Türkiye’de bir yanda durdurulamayan enflasyon, diğer yanda sistematik olarak daha çok sarf edilen emek gücüne karşılık el konulan haklar ve reel olarak gerileyen ücretler… İşçiler 2024’ün yaz aylarına çok zorlu koşullarda giriyor. Ülkenin dört bir yanında dertlerini paylaşarak seslerini yükselten işçi öbekleri gündeme gelse de işçilerin hak ve adalet talepleri Türkiye’nin gündemi olmakta zorlanıyor. Umut-Sen Örgütlenme Koordinatörü Başaran Aksu ile işçi sınıfının durumunu, gündemini ve geleceğini konuştuk.
İşçiler bu yaza nasıl giriyor? Yani sizin deneyimleriniz ve bilgi ağınız çerçevesinde işçi sınıfının gündemini nasıl aktarırsınız?
Doğrudan Türk-İş’in yayımladığı verilerle de yoksulluk sınırının epeyce üst çıtalara taşındığı, mevcut ücretlerin de açlık sınırının altında kaldığı bir durum var. Emeklilik ücretleri zaten onun da gerisinde. Orta Vadeli Program (OVP) diye anılan Şimşek Programı ekseninde, kamuda ve özelde iş yerlerinde o programın ruhunu dikkate alan programlar uygulamaya geçildi. Bunların başında sağlık sorunları olan işçilerin tedavileri geliyor. Tedavilerini iş yerinin üstlendiği ya da üstlenme potansiyeli olan işçilerin iş akitlerinin sonlandırılması gibi bir uygulama iş yerlerinde çok yaygın yaşandı, yaşanmaya devam ediyor.
İkincisi, burada, iş yerlerinde hak kısıtlama paketleri geliştirildi. Hem kamuda hem özelde. Şimdi belediyelerde özellikle kamu çalışanlarının protestolarından izliyoruz. Toplu sözleşmelerle kazanılmış hakların geriletilmesi, kırpılması gibi bir uygulama yaygınca yaşanıyor. Özel sektörde de işçi sağlığı ve iş güvenliği maliyetlerine yapılan harcamaların kısıtlanması başta olmak üzere, yemek kalitelerinin düşmesi, yoğunluğunun azaltılması, servis sayısının örneğin serviste 20 kişi varsa işçilerin ev ve iş yeri arasında yürüdükleri güzergâhların uzatılması ya da az sayıda işçi taşınıyorsa birleştirme yöntemleriyle bu maliyetleri azaltmaya dönük başlıklarla işverenler bu durumu fırsata çevirmiş durumda. Bu da hem iş yeri içerisinde işçilerin üzerindeki basıncın artması hem de işçilerin bilenmesi, buna karşı öfkesinin artması anlamına geliyor.
Fakat krizin yakıcı etkisini hissettirmesi, işçilerde örgütlenmeden kaçan, tepki göstermekten kaçan bir durum da oluşturuyor. Bu tip dönemlerde bir tersi reaksiyon, politik bir gündemle oluyor. Bir durumla örtüşürse, bir kıvılcım bir yerden patlarsa yaygın bir tepki görülebilir. Yani bir yerde toplu iş cinayeti gibi şeyler olursa, şayet işçilerin genelinde huzursuz eden bir vaka gündeme gelirse ancak o koşullarda belki bir tepki bekleyebiliriz. Ama genel olağan zamanda böylesi bir ekonomik basınç, böylesi bir yoksulluk, işçilerde mevcutla yetinmeyi öğütleyen bir atmosfer doğuruyor. Aşağı yukarı bütün işçi arkadaşlarda “Bu dönemi geçirelim, yoksa bunlar bizi de işsiz bırakacaklar.” gibi bir eğilim var.
Fakat konuşmalara baktığımızda iktidarı da muhalefeti de sorgulayan ve bu yumuşama işlerini de eleştiren bir eğilim gözlemliyoruz işçi arkadaşlarda.
