Normalleşmenin Olağan Seyri

Özgür Özel Sabah gazetesine röportaj verip normalleşmenin sürdüğü ve dahi etkili olduğunu anlatırken aynı akşam CHP’ye yakın kimi gazeteci ve yorumcular “Normalleşme bitti!” diye ilan ediyordu.

AKP’den kopması ve parti kurma yolculuklarında Kılıçdaroğlu’nun büyük etkisi vardı muhakkak. İşte o partilerden bazı vekillerin yine AKP’ye döneceği haberleri de yine aynı CHP’ye yakın kimi gazeteciler tarafından heyecanla anlatılıyor, açıkça “normalleşmenin başarısız olduğu” ilan ediliyordu: Normalleşme AKP’ye yarıyor! 

Güçlü olduğu düşünülen yerden vekilleri, partileri koparmak zayıf bir odaktan koparılacak olana göre çok zordur oysa. Zayıftan güçlüye akış olağanken, güçlüden zayıfa akış olağan dışıdır. Bunun başarılması güç merkezinin değişiminin de göstergesidir. Gösterge ise bir anda göstermez kendini tabii. Onu gördüğünüz ana gelene kadar çok boğuşur, hatta bazen boğulursunuz… Özel ve örtük dolayımla Kılıçdaroğlu’nu bu başarısızlıkla eleştirenler AKP’ye döneceğini söyledikleri vekilleri işaret ederek gücün yeniden AKP’ye döndüğünü de söylemiş oluyorlar böylece.

Sabah gazetesine konuşan Özgür Özel, “Yumuşamanın, normalleşmenin halkta inanılmaz derecede karşılığı var’’ derken bilineni ilan etmiş ama örtük olanın da örtüsünü açmış “Bugün iki partide de yumuşama, normalleşme karşıtları mevcut” demiş.

Bunu iktidara yakın bir gazetede yapması cesaret ve cüret işi olduğu kadar özgüvenini de gösteriyor. Ve tabii kendime yakın gazetecilere ihtiyacım yok demiş de oluyor…

CHP’ye yakın kimi gazetecilerse iktidarın tarzını içselleştirmiş olsa gerekler “Bana ihtiyacınız var!” yayınları yapıyor. 

Günlük yaşamda bir dönem çok söylenen “kutuplaşma” politikasının panzehri benim açımdan farklı partilerden komşularımla sohbet etmekti. Nihayet halk, iki güne bir evini barkını değiştirebilenler değildi. Zorunluluğun kendini “terbiye etme”, ortak yaşam diyebileceğim bir yanı da vardı. Ancak ve belki ondan daha önemlisi bizim aramızda konuşup, çay kahve içebiliyor olmamız iktidarın hiç de hoşuna gitmezdi. Konuştuğumuzda biz birbirimizi anlardık. Anladık da…

Ülke içinde birbiriyle anlaşmama, konuşmama hali ülke dışında da devamla kutup politikasına dönüştürülünce Erdoğan’ın iki günde bir ya Rusya ya da ABD’yi “Gelin çözün!” diye çağırması gibi bir durum oluyordu. Ülke dışında Rusya veya ABD’nin çağrılması ülke içindeyse kendisinin çağrılması olarak açığa çıkıyordu. Bir sorunu çözemeyip üstün gördüğünü çağırmak ise en hafifinden hep “çocuk” kalmaktı. Çocuklar sorumluluk almaz, yoktur da zaten onların sorumluluğu ama mecburen alanlar da hızla yetişkin olur biliyorsunuz. Böylece yetişkin çocuklar kadar çocuk yetişkinler olur ve kim olgun kim çiğ karışır birbirine. Ama biz yani halk iktidar gibi sorumluluğumuzu almayanlar değildik. Gururluyduk, kandırıldık deyip yetişkin olmanın yükünü üstümüzden atamazdık. Kendimiz çözerdik, çözdük dahi…  Zaten bir halkın dili de kültürü de tam o zor anlarda ne yaptığına bağlı olarak gelişir. Kaçınmak sadece cesaretsizlikle açıklanamaz esas olarak, kültürsüzlüğe de yol açar. Dil, ancak derdi olanın ağzında gelişir… İktidarın sürekli kültürel alanda başarısızlık vurgusu yapması biraz da bu yüzden. Bunu kendi yarattı yani, o alanın kendine bağlı kişilerine kızması bu yüzden nafile. Hepsi kendi yüzünden… O alanın en “kültürlülerinden” olduğunu iddia edenlerden biri kültürünü Rolex saati ile özdeşleştirirken, bizi sahipsiz köpek ilan etmesi de tam olarak bu yüzden. Nihayet o gerçekten pek pahalı bir eşyaya bakarak zamanı anlıyor, ya “sen” nereye bakarak zamanı anlıyorsun! Birbirimizin yüzündeki derin çizgilere, hastanedeki acil kuyruklarına, ekmek sıralarına bakarak hangi zamanda olduğumuzu anlayabilir miyiz? 

İşin ironik yanı AKP, “Açılın ben biliyorum, ben çözerim” diye iktidar olurken her sorun çıktığındaysa “Kandırıldım, haberim yok!” demesi. Mavi Marmara en klişe örnek artık. İstanbul’da günlerce bekleyen ve içinde 31 ülkeden yüzlerce temsilcinin olduğu gemiden haberi yoktu mesela Erdoğan’ın kendi ifadesiyle. Tüm İstanbul, tüm ülke biliyor ama o bilmiyordu… 

Biz yani halk ise kandırıldık diye rahatlayamazdık. Zaten derdimizi çare bulamayıp birilerini çağırsak kim gelirdi? Çözüme de ancak enerjisini buna harcamaya değer görecek olanlar gelirdi. Var mıydı değerimiz iktidar için. O hâlde o değeri biz kendi kendimize vermeliydik. Tüm bu yazdıklarımı sanırım içgüdüsel olarak hepimiz biliyorduk. 

Biz birbirimizin yaralarını kediler, köpekler gibi “yalayarak”, “tükürüğümüzle” yani ilacını da kendimizden bilerek tedavi eder, sarıp sarmalardık. Onların da sokak köpeklerine ölüm yasasını Meclis’ten geçirmesi bu açıdan ne kadar önemli şimdi daha da anlaşılır oluyor. Bunu bir zafer gibi kutlamaları da bu yüzden olmalı. Sarmayalım birbirimizin yaralarını! Hayvanlara davranışa göre o ülkede insanlara da nasıl davranıldığını düşünebileceğimiz bir yerde insanlara nasıl davranılıyordu ki…

Cesetlerimiz milli bir maçta topluca ıslıklanabilirdi…

Roboski’de bombardımanla hayatını kaybedenlere “Tazminatınızı bankalara yatırdık, daha ne istiyorsunuz!” deniyordu işte. Denmiyor muydu yani?

Resmi olarak yok sayılan Kürtlerin dili günlük yaşamda konuşulur oluyor Türk milliyetçisi olan kim eş dost dahi Kürtçe iki üç kelime öğrenmeye çalışıyorken, resmi olanlar gizlice ve sinsice hem de Diyarbakır da hem Van da Kürtçe trafik uyarılarını dahi siliyordu. Türkçe bilmiyorsa uymasın trafik kurallarına! Dert gelsin başına! Halk her dilde beraber halaylar çekerken, resmiler Kürtçe halayları, düğünleri basıyordu. 

Normalleşme Kürde en son gelirdi. Ama muhakkak gelirdi…

Esad’a Erdoğan’ın hiçbir şey olmamış gibi yeniden çağrılar yaparken, iktidarın ticaretinin uzun mücadelelerle ancak kesilebildiği İsrail’e bir gece ansızın gireriz diyorlarken arada pek görülmedi ama dün (30 Temmuz 2024) Türk ve Ermeni yetkililer sınırda buluşup normalleşme toplantısı yapıyordu bir yandan da. Komşularla onca gerilim kavgadan sonra nihayet yıkılan ilişkiler, yapılan ilişkilere döndürülmeye çalışılıyordu. Döner mi bilmiyorum ama Hrant yok artık işte. Dil ve kültür ne kadar mühimmiş değil mi?

Savaşlarda ve gerilimlerde ilk olarak köprüler yıkılır ki insanlar onun üzerinden diğer tarafa geçip derdini anlatamasın, halklar birbirini duymasın… Hrant her iki halkı da anladığı gibi anlatan biriydi ki üzerinden her insanın geçeceği güçte köprü olmak ne zordur. Yeni olduğu halde ilk selde yıkılan köprüleri siz de görmüşsünüzdür. 

AKP güçlü olduğu her anda normalleşme değil kutuplaştırma ve gerilim siyaseti uyguladı. Gücünü kaybettiği her anda da tersine bir yol izledi. Oysa insan güçlü olduğunda daha doğrusu normalleşme için, eşitlik için, kardeşlik için güçlü olmalıydı. Özgür Özel bana kalırsa bunu yapmaya çalışıyor. Bu açıdan sokağın, tüm halkın ilişkilerine anlayışına da uygun bir politika izliyor. AKP de bunu sürdürmek zorunda kalıyor. Bir dönemin bittiğini onlar da biliyor “kayıkçılar” da…

CHP içindeki kavga ve tartışmaları bu açıdan hem bir CHP geleneği olarak hem de kazanacakların kendi içinde pozisyon alma mücadelesi olarak görüyorum. Böyle devam ederse kaybederiz uyarısı yapanlar kaybetmeye yol açabilir yani. Bu tür yorum ve yazılar bu kadar önemli rol oynayabilir mi demeyiniz rica ederim. O sözler etkili olsun diye ne çok uğraş veriliyor, yayınlar, buluşmalar, çaylar, kahveler… Etkili olduğu için olmalı ki arada bir ilgili yayınları, medyaları kapatmalar, durdurmalar, susturmaya çalışmalar…

Bir Can Atalay’ı durdurmak için dahi sistem kendi yasalarını tanımaz oldu. Bir kişi bile pek kritik iktidar için… Anayasa Mahkemesi tanınmıyor, daha ne!

Kılıçdaroğlu’nun başlattığı yolun taçlandırılması dönemini yaşıyor Özel. Bu açıdan onunla anlaşıyor ve onu anlıyor olmasını beklerdim ama öyle olmuyor. Benzerlerin kavgası her zaman benzemezlerden daha farklıdır ve daha büyük olabilir. Özel’in değişim diye beraber yola çıktığı İmamoğlu ile daha anlaşır olmasını beklerdim ama orada da öyle olmuyor. Aynı yere politika yapıyor olmak alanı daraltan olduğu için alanını genişletmek isteyenler birbirine çarpıyor… Tam olarak bu yüzden HÜDA PAR’ı Süleyman Soylu bir devlet politikası açıklamış olmalı. HDP’nin siyaset alanı daralsın! Ama o da olmadı.

Neyse, genelde siyaset kazansanız da kaybetseniz de kavga ile sonuçlanır bizde. Kazansanız “Kim kazandırdı!” kaybetseniz “Kim kaybettirdi!” diye ama muhakkak kavga başlar. Farklılıklarımızla beraber bir olarak kazandık ya da kaybettik denmez pek. Kim kaybetti: Kılıçdaroğlu. Niye, tek başına bir parti miydi o? Kim kazandı Özel mi İmamoğlu mu? Tek başlarına birer parti mi onlar? Çok değil birkaç sene önceye pek bilmediğimiz kişiler nerede yetişti? Kendi kendilerine mi oldular? 

Yarını bilemem ama bugüne kadar her dönemin iktidarının ortak baskı kurduğu DEM Parti ise son yaşananları “Cunta dönemi politikaları” olarak tanımlıyordu. Biraz şaşırdığımı söylemeliyim. Bu dönemi de cunta, darbe dönemi olarak tanımlıyorsanız daha ağır baskı politikalarını nasıl tanımlamalıyız? Ultra Cunta? Mega Cunta? Her durumu aynılaştırdığımızda iktidarın torbalama yöntemi gibi bir yönteme uymuş olmaz mıyız? İktidar “torbalama politikasında” o kadar iler gidiyordu ki farklılıklardan öte nüansların bile çok mühim olduğu bu yüzden kavga, tartışmaların koptuğu yapıları, partileri bile bir araya koyup, parti, örgüt, kurum adlarını bir arada yazmayı politika olarak sunuyorlardı. 

Bu önemli değil bir ayrıntı demeyiniz çünkü bu ayrıntı düşünüşün, meseleyi ele alışın ve çözümün kendisi onlar için. Batı’yı ifade etmek için “Hans, John” diye genellemeyi pek sever sıklıkla da söylerler ama mesela İngiltere’deki kadar büyük Filistin’e destek gösterileri de hiçbir yerde olmadı. Ermenistan, Filistin’i devlet olarak tanıyan ülkeler arasında artık mesela.

Şimdi şunu diyemem: İktidar normalleşmeye giderken birileri bunu sabote etmek için Kürtlerin düğünlerini basıyor ve buna çomak sokak istiyor. Ama şunu da hiç ama hiç diyemem: AKP’den habersiz oluyor bunlar. Geldik mi yine “Haberim yok!” kısmına. Bunu yapan da neden sonra gelişmelere göre itiraz edecek olan da yine aynı tüm iktidar. (Ben de burada torbalama politikası mı yaptım!) Bahçeli’nin el öptürmesi, Feyzioğlu’nun AKP’ye “Ben Özel’i görmedim sen de görme!” uyarısı, o esnada Perinçek’in “CHP yüzde 90 alsa bile asker, polis iktidar olmasına izin vermez” demesi bir şeyi anlatıyor ama tüm bunlara sessizlik kalmak da başka bir şeyi anlatıyor (İktidarın AKP değil, asker polis olduğu da anlatılıyor arada).  Paris Olimpiyatları’nın açılış seremonisine bile öfkelenip Papa’yı arayacağını söyleyen Erdoğan’ın ittifakının içinde olanlara sessiz kalması bir tercih tabii. Özellikle 2015, 7 Haziran’ından sonra seçimi kazanmaları da kaybetmeleri de beraberdi sonuçta. 

Çekirdek aileler içinde dahi yaşanan sorunların çözümü, normale dönme hâli aylar bazen yıllarca sürebiliyorken genel siyasette sorunların bir anda çözülmeyeceğini herkes bilir. Fakat bu bilme hâli sizi nereye sürükler onu bilemem. Çözülmesin böyle kalsın diyebilir o boşlukta kendi yerinizi de inşa edebilirsiniz yahut solda geleneksel olduğu üzere diğerkam, fedakâr da olabilirsiniz. 

Bu satırlar yazılırken Haniye’ye yapılan suikastın haberi düşüyordu önüme. Bilgim olmasa da içgüdüsel yazarak söylemeliyim, konuşulabilir olduğunu tahmin ettiğim birisiydi. Onun da öldürüldüğü yerde konuşma, söz bitti denilmiş oluyor fiilen. Geriye konuşan olarak kurşunlar kalıyor böylece Orta Doğu söz ile kültür ile ortak yaşam ile değil ne yazık ki uzun zamandır ölümle anılıyor. Ama iddia ederim söz bitti diye söylense de muhakkak bittiği sanılan yerden doğar. Öyle olmasa yaşam bugüne gelemezdi…

Aynı sıralarda Tuğrul Türkeş’in de Gezi’den tutuklu Atalay, Kavala, Özerden, Mater, Kahraman’ı farklı cezaevlerinde görüştüğü haberleri geliyordu. Özgür Özel iktidarın politikalarına uyumlu davranmakla, hatta açıkça saf olmakla da itham ediliyor. Özel ise birkaç ay önce görüşeceğini söylediği Demirtaş ile görüşmedi henüz. Yani iktidar Özel’den daha hızla ileriye gidebileceğini gösteriyor zaman zaman. İktidar yapmak zorunda kalacağı politikaları kendi yaparak “ben yaptım” demeyi pek sever. Mesela Kürtçenin kullanılabilmesini de yıllardır süren büyük eşitlik mücadelesine değil kendinin özgürlük anlayışına, vericiliğine bağlıyor bugün. Uluslararası politikalarda da tam olarak böyle yapıyor tabii. Mesela Suriye’de olduğu gibi istediğinin tam tersi bir durum ortaya çıkıp kaybettiğini gördüğü andaysa sanki o aradaki gerilimler, çatışmalar hiç olmamış gibi davranıyor: Merhaba, eski günlerdeki gibi çay kahve içip, piknik yapalım mı ailece…

Taktik olsa da iktidar “Kaybetmenin zorunluluğu olarak madem normalleşeceğim sürüklenmek yerine belirleyen olayım!” diye en öne geçerse de şaşırmayın, hantal olmayın…

Normalleşme: İktidarın Mecburiyeti

Bir Gösterme Zorunluluğu Olarak “El Öpme ve El Öptürme”

Türkiye ve Suriye: İnsan Ne Zaman Karşısındakini Duyar?