Hayatımızda daha önce hiç yaşamadığımız daha doğrusu nasıl olacağını kendimizin bilmediği ama bilenlerin olduğu şeyler var. Bunu katiyetle yazıyorum. Mesela 50 yaşında biri henüz 51 olmamıştır ve ancak kendinden daha yaşlı olanlardan bunu dinleyebilir. Kendisi o yaşa geldiğindeyse hiç de anlatıldığı gibi değilmiş de diyebilir yahut anlatılandan daha betermiş de…
Daha önce hiç 2025 yılına girmediğimiz için böyle bir tecrübemiz de tüm insanlık olarak yok. Ancak geçmişe bakarak bunu öngörebiliyoruz ama geçmiş her zaman geleceği etkileyemiyor. Kestiremiyor olabiliyoruz yarını. Zaten doğalında olan bilinemezliklere bir de siyasi olarak bilinemezlik eklenince olanlar oluyor.
Fakat bu durum insanı yaratıcı da kılıyor. Mücadele etme kaçınılmaz olan ölümle birleşince iz bırakma isteğini ateşliyor. Milyarlarca insan arasında ben de yaşadım diyebilmek daha da zorlaştığı gibi kamçılayıcı da oluyor. Yaşam böylece ilerliyor. Doğanın değil ama kapitalizmle yoğrulan insanın acelesi var ve belki de “acele etme” telkinleri bu yüzden olmalı ki doğaya değil de insana yapılır.
Bu bilinemezlikler hali Kılıçdaroğlu, Özel, Yavaş, İmamoğlu ve artık Soyer için de geçerli. Hangisi yaratıcı olarak siyaset üretecek belirginleşiyor yavaş yavaş. Daha önce böyle bir durumu ne onlar ne de halklar yaşadı. Yaşasa dahi daha önce olan şimdi yine olacak diye bir kural da yok. Fakat bu zorlu durum bir handikap değil, avantaj olarak yaşanabilir CHP’de bana kalırsa. Lider olmayı, etkili olmayı istemek ancak Erdoğan’a kadar yani aslında AKP içinde olamaz mesela. CHP içindeki tartışma ve mücadeleleri pek çok muhalif yorumcunun, iddia ettiklerinin aksine bir canlılığa, üretmeye, fikri tartışmaya delalet görüyorum.
Pozisyonlarını belirlemiş, yerlerini almış olanlar hoşlanmaz tabii değişikliklerden. Henüz yerleşmiştik diyebilirler. Pozisyon değişince fikri de değiştirmek zorunda kalabilirler nihayet. Siyasi iktidar içinde olanın başka bir iktidar içinde olmayacağını ben söyleyemem. Mesela Kılıçdaroğlu ile İmamoğlu’nun ilk görüşmesi sonrası hızla dil değiştirenleri duydunuz muhakkak ama şimdilik konumuz bu değil.
Kılıçdaroğlu’nun inşa ettiği “helalleşme” politikası hem halklara hem de partisine kazandırsa da kendisine kaybettirdi. Genel başkanlığı kaybettiği günden düne kadar dışlanmış olan Kılıçdaroğlu, yeniden genel başkan olmak için değil bildiğimiz haysiyet mücadelesine de girişti diye düşünüyorum. Bu açıdan kenara çekilmesi, haysiyetini bırakması mümkün değildi. Nihayetinde 70 yaşında yüzlerce kilometre yol yürüyen birinden bahsediyoruz. Döneyim yine 50’li yaşlara: Tam şu anda günde 10 bin adım attığını telefondaki sayacını açarak size kanıtlamaya çalışıyor olabilir arkadaşınız. O yaşta o adımları kaç kişi atabilir?
Kılıçdaroğlu’ndan daha genç olanların bile olağan yürümeyi siyasi haber ve mesaj olarak duyurduğu zamanlardayız nihayet.
Fakat tabii siyaset, yürüyebilmek ile anlatılamaz ama “yürümeyen (cesaret)” iz bırakan siyasetçi olamaz o ayrı.
İmamoğlu’nun Kılıçdaroğlu ile onca zaman sonra görüşmesini de böyle değerlendirdiğimi söylemeliyim. Kılıçdaroğlu’nun helalleşme, Özel’in normalleşme siyaseti var ama diğer adı geçen İmamoğlu, Yavaş ve Soyer’in ne düşündüğünü henüz bilmiyoruz. Soyer, ipuçları verdi aslında, onu birazdan anlatayım şimdilik izin verin bunu geçeyim. Geldik yine bilmeme haline…Belki bu görüşmeler ve hareketlenmeler bunun içindir. Fikri mücadele yürütmek, gelecek tasavvurunun ideolojisini kurmak pek de kolay değildir tabii. Davranışsal politika ile ilkesel, ideolojik politika burada ayrışıyor iyice. Kılıçdaroğlu’nun helalleşme politikası ile Özel’in normalleşme politikası birbirinin devamı aslında. İlki halkı duyma ve onunla hemhal olmayı içerirken kazanılan yerel seçim sonrası ikinci adım iktidar ile konuşma, iletişim ile yapılmaya çalışıldı. Haklısınız ve doğru, ben de biliyorum normalleşme bitti ama iktidarın bizatihi kendisi yine kendi için normalleşmeyi sürdürmek zorunda kaldı.