İşçi, işi siyasete havale etmeyi sever. Şimdi siyasetten de umduğunu bulamamış gibiler. Yani burada bütünüyle bir hayal kırıklığı yok. Ama umduklarını da bulamadılar. Çünkü kendisi fiili olarak, kendi gücüyle duruma müdahale etmekten, geleneksel açıdan da uzak durmayı tercih ediyor. Kendisi riski üstlenmekten, tepkiyi doğrudan dile getirmekten, eylemli olarak bile imtina ediyor. Ya da buna bir örgütlenme hattı ile karşılık vermekten imtina ediyor.
Bu yaz boyunca temmuzda yapılması beklenen asgari ücret zammı; zammın yapılmaması başka bir atmosfer doğurabilir. Buralarda bir öfkeye bir tepkiye neden olabilir, dışavurmasa da… Ama bu, sonbahar açısından ilk fırsatta dışavuracağı anlamına da gelir. Ve önümüzdeki ocak sonuna doğru belirlenecek asgari ücret görüşmelerinin çok sert mücadelelere sahne bulabileceği anlamına da gelir. Çünkü kamu işçileri için, biliyorsunuz geçtiğimiz ocak ayında emekliler ve asgari ücretlilerin altında yüzde 31 gibi bir zamla kamuda kısıtlamaya gitmişlerdi. Ek bir zam da yapmamışlardı. Dolayısıyla değişik huzursuzlukların bir araya gelebileceği bir atmosfer inşası, bir konjonktür inşasına doğru gidiyoruz. Özellikle esnafların kefalet kredisinden aldıkların paraların ve faiz paylarının artırılması gibi bir durumla karşı karşıya olan küçük esnaf diye tabir ettiğimiz kasabalardaki esnafın çoğunun “Biz faize çalışıyoruz” gibi bir serzenişleri var ve genelde biz işçilerde de tüketimden kaçma ve harcayamama olgusu da olduğu için bu da doğrudan esnafa yansıyor.
“İŞÇİLER GELİŞMELERİ TAKİP EDİYOR”
Türkiye siyasetinde ve gündeminde normalleşme, tasarruf tedbirleri, enflasyon, anayasa ve ek zam başlıkları var. Peki işçiler siyasetin ve kamuoyunun gündemine taşınan bu başlıklara nasıl bakıyor?
Mücadeleci sendikalar olarak anılan, öğretmen sendikasının da içinde olduğu sendikal odaklar yani bağımsız sendikalar bir asgari ücrete zam yapılması ekseninde “Temmuzda zam şart!” diyerek yavaş yavaş dozunu artırdıkları bir kampanya yürütüyorlar. Ayrıca öğretmenlerin taban maaş hakkı için, öğretmen sendikasının çok başarılı, yaratıcı eylemlerle de pekiştirdiği bir süreç var. Atanamayan yüz binlerce insan da özel sektörde, dershanelerde çalışmak zorunda kalan ve burada asgari ücretin altında çalışan, üniversite mezunu insanlar açısından da bu izleniyor.
Sosyal medya ve alternatif kanallar aracılığıyla bu mücadelelerin tamamı ister inşaat iş kolunda olsun, ister belediye önünde olsun, ister metalde olsun, ister tekstilde; tamamı en azından iş yerlerinde öncü işçiler tarafından, çalışanlar tarafından izleniyor ve iş yerlerinde buradaki gelişmeler haberdar ediliyor. Yani işçiler aslında kendi zeminlerinde olan her tür akut, aktüel gelişmeye pür dikkat kesiliyor, olaylardan haberdar oluyor.
İşçilerin gündemi bir türlü siyasetin gündemi olamadığı için çok uzun yıllardır bu ikisi arasında bir eş zamanlılık yok. Yani ülkede siyasetin, solun ya da sağın, muhalefetin genel olarak gündemi olan meselelerle işçilerin gündeminin nadiren çakıştığını uzun süredir zaten gözlemliyoruz. Lenin, politik özgürlükler mücadelesinin yani siyasi mücadelenin merkezine proletaryanın temel meselelerini taşımayı bir siyaset olarak tanımlamıştı. Böyle bir siyasi taşıyıcılık misyonu yürüten bir mücadele ve siyaset yaklaşımı da olmadığı için bu iki gündem, birbirinden ayrıymış gibi görünüyor. Ya da işçilerin taleplerini ekonomik talepler olarak mahkum eden bir yaklaşım da solda çok hakim olduğu için… Dolayısıyla bu ikisi arasındaki makas açılmış durumda.
Yani bazı siyasi meseleler var ülkenin gündeminde işte anayasa tartışması, OVP programının memleketin tamamını ilgilendiriyormuş gibi olan yönü, savaşlar, barış talepleri, siyasi cinayetler ve etrafındaki savlaşmalar filan gibi meseleler işçilerin gündemleriyle çakışmıyor gibi gözüküyor. Ama yine ben kendi şahsi tecrübemden, kendi bildiklerimden ve tarihsel olanın teyit ettiği şeyden hareketle söylüyorum, işçiler bu gündemleri de izliyorlar ve bunlar hakkında da bir fikir ve kanaat sahibi olabiliyorlar. Şimdi yeni anayasa talebiyle kendileri yani şu anki gerçeklikleri arasında herhangi bir irtibatın olmadığının farkındalar. 12 Eylül’den bugüne kendileriyle ilgili her yasa denildiğinde haklarının ortadan kaldırıldığını ve giderek yoksulluğa, giderek daha haksız, daha hukuksuz bir sömürüye tabi tutulduklarının farkındalar. Dolayısıyla yasa diye önlerine gelen her şeyin kendilerinden yine bir şeylerin kopartılacağı gibi bir uyarıcı fikre de sahipler. Yani bunun hemen yansıması oluyor; yeni anayasa deniyorsa yeni sömürü, daha katmerli sömürü gündeme gelecektir gibi bir ön fikir işçilerde oluşuyor.
“ÖNCÜ İŞÇİLER KRİTİK KONUMDA”
Bağımsız ve mücadeleci sendikaların kamuoyunun gündemini de etkileyen mücadeleleri, bahsi geçen öncü işçileri nasıl etkiliyor peki? Yani bir rahatlatma, bir umut, bir güven yaratıyor mu?
Öncelikle, geçmiş mücadeleler ve deneyimleri var. Yani en azından son 10 yılın işçi hareketlerinde, işçi mücadelelerinde bağımsız sendikaların açmış olduğu, onlar açısından daha umutkâr olan durum işçiler arasında günden güne daha fazla yaygınlaşıyor. Bağımsız sendikalara güveniyorlar fakat bağımsız sendikalar mali açıdan henüz çok güçsüz yapılar olduğu için, yani bir tür, “Her şeye yetecek, her şeyi kapsayacak, her tür direnişi, her tür talebi karşılayabilecek” tarzda bir çap ve kapasiteye sahip olmadıkları için işçiler bunu da fark ediyorlar. Yani bu gelişirse iyi olur, gelişmezse zaten Türk İş’ten, Hak İş’ten, DİSK’ten bir fayda yok. İşçiler, bunların kendi ellerinden alındıklarının da farkındalar. Yani bu sendikalara üye olan işçiler başta olmak üzere herkes aslında içinde olduğu durumun farkında.
Şimdi Türk İş’in, Hak İş’in çoğu sendikasından işçiler, buradan ayrılmanın mümkün olmadığı, ayrılırsa da gidilecek yerin olmadığı, o yüzden bir tür çukura düştükleri ve bu çukurdan asla çıkamayacakları gibi bir kanaate sahipler. Sendika aslında buralarda bir tür kelepçeye dönüşmüş durumda işçiler için. Kendi deneyimleriyle edinmiş oldukları, yani yıllar süren toplu sözleşme satışları, sendikacıların işverenlerle yakın ilişki ağlarının artık sosyal medyada her geçen gün yeni örneklerle sürekli sürekli karşılarına düşmesi, bu ilişkilerin aslında teşhir olmuş ilişkiler olduğunu ve kendilerinin çıkarlarıyla ilgili bir şey olmadığını ama bunlardan eğer ayrılma yönünde açıktan tavır alınmaya kalkılırsa da işlerinden bile olabilecekleri gibi bir fikre de sahipler. Hem bu bilgi var hem de “Bunlara karşı çıkarsak da işimizden gücümüzden, elimizdeki ekmekten de oluruz” korkusu büyük. Çünkü sendikaların yani üye oldukları, aidat ödedikleri bu yapıların korkutucu yapılar olduğunu idrak içindeler. Bu durum giderek işçi sınıfının genelinde bir bilgiye, bilince dönüşüyor.
Şimdi öncü işçiler kısmına gelebiliriz. Şöyle, öncü işçiler derken, ben öncü işçileri sosyalist, solcu ya da işte ileri bilinçli işçi olarak değil, en azından eğer bir yüzde 20’lik beşer dilim hâlinde düşünürsek en üstte olan, yüzde 20’lik dilime dair söylüyorum. Yani siyaseti, medyayı, sosyal medyayı takip eden, öyle esprili, dayanışmacı, değer sahibi, birbirinin iyi gününe, kötü gününe sahip çıkan, arkadaşını gammazlamayan, onun işine yardımcı olan dayanışmacı insanlar bunlar. Solcu da olabilir, sağcı da olabilir. İslamcı da olabilir, milliyetçi de olabilir. Ama bu insanlar takip ediyorlar. Genel olarak hem kendi çıkarlarından kaynaklı, işleri ve haklarından kaynaklı olarak takip ediyorlar. Takip ettikleri bilgileri de diğer departmanlara doğru taşıyorlar. Bir de en dipte, yani “lümpen proletarya” diyebileceğimiz, yani işverenci, patroncu, gammaz, bir tür değersizlik içinde malum bir kesim var. Şimdi bu kesimler sendikaları yönetiyor. Şu anda iki kesim arasında bir kavga var. Yani hakimiyet kavgası var ve bu ikisi arasındaki önderlik kavgasını kazanacak olan taraf önümüzdeki dönemi belirleyecek. Ben biraz kendi gözlemim üzerinden bunu analiz düzeyine çıkartınca bu ampirik gözlemlerin sonucunda bu ikisi arasındaki kavganın kritik olduğunu görüyorum. Üstteki öncü olan, yani öncü diye tanımladığım işçilerin idrak ve anlayışını daha da büyütecek bir çaba üzerinden kendi yoğunlaşmamızı sürdürüyoruz.
Az önce Lenin’den bir alıntıyla politik özgürlükler mücadelesinin merkezine proleteryanın mücadelesini koymak gerektiği üzerinden ilerlediniz. Peki bu noktada Lenin’in ya da işçi sınıfının evrensel mücadelesini kendine rehber edindiğini söyleyen politik yapıların yani siyasal partilerin bahsettiğiniz örgütlenmeyi sağlayabilmek adına nasıl bir konum alması gerekiyor? İşçiler buraya dair ne tür bir beklenti içindeler?
Ne yazık ki sosyalistler Türkiye’de genel olarak 90’lardan sonra giderek daha çok eğitimli kesimler içinde kalmış ve coğrafi olarak da çeşitli açılardan işçi sınıfından büyük oranda kopmuş bir profil sergiliyorlar. Bir biçimde daha çok siyasi liberalizmin tartışma konusu olan ya da programında yer alan barış, demokrasi, özgürlükler ve baskı gibi meseleleri daha çok gündemlerine alıyorlar. Bunları aşmaya dönük de ne yazık ki hiçbir kesimde çok büyük bir iradi çaba gözlemleyemiyoruz.
Ya da yaşam tarzıyla ilgili meseleler ön plana çıkıyor. Laiklikle, özgürlüklerle, haklarla örneğin bireysel haklarla ilgili meseleler etrafında siyasal gündemi şekillendirmeye ve buradan tepkiler oluşturmaya alışılmış durumda ne yazık ki. Aslında radikal demokrasinin değişik talepler manzumesini bir paket program hâlinde toplumun gündemine getirme çabası var. Ara sıra eylemler, ara sıra basın açıklamaları, ara sıra seçim bildirgeleri biçiminde ifade edilen bir yaklaşımla devam ediyor süreç.
Bunu şöyle açabiliriz: Türkiye’de bahsettiğim dönemden sonra toplumsal formasyon çok büyük bir olağanüstülükle dönüşüm geçirdi ve bu dönüşüm süreci devam ediyor. Tarımdan sanayiye, enerjiden tekstile, otomotivden turizme muazzam bir işçileşme yaşandı. Türkiye toplumunun yüzde 95’i bu proleterleşmenin sorunlarıyla boğuşuyor. Mülksüzleşme, topraksızlaşma, hukuksuzlaştırma, temsilden kovulma, yani seçme-seçilme haklarının fiilen üst sınıflar tarafından gasp edilmesi… Sol, bunlar yaşanırken, işçi sınıfı vatansızlaştırılıp vatandaşlık hukukundan da çıkartılırken bu meseleyi kendi meselesi olarak görmedi. Yani Narodniklerin Rus bozkırlarına doğru kendi mevcut hayatlarını terk edip gidip köylülere siyaset taşıdıkları, kendi fikirlerini taşıdıkları “halka gitmek” diye ifade edilen bir kopuşu sol ne yazık ki gerçekleştirmedi. Solda bir tür “Geçmişte ne iyi işler yapardık” diye anlatılan hikâye budur. Bu, 80’ler öncesine atfen ya da 90’lar öncesine atfen anlatılan hikâyedir. Bunların yaşanması bu insanların kötü niyetli insanlar olduğu anlamına gelmez. Türkiye’nin 500’e yaklaşan organize sanayi bölgesi varken, tarım bir bütün olarak kapitalistleşmenin, şirketleşmenin konusu hâlindeyken çiftçilik dediğimiz faaliyetin kendisi, her tür çay üreticisi, fındık üreticisi, buğday üreticisi ne yazık ki uluslararası tekellere hizmet eden işçilere dönüşmüş durumda. Yani yaptıkları iş buna dönüşmüş durumda. Sosyalist siyasetin merkezi, yakıcı ve etrafında seferberlik oluşturulan ve kadroları bu bölgeye doğru seferber eden bir arayışın, bir huzursuzluğun konusu ne yazık ki değil. Keşke böyle olsa, keşke çubuk buralara doğru bükülse ve sabırlı yani on yılları gözden çıkartmış, kendini buralara gömen, adayan bir konjonktür oluşturulabilse. Ama bu sol siyasi merkezleri bence HDP-CHP mahallesinin konfor alanında ve onun sık sık gelen seçim ve referandum süreçlerinin sağladığı, kimi inisiyatiflerde vekillik, belediyelerde yöneticilik, sendikalarda uzmanlık filan gibi kolaylaştırıcı pozisyonlar da var… “Sosyalist siyaseti” buralarda gerçekleştirmeyi daha uygun görüyorlar.
“TOPLUMDA NORMALLEŞME EĞİLİMİ YOK”
Nesnel bir zeminde..
Evet, yani Türkiye burjuvazisi ya da işte bu topraklardaki tekeller Türkiye egemenlerine yön veren emperyal ilişkiler “Ya kardeşim siz proletaryaya bu şeytani fikirleri taşımayın. Sendika falan, bu işlerle uğraşmayın. Siz demokrasi, baskı, özgürlükler, işkence vb. bunlarla uğraşın. Daha çok kendinizle ilgili, yaşam tarzıyla ilgili meselelerle uğraşın. Biz de sizinle çok uğraşmayız.” falan demeye getiren bir durum var. Şimdi biz bunu kırmaya çalışıyoruz. Tam tersi bahsettiğim siyaseti üretmeye çalışıyoruz. Devrimci ve sosyalist pratiği geliştirmediğimiz sürece işte bu karşı devrimin kalabalıkları olarak var olmaya devam edecek bu topluluklar. Şimdi bir huzursuzluk içerisinde, bir arayış içerisinde toplumun bu proleter yığınları. Bu huzursuzluk ve arayışı, kuşkusuz faşist hareketler, sağcı hareketler seslenip kapsayabilirler. Ama şu an kapsayamıyorlar…
Toplumda bir huzursuzluk ve arayış var. Bence CHP’ye akıl veren siyasi danışmanlar da yanılıyor. Kimilerini tanıyorum uzaktan izleyerek. Yanılıyorlar. Her kim İmamoğlu’na, Özgür Özel’e “Yumuşamak lazım diye seçmenin bir mesajı var, müzakere etmek lazım diye bir mesajı var.” diyorsa onlar aslında Türkiye’ye yön veren bu emperyal sömürü ilişkilerine karşı gelişecek isyanı engelleme arayışını bu insanları böyle manipüle ederek, Özgür Özel’i, İmamoğlu’nu böyle manipüle ederek ya da onlarla bu konuda bir biçimde uzlaşarak böyle zorlama yorumlarda bulunuyorlar. Seçmenin böyle bir yönelimine ben rastlamadım. Ülkenin hiçbir tarafında…
Peki siz Umut-Sen olarak ya da bir şekilde parçası olduğunuz bağımsız mücadele hattı olarak yazı nasıl geçireceksiniz?
Şu anda 8. ildeyiz ve 43 il daha dolaşacağız. Tabii tek bir ekip hâlinde yapmıyoruz bunu. Örgütlenme ve işlerin sorularıyla ilgili gelen talepleri karşılamaya dönük görüşmeler yapıyoruz. Zammın olup olmamasına göre de yeni bir mücadele stratejisi saptayacağız. Ona göre de yaz ayı, yazdan sonraki durumun çalışmaları var. Stantlar, imzalar toplanıyor, kahvelerde konuşmalar yapılıyor…. Biz daha çok, en azından benim de içinde olduğum yapılar olarak örgütlenme kısmında, bu insanları dinleme, konuşma, iş yerlerindeki örgütlenmeleri, ilişkileri kuvvetlendirme gibi çalışmalara eğiliyoruz.
“İŞÇİ SINIFI SAHNEYE ÇIKABİLİR”
Bu çalışmalardan hareketle şunu sormak istiyorum, yakın ve orta vadede işçilerin Türkiye’sinin geleceğinde neler var?
Esas olarak egemenlerin en büyük korkusu, şu an Türkiye tarihinin en büyük servet transferi, ki 90’lı yıllardan beri parça parça böyle büyük transferler yapılıyordu. Kemal Derviş’in programı örneğin. Şimdi Mehmet Şimşek’in programı bunun artık zirvesi. Artık olağanüstü korkunç rakamlar sarf ediliyor bu konuda. Bu yoksullaşma ve işçileştirme, bu açlık sınırında bir toplum yaratma işinin bir tarafında egemenler üzerinde de proletaryanın büyük isyanından dolayı çok büyük bir korku var. Ben, bu isyan korkusuyla bunu boğma çabası arasında büyük mücadelelere sahne olacak bir gelecek bekliyorum. “Proletaryanın kendi geleceği için örgütlenmek dışında bir seçeneğinin kalmayacağı bir düzene doğru gidiyoruz.” diye düşünüyorum.
İçinde bulunduğumuz bölgesel savaşlardan da kaynaklı böylesi kaotik dönemlerde, bir oyunbozan olarak işçi sınıfı sahneye çıkabilir ve bunun bütün potansiyelleri var diye düşünüyorum Türkiye işçi sınıfında.
“ESKİYİ DE UNUTMAYAN YENİ BİR ANLAYIŞ GEREKİYOR”
Yani egemenlerin korkusu var ve egemenlerin korkusuna karşı işçi sınıfı örgütlenerek cesaretli bir adım attığında bu zincir kırılabilir. Bunun potansiyeli vardır diyebilir miyiz?
Bunu şöyle daha iyi anlatırım diye düşünüyorum. Türkiye’de işveren sendikaları ve bunların alt sektör düzeyinde çeşitli işveren sendikaları var. Kamuda ve özel sektörde bu hiç fark etmiyor; engelleyici pek çok hamle yapıyorlar ve bunlar onlara yetmiyor. Mesela Türk Metal Sendikası’nı, Türk-İş’in ana bloklarından bir tanesini 80.000’den 270.000’e çıkardılar 5-6 yıl içinde. 80.000’den 270.000’e metal, yani ne demek bu? Neredeyse 200.000 yeni metal işçisini sendika üyesi yaptı devlet ve sermaye kendi çabasıyla…. Bu da yetmedi çelik sendikaları arasında bir centilmenlik anlaşmasını zoraki koştular ki işçiler birbirlerinden hareketle, örneğin Türk-İş’ten istifa edip DİSK’e geçemesin diye. Metal işçisi, işçi sınıfının omuriliğini oluşturur. Şimdi bu metal işçisini niçin bunlara üye yaptılar? İsyan korkusu çok güncel hissettikleri bir korku olduğu için.
Metal işçisinin ücretini 4 asgari ücretten 1,5 asgari ücrete indiren anlayış, aynı zamanda yaptıkları şeyden isyan doğabileceğini de biliyor. 20 yılda bunu yaptılar. Ve aynı zamanda bu işçileri sendikaya üye yaptılar ki bunlar sağa sola kaçışmasınlar, “şeytancı fikirler” edinmesinler diye. 2015’teki metal fırtınada yani on binlerce metal işçisi sarı sendikaya karşı ayaklanıp sendika yöneticilerini fabrikalarda dövdükten sonra durum bir kez daha gözden geçirildi.
Şimdi devlet sistemi üzerinden Türkiye’deki sendikalaşma hareketini saat saat, saniye saniye devletin istihbarat birimleri de güvenlik birimleri de devletin bakanlığı da izliyor. Ve bu sendikalarla koordinasyon içinde hareket ediyorlar. Bütün bu konfederasyonların, bu devlet organizasyonların tamamının, bütün bu işveren örgütlerinin ve siyasi partilerin etraflarında solundan sağına dizdikleri siyasi partilerin hepsinin tetikte olduğu ortak durum, “İşçi sınıfı ya isyan ederse!” Çünkü cemaatler de aşındı, eskisi gibi şükür işleri de tutmuyor, işçi zeminlerinde vatan-millet hikâyesi de tutmuyor. Yani eski rıza üretme kapasitesi ne milliyetçilikte ne din söyleminde, ikisinde de yok. O yüzden şimdi müfredatı falan tekrar yeniden dini söylemlerle yoğurmaya çalışıyorlar, hakikati gösteren tabloları tekrar, yeniden örtebilir miyiz diye…
Şimdi bu noktada cemaatler, mafyalar, siyasi partiler… Hepsi de holdingleştiği, şirketleştiği için işçiler bu kesimle kendileri arasında bir farkın olduğunu giderek yaygın hisseder olmaya başladılar. Şimdi şöyle düşünelim: Her bir coğrafyadaki işçinin dedesinden, babasından kendisine kadar, yani nispeten varsıl, devlete muhtaç olmayan bir konumdan muhtaç konuma nasıl geldiklerinin öyküsü hepsinde var. Herkes bunu kendi tarihinden biliyor. Dolayısıyla bu yapılarla kendileri arasında da bir fark olduğunu biliyorlar. Şimdi burada egemenlerle bu ikisi farklı durumlar. İkisi farklı tasalar.
Artık yeni bir okuma, yeni bir kavrama gerekiyor devrimci ve sosyalist siyaset açısından. Bu durum ya görülecek, bu insanlara doğru yönelmeye başlanacak ya da kentlerde yaşayan “orta sınıf köylülerin” huzursuzlukları etrafında siyaset yapılmaya devam edecek.
Son olarak, Türkiye’de sosyalist hareketin temsilcileri, bu bağlamda nasıl daha net bir şekilde müdahale etmeli?
Öncelikle klasik olandan kopmamak konusunda bir ihtiyatı sergilemek lazım. Fakat güncel tarihsel gelişmelerin ve nesnelliğin karşımıza çıkardığı yeni durumlara karşı da kendimizi gözden geçirmemiz lazım. Sosyalist düşünce, komünist düşünce tarihinin en sancılı döneminde, ideolojik açıdan söylüyorum, emekçi ve ezilen kesimlere eskisi kadar güçlü ulaşmıyor. Bu, dünyada da tarihsel bir durum ne yazık ki.
Ama aynı zamanda proleterleşme dünya tarihinin gördüğü en geniş sınırlarına, yığınlara ulaşmış durumda. Şimdi bu iki durum arasındaki açı tabii ki korkunç bir şey. Yani bir taraftan bizim ideolojik olarak en zayıf olduğumuz dönem, kuşkusuz bu örgütsel güçsüzlüklere, politik güçsüzlüklere yol açan etmenlerin en başında geliyor. Ama bir taraftan da egemenler dünyanın her tarafında değişik programlarla bu proleterleştirmeyi yaratıyorlar. Yani çok büyük güçleri bu antagonizmada bizim tarafımıza, yani proleteryanın tarafına gitmeye devam ediyor ve dünya geniş proleter yığınların savaş alanı hâline gelmeye başlıyor.
Ama bu düzeyde bir programatik ve örgütsel karşılık yok ne yazık ki. Bu durum ideolojik alandaki güçsüz konumumuzdan ileri gelen bir şey değil, biraz bunun öncü hareketlerini yaratmak öncü adanmalardan, odaklanmalardan, yoğunlaşmalardan geçiyor. Dolayısıyla bugünün devrimci önderliklerinin, sosyalist önderliklerinin bizzat kendilerinin, bizzat merkez kadrolarının, merkez yürütme kurullarının, parti meclislerinin gidip hayatlarını kopuşla, mevcut hayatlarını terk ederek doğrudan bir fabrika nasıl örgütlenir, bir mahalle nasıl örgütlenir, bir ilçe nasıl örgütlenir bunu da eyleme yeni katılmış yoldaşlarına, yeni katılacak gençlere göstermeleri ve kendilerinin de öğrenmeleri ve öğretmeleri gerekmektedir. Fakat bunu yapmıyorlar. Bunu yapmadıkları sürece burjuva egemen siyasetin dolaylarında oyalanmaya devam edecekler.
Eğer böyle yapmazsan, CHP ve HDP ile bir ve aynı gözükürsün. Onun dışında bir derdin varmış gibi görünmez toplumun proleter yığınlarında. Şimdi dolayısıyla kendini nasıl ayırırsın? Kendini CHP’nin, HDP’nin, onun bunun siyaset yapışı tarzından pratik olarak kopmakla ayırırsın. Yani ne yaparsın? Bir partinin, bir çevrenin merkezi, en merkezindeki abiler, ablalar yani önderler… Onlar giderler hayatlarını terk ederler, konfor alanlarını terk ederler, halka, işçiye, emekçiye neyin nasıl yapılacağını gösterirler. Halk da bunu görür ya, bu adamlar, koca koca insanlar, bak bu kadar okumuş, yazmış, bilen eden insanlar, bakın burada bizimle beraber yatıp kalkıyorlar. Bizim mahalledeler, bizimle aynı evdeler, aynı yemekteler, sabah akşam öğlen, ertesi gün, ertesi ay, ertesi yıl buradalar… Yani bir tür güveni doğuracak ve dolayısıyla bir fikri güçlendirecek olan şeyin kendisi; o fikrin temsilcilerinin yaşam tarzlarını, şimdiye kadarki pratik duruşlarını 180 derece değiştirmesiyle mümkündür. Ben ipucunun da geleceğin de her şeyin de bu kopuşu gerçekleştiren insanların sayısının artmasında olduğunu düşünüyorum.
Editör: Can Derdiyok
Açlık ve yoksulluk sınırı açıklandı: Enflasyon arttıkça ücretler eriyor…