Tiyatro Sezonu Başlarken: Ne Yapmalı, Nasıl Yapmalı?

Tiyatro sezonu başlamadan tartışmalar arşa vardı. İthamlar, yanıtlar, bir daha ithamlar, yine yanıtlar… Siyaset ve tiyatro ilişkisine dair tartışma hiç bitmiyor aslında ama bazen görünür oluyor. Alanın bilgisine hakim olmayanların “iyi insan”, “o da iyi insan”, “dürüst bir muhalif”, “duayen meslek büyüğü” gibi laflarla kişiler üzerinden taraf olmaya çalıştığı, çoğu kez bunu da beceremediği bir kavga iklimi bu. Alanın içinden olanların ise arada değiştirenler olsa da, safları çoktan belli.

Bu yazıda ne “yeni başlayanlar için kısa bir özet” geçeceğiz, ne de “haklı-haksız” ikileminde bir taraf tutacağız. Bu yazının derdi başka!

Bir kere şu söz yol göstericimiz olsun, “Bozuk düzende sağlam çark olmaz”. Düzensizlik sanılan düzenin dahi kendine göre bir işleyişi, bir dengesi vardır, çarklar ona göre döner. Sakallı Celal’in o veciz sözünde olduğu gibi, “doğuya doğru giden bir geminin güvertesinde batıya doğru koşanlar” olabilir, dahası bu kişiler batıya gittiklerini de sanabilirler. Oysa geminin rotası değişmeden tutarlı bir çizgi değişikliği mümkün değildir, koşuşturan kişileri tartışma bu nedenle anlamsızdır. Ödenekli tiyatrolarımızda habire yaşanan “kişi” değişiklikleriyle sınırlı bir tartışma da öyle, çünkü sadece çarklar değişiyor düzenin özü her seferinde aynı kalıyor.

PARA VEREN Mİ DÜDÜĞÜ ÇALACAK?

Sorun daha tanımlarda başlıyor. “Devlet”in tiyatroları var, devletten alıyor bütçesini. “şehir”in tiyatroları var parayı şehir bütçesinden harcıyor. Hoca Nasrettin söylemişti bize bu toprakların kültürünü; “Parayı veren düdüğü çalar”. Çalmak ister yani. “Koskoca başkan, kendi kurumunun başına istediğini atayamayacak mı canım?”

Açık ya da örtülü olarak duyuyoruz bunu. Kim istemez “padişah yetkileri” olsun, astığı astık, atadığı atadık! İyi de “sadrazam”ın ne günahı var! O da atandıktan sonra aynısını istiyor. Koskoca sadrazam, “istediği kişiyi atayamayacak”, “oyunu istediği gibi oynayamayacak” ise ne anlamı var o sadrazamlığın?

Kemal Aydoğan’ın Sanatatak’taki söyleşisinin başlığı oldukça manidar; “Belediye yukarıda, biz aşağıdaysak, belediye her şeyi bilen biz de onun kuluysak olmaz”. 

Nasıl olacak peki? Belediye kurumun başına birini atayacak, şimdi İzmir Şehir Tiyatrosu’nda iddia edildiği üzere o mu padişahlığını ilan edecek? Ya da diyelim özel tiyatrolara destek verirken, parayı belediye verecek, onlar “kafalarına göre” mi takılacak? Devlet ya da şehir adına “tüm yetki”yi kullanmaya muktedir olanlar, “devlet” ve “şehir” bütçelerinin kontrolünü asla bırakmaz! Bunlar aklımızda olsun ama başka bir rotadan devam edelim.

KAMU DEVLETTİR, DEVLET DE BENİM!

“Devlet”i tanıyoruz, “şehir”i idare edenleri biliyoruz. “Halk” nerede peki? Biraz lügatın ortasından söyleyelim, Koca Yunus’un “Kamu alem birdir bize” dediği “kamu” nerede? Kamusal olanı kim temsil ediyor, kamunun parasını kim kontrol ediyor? Alana dönelim, “kamusal tiyatro” nedir, kimler yapar?

Cumhurbaşkanı, bakanlar, genel müdürler, belediye başkanları, daire başkanları, kültür müdürleri… En yukarıdan en aşağıya kadar “kamu adına yetki kullanan” herkes kendini “devlet”, devleti de “kamu” sanıyor. Örnekleyelim; İstanbul’un orta yerinde kocaman bir kültür merkezi düşünün, tiyatro, sinema, sergi salonlarıyla her gün pek çok etkinliğe ev sahipliği yapsın. “Kamusal alan” değil mi? Şüphesiz. Nereye bağlı? İlçe belediyesine. İşte o ilçenin belediye başkanı o kültür merkezi üzerinde sonsuz bir tasarruf hakkı olduğunu düşünüyor. “Gelip salonu vermemi rica ettiler, oyunun konusunu öğrenince hemen verdim”; bakın bunu o oyunun galasında, sahneye çıkıp söylüyor. 650 kişilik salonda alkış kıyamet!

Tamam verdin de, öncelikle sen bir hukukçusun, hangi kriterlerle verdin! Tiyatro topluluğunu bilmiyorsun, oyuncuları bilmiyorsun, oyun metnini bilmiyorsun, o merkezin programını bilmiyorsun, arayıp “ilgilileri”ne sormuyorsun bile; “Rica ettiler, verdim”. Herhangi bir sokağa iki konteyner gönderdiğini anlatır rahatlıkta bir cümle.

Soruyu tersten işletelim, o salonu kimlere, neden vermedin mesela? Kentte kaç tiyatro faaliyet gösteriyor, kaçının salon ihtiyacı var, ilçende kaç tiyatro hayatta kalma mücadelesi veriyor, kamu kaynaklarının kullanımında eşitlik ve adalet ilkesi… Tartışmanın herhangi bir yerinde bunlar yok. En önemlisi “kamu”nun buna onayı, rızası var mı?

Keyfine göre belediye tiyatrosu açıp kapatabilen, yeni kurulmuş bir belediye tiyatrosunda habire “yönetmelik değişikliği” tartıştıran, göreve gelir gelmez diğer daire müdürleri ile birlikte tiyatro yönetimini de değiştirmek isteyen çok. Tüm bu saçmalıklara “Belediye öbürlerinde olsa ‘hiç’ olmayacak” deyip rıza gösterebilir miyiz? Biraz konuşalım bunu. Devlet kendi tiyatrosuna “yandaş” oyuncuyu atayınca feryat figan olup, şehir kendi tiyatrosuna “muhalif” olanı atayınca, sırf bu argümanla alkışlamak, konuyu kişinin siyasi kimliğine ya da tanınırlığına indirgemek ne kadar doğru mesela? Soru çok, yanıtlar o kadar berrak değil ama.

KÜLTÜR POLİTİKASI YOK, BAŞKAN VAR!

İKSV için “Türkiye’de Yerel Kültür Ekosistemi” başlıklı raporu hazırlayan Doç. Dr. Ulaş Bayraktar Fikir Gazetesi’nde raporu anlatırken “Lafı uzatmadan söyleyeyim: Bence Türkiye kentlerinin çoğunda kültür politikası izlenmiyor” diyor ve hemen ekliyor: “…diğer alanlar gibi kültür hizmetlerinin odağında da belediye başkanları var. Onların tercihleri, ilgileri ve zevkleri ışığında şekilleniyor kültürel etkinlikler. Kendilerinin doğrudan sanatçısı, şarkıcısı, heykeltraşı, küratörü olduğu etkinliklere bile rastlıyoruz.”

Böyle açık seçik yazınca komik geliyor ama yaşıyoruz bunu. Tarihin ilk zamanlarından beri iktidar olan kişiler genellikle her şeyi, herkesten daha iyi bildiğini düşünüyor. Mühür ondaysa Süleyman da o! Çünkü neden Süleyman olmasın?

CultureCIVIC desteğiyle yürüttüğümüz Türkiye’den Kamusal Tiyatro Deneyimleri projesinde tiyatro hakkında bir söyleşi kaydı almak için İETT otobüsü gerektiğinde biz de deneyimlemiştik bunu. Birkaç saatliğine boş İETT otobüsü lazımdı, herhangi bir garajda duran. Günlerce uğraştık; dilekçeler, araya insan sokmalar… Son telefon görüşmesinde “hakkında söyleşi yapacağımız oyunun metnini” dahi istediler! Sansür talebi bu deyip sonlandırdık görüşmeyi elbette. CKM Büyük Salonu istememiştik mesela, binlerce otobüsten birini, durakta boş dururken, birkaç saat, parasıyla kiralamak istemiştik, o kadar! Sonra ne mi oldu, biz açık alanda bir otobüs durağını fona alıp çekim yaptık, kısa bir süre sonra bize verilmeyen otobüsü Ekrem İmamoğlu aleyhine propaganda filmi çekmek için bir ajans kiraladı, istediğini çekti, yakalandı.

Bu minik örnek istendiğinde ve gerekli bağlantılar kurulduğunda neler neler verilirken -ki çoğunu görüyor, biliyor, anlıyoruz- en basit taleplerin bile nasıl yok sayıldığını gösteriyor.  Yerel yönetimlerle kurulan/kurulacak ilişkilerin “övgü/sevgi” çerçevesinde biçimlendiğini başka kentlerde de deneyimledik elbette. “Bizim tiyatroyu çekmemişsiniz” diye festivale davet etmekten vazgeçenler de oldu. Bizim birkaç ayda deneyimlediğimizi, yıllardır tiyatro yapanlar için nasıl eziyete döndüğünü varın siz düşünün! Çünkü “başkanlar” hep Süleyman ve yukarıdan aşağı çok fazla mühür, çok fazla Süleyman var!

YİNE LÜGATIN ORTASINDAN KONUŞALIM: NEDİR KAMU?

“Kamu”ya, “kamusal” olana dönelim biz yeniden. Tartışmaları ayakları üzerine oturtabileceğimiz yer orası. Gelin hele şu “bazen her anlama gelebilen” sözcüğe, sözcüğün köküne bakalım. Dil yaşayan bir organizmadır, bazen bal gibi açıklar çoğu şeyi. Sözlüklerin hepsi “kamu” sözcüğünün Türkçe olduğu konusunda hemfikir; “Halkın bütünü”, “Herkes”, “Amme”, “Tüm”, “Hepsi”… İlk ve en yaygın karşılıkları bunlar. Nişanyan Sözlük, “Türkiye Türkçesi konuşma dilinde ‘umum’ karşılığı bir sıfat olarak kullanılırken, Dil Devrimi ile birlikte ‘amme’ sözcüğünün karşılığı olarak kullanıldığını” not düşüyor. Bugün “amme hizmeti” deyiminde yaşayan bir sözcük bu. Arapça kökenli “amme”, “halk, herkes” gibi anlamlardan “herkesi kapsayan” anlamıyla üretilmiş bir sözcük. Kubbealtı Lügatı da  Türkçe olduğunu söylüyor, “herkes”e, “halk”a ve “hepimiz”e çıkarıyor yolu.

Türk Dil Kurumu’nun online Türkçe Sözlüğü nedense farklı bir tutum izlemiş. Anlama dair diğer maddeler aynı ama TDK’nin ilk maddesi “Halk hizmeti gören devlet organlarının tümü” diyor kamu için. Hayda!

Devlet de nereden çıktı şimdi? “Sözcük” dediğin, hele “sözlük” dediğin, bu denli “göreli” olur mu, olabilir mi? Biçare Yunus “kamu alem birdir bize” derken, veziri, müstevfiyi, müşrifi, naibi mi kastediyordu? Devleti milletin yerine koymaya pek meraklı milliyetçi-sağcının işi gibi duruyor. Hani Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan “millet hastaneleri”nin adının 1954’te “devlet hastanesi” yapılması gibi bir işgüzarlık! Allah muhafaza, Devlet Tiyatroları kurulurken birinin aklına gelseydi ve “Kamu Tiyatroları” denseydi, bin yıl uğraşsak düzeltemezdik sözcüğün bozuşmasını!

Evet, “kamu” sözcüğünün tarihsel gelişimine, “amme” olarak da kullanılmasına bakılınca, “kamu menfaati” kavramı da devleti kastetmiyor. Hatta çoğu zaman “devlete karşı halkı koruyan” bir nokta orası. Düşünce ve dil dimağımızı 1980 konseptinin kelime dağarcığıyla sınırlamadan devam edersek, sorun etimolojik olarak çözülecek. Moğolca “kamuğ” ile aynı kökten, Farsça “hamığ” ve Arapça “amme” ile eş anlamlı bir sözcük “kamu”. İngilizce’ye çevirsen “public”, Almanca’ya çevirsen “öffentlich”. İkisi de aynı bütüne çıkıyor, “amme”ye, “halk”a, “açıkta, şeffaf” olmaya… Aslında sınırları zorlayıp, ses ve söz olarak “common”a da benzetebiliriz. Aman ha, bu kesinlikle linguistik ve bilimsel bir tavsiye değildir, anlama dair bir histir sadece!

“KAMUSAL YARAR” KİMİN UMURUNDA?

Devlet Tiyatroları’nın yapısından belediye tiyatrolarının özerklik sorunlarına, özel tiyatroların bir türlü tanınmayan “kamusal tiyatro” olma özelliklerinden tiyatro alanındaki kamu kaynaklarının adaletsiz dağıtımına kadar mesele çok. “Kişi” ve “müdahale” odaklı yüzeysel tartışmalardan buralara gelemiyoruz; kaldı ki tiyatronun repertuvar, amaç, işlev gibi daha derin mevzularına girebilelim; devletin tiyatrosu ne yapar, belediye tiyatrosu hangi özellikleriyle öne çıkar, özel tiyatrolar nasıl tasnif edilir ve daha pek çok soruyu konuşabilelim.

Bugünlerde İzmir Büyükşehir Belediyesi Köy Tiyatroları ardı ardına İzmir Fuarı’nda sahne alıyor mesela. Daha önce de köy tiyatroları festivali düzenlediler. “İlk ve tek” diye paylaşıyorlar kendilerini. İzmir’de belediyeye bağlı olmayan kimi 90 yıllık, kimi 16 yıllık köy tiyatroları var, ne kadar destek alıyorlar İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden mesela? İzmir Şehir Tiyatroları ile kentteki özel tiyatrolar, amatör tiyatrolar, köy tiyatroları arasında nasıl bir denge kurulacak? Nasıl kurulmalı? “Bu bizim, bu değil” gibi mi yaklaşacak, yoksa kentin belediyesi olarak tüm kurumların “belediyesi” olmayı mı seçecek? Göreceğiz.

Moda Sahnesi’nden Bengi Günay, “Türkiye’den Kamusal Tiyatro Deneyimleri” projesindeki söyleşide şöyle soruyordu: “Ben sanat yapıyorum, ticaret değil! Belediyenin kurumları mı sanat yapıyor, devletin kurumları mı sanat yapıyor, ben mi sanat yapıyorum ya da bir başka özel tiyatro mu sanat yapıyor? Bunları tartışmamız gerekiyor. Oradaki düzeyi nasıl belirleyeceğiz? Kim belirleyecek bunu? Mesela burası kamusal bir alan değil mi? Ben neden desteklenmiyorum? Sınıf arkadaşlarım bir sınava girdiler, Devlet Tiyatrosu ya da Şehir Tiyatrosu’nda 20 yıldır çalışıyorlar. Özel tiyatroları o kurumlardan, o insanlardan ayıran şey ne? Bunları bir konuşup tartışmamız gerekiyor. Devlet onlara verdiği, onlara yarattığı alanı bana neden yaratmıyor? Ben nerede konumlanıyorum?”

Örnek çok, İzmir özelinde ticari hiçbir beklenti olmadan, ceplerinden harcayarak 16 yıldır Urla Balıklıova’da köy tiyatrosu yapan köylüler ile İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin doğrudan bünyesinde çalışan İZBB Köy Tiyatroları arasındaki fark nedir mesela? Kadıköy Belediyesi’nin Alan Kadıköy’de yapımcılığını yaptığı oyun “kamu kaynakları” ile yapılırken, neden mesela Moda Sahnesi yüzbinlerce lira gelir vergisi, stopaj, KDV yetmezmiş gibi bir de binlerce lira Çöp Vergisi ödüyor Kadıköy Belediyesi’ne? Kimi zaman oyun satın alan, kimi zaman sahne tahsis eden, kimi zaman da “parasıyla sahne kiralayarak” özel tiyatrolara destek olan yerel yönetimler, hangi sanat politikası ve oyunları ile kamusal olma iddiasındaki özel tiyatrolardan ayrılıyor mesela?

Başvurup başvurmamak kendi tercihleri elbette ama