CHP ile normalleşeceğime, kendim bu politikayı yürütürüm diye düşünüyor olmalılar. Bu açıdan bakınca Malazgirt Zaferi yıldönümünde Hüda-Par’ın sahneye kuvvet komutanları ile alınması da anlaşılır oluyor. Her şey onlar için normal ama sizin için olmayabilir. Ama dedim ya sizinle değil ama kendi normalleşmelerini yaşama geçirdiler diye…
Üstelik Süleyman Soylu’nun birkaç yıl önce Hüda Par’ı bir devlet politikası olarak anlattığını da düşününce…
Tabii burada iktidar açısından hazin bir şey de var. ‘’DEM Parti’yi bildiğim tüm politikalara rağmen geriletemediğim gibi kent uzlaşısı ile bir de CHP’yi birinci parti yaptılar. Kayyum atadığımız yerleri daha da fazlasıyla aldılar’’
Belki Hüda Par, DEM’i engeller umudunu da bu alanda politika teslimini de içeriyor iç normalleşmeleri. Kimi muhalif yorumcuların Malazgirt Zaferi yıldönümünde “Siz Hüda Par’ın kim olduğunu bilmiyorsunuz” yönlü yayınları tam da bu yüzden anlamsız. Bildikleri için yanlarına alıyorlar zaten. Üstelik aynı kişiler sen Hüda-Par ile görüşme ben de DEM ile görüşmeyeyim önermesini yapması ise çok garip. Garip çünkü, Bahçeli’nin politikalarının kimi muhaliflerin üstünde etkili olduğunu da gösteriyor. Beraber yok sayalım Kürtleri anlamına gelen bu politika 90’lara dönüşü hatırlatıyor. Oysa Mehmet Ağar bile ne demişti vaktiyle: “Dağlardan insinler, düz ovada siyaset yapsınlar.” E ama şimdi siyaset yapanlara ne deniyor?
Malazgirt’te Erdoğan’ın elini mi öptü diye uzun uzun tartışıp durumu hafife alıyorlar. Bahçeli el öptürendir kısa süre önce gördük. Bahçeli etkili ve dolayımla olsa da kimi muhalefeti “belirleyen” politika yapıyor. AKP, DEM ile görüşebilir ama CHP görüşemez derken, Hüda-Par ile poz dahi veririz diyor ve yapıyor da. Kimi muhalifler ise “Hüda Par’la olamazsınız” diye hayıflanırken, zaten DEM de bizim ittifakta olamaz diye konuşuyor.
Böylece “Ben Hüda Par’dan vazgeçerim belki ama sen de DEM’den muhakkak vazgeç” süreci yürütülüyor. Muhalefette olmayacak kişilerden milliyetçi propaganda yaparlarken duyuyorum son birkaç gündür. Ne oldu şimdi, şoven politikalar iyice yerleşti değil mi…
Cumhur İttifakı Malazgirt’te yapacağını yaptı ve bastı gitti. Kimi muhalefet ise orada kaldı hala…
Elbette Erdoğan’ın da Bahçeli’nin de içlerinde normalleşmesi yahut bazen semboller aracılığıyla konuşup gerilimlerini dışa vurmaları CHP’nin ne yapacağına bağlı olarak gelişiyor. İktidarda kalma sorunu kendileriyle değil nihayet CHP’nin gelişiyle ilgili. Kendileri Hüda Par ile ilişkilenirken ve dahi Bahçeli’nin Erdoğan’a onay vermesiyle ara sıra görüşmeler HDP-DEM geleneği ile de olurken aynı DEM’in, CHP ile hala düzenli görüşülmemesi etkiyi gösteriyor. Tam burada Soyer’in Van ziyaretinden bahsetmeliyim: Van’a gitmesi olağan olarak göreceğim bir şey değil. Siyasette susmak da konuşmaya dahildir. Kılıçdaroğlu’nun ardından Soyer’in de uzun bir sessizlikten sonra alana girmesi aniden olmuş değil bana kalırsa. Bir yoklama ile ilerlense de ne yazık ki mesela Özel hala söz verdiği gibi Demirtaş ile görüşmedi. Helalleşme halkı duymak ise onun günlük yaşamda hala ne kadar çok Demirtaş dediğini de duyarsınız. Aktif siyaseti şimdilik bıraktım dese de halkın onu aktif gördüğünü de bilirsiniz. Cesaret belki de en çok ihtiyaç olan bu dönemde. Oysa o da ancak yolda yürürken inşa edilen bir şeydir. Kılıçdaroğlu, Özel’in aksine Demirtaş’ı ziyaret etti ve o yolu yürüdü. O Edirne’ye Soyer de öbür uca Van’a gitti. Tam bu esnada Kılıçdaroğlu için siyasi yasak davası açılmasın mı!
Şöyle diyor Soyer Van’da; “Bu coğrafya da haklı olmak yetmiyor. Aynı zamanda sesiniz daha gür çıkacak. Daha kuvvetli itiraz edeceksiniz ki haklı olduğunuzu anlatabilesiniz ve hakkınıza sahip çıkabilesiniz.”
Bir yerde oluşan bilinç, tavır diğer yerde kaybolmaz. Bilinç her yerdedir. Parti içinde de dışında da…