda; kendisini ifade ederken farkında olarak ya da olmayarak beslendiği bir gelenek olduğunu düşünüyorum. Bilemiyorum belki de benim yöntemim budur. Resimle tanışmam yazı yazmaya başlamamdan önce geliyor. İlkokulda dahi ders defterlerimde yazıdan çok resim var. Çalışmalarımın günümüze uzanan yolculuğu hakkında az önce bahsettiğimden yola çıkarak söylüyorum, resimlerimde bir nevi süregidiş var.

Eserlerinizi oluştururken hangi yapıtlardan, kişilerden ya da durumlardan besleniyorsunuz? Size ilham veren şeyler neler?

Resmimin teknik ve anlatım dilinin gelişmesi için eğitim hayatından bu yana hâlâ baktığım sanatçılar var: Eugene Delacroix, Rembrandt, Neşet Günal ve daha birçok sanatçı. Büyük ustalara bakarak resim tekniklerini, konuyu nasıl ele aldıklarını ve formları nasıl-neden stilize ettiklerini gözlemleyerek fayda sağladığım doğru. Zaten bunu yapmazsan üretiminde tıkanıklık yaşayabilirsin.

Sizi tuvalin başına getiren ve üretme sancısı içerisine sürükleyen dürtü nedir?

Bir zaman sonra tuvalin başına otomatik geçiyorsun. Zaten üretme sancısı içinde hiç bitmiyor. Ben önce dertlerimi eskiz defterinde biriktirip derliyorum sonra bu derdi tuvale aktarıp kendini ifade etmeye çalışıyorum.

“Ait hissetmek” son dönemlerde en çok üzerine düşündüğüm tabir. “aidiyet” olgusu ile “ait hissetme” durumunu ayrıştırarak ele alabiliyorlar çoğu zaman. Sizin bu konudaki yaklaşımınız nedir? 

Aidiyet olgusu ile ait hissetmenin birbirine bağlı fakat birbirinden farklı olduğunu düşünüyorum. Aidiyetin bir dürtü olduğunu, bu dürtünün genlerimizden gelen bir dinginlik ve güven duygusunu tetiklediğini hissediyorum. Anne karnından gelen bir güven duygusu gibi. Ait hissetmenin ise zaman içerisinde belli fonksiyonların etkisinde değişebileceğini sanıyorum. Kendini kabul ettirme çabası kişide erozyon etkisi yaratıp onu öz duygu ve hislerinden uzaklaştırabilir.

Bir insanın yaşadığı şehir ya da o ana duyduğu aidiyet duygusunu çalışmalarınızda işlemeye başlamanıza sebep olan etkenler nelerdi?

Göçler bu konuya açıklık getirebilir. İstanbul’un Kadıköy semtinde yaşıyorum. Çok kalabalık bir semt. Alışveriş sahaları, kafe-bar mekânları ve sadece dolanmak için bile insanların uğrak muhiti. Bu tür bir kalabalığın olduğu yerde dolayısıyla iş imkânları da oluyor. İnsanlar belli umutlarla gelip yaşam için mücadele ediyorlar, ekmek kavgasına girişiyorlar. Ben tam bu noktada gözlemci oluyorum ve kendimin de aslında bu savaşın içinde olduğumu görüyorum. Üstelik burada doğdum. Bu bende oluşan farkındalık hissiyle beraber bir şeyleri sorgulamaya teşvik oluyorum. 

Yaşadığınız yerin kalabalığından bahsetmenize rağmen eserlerinizde daha çok bireysel ve kalabalıktan uzak, yalnız insanları görüyorum. Çoğu zaman da uzaklara bakan yorgun ve hüzünlü bir izlenim veriyorlar. Merak ediyorum “İnsan” olgusunu eserlerinizde hangi izlenim ve deneyimler üzerinden işliyorsunuz?

Doğru. Resimlerimde ön plandaki figürler yalnız, bazen uzaklara bakan ama hep düşünceliler. Bahsettiğim gibi bir şeyleri sorguluyorlar. Aslında bulundukları mekânlar onların kendilerini hissettikleri durumdan dolayı oluşuvermiş. Var olmayan bir yer. Doğrusu distopik bir coğrafyanın içerisinde hissediyor kişi kendini. 

Renk tercihlerinize baktığımızda toprak tonları hâkim diyebiliriz. Bu da “su”dan uzak, kurak ve çöl etkisi yaratıyor. Bu durumu o mekânda orada köklenememek olarak yorumlamıştım. Belirli bir sebebi var mı?

Resimlerimin çoğuna bahsettiğiniz renk armonisi hâkim. Elbette atmosfer rengini soluk, puslu, toprağı ve aslında kurak iklimi hissettirecek biçimde seçmemin sebebi var. Bunu kişinin özlem duyduğu zamanına bir atıf olarak anlamlandırabiliriz. Ayrıca köklenememek çıkarımınız bu noktada çok önemli ve doğru bir tespit.

Sizin için bir eser ne zaman bitmiş oluyor? “Evet, tamam oldu” deyip imza attığınız nokta nasıl var oluyor?

Resimleri nerede bitirmem gerektiğini açıkçası ben de bilmiyorum. Belki biraz daha dokunurum resme deyip imzayı sergilenmeye kadar atmıyorum. Hiçbir zaman resimlerim için şimdi bitti demedim. Bitmiyorlar… Sadece bırakıyorum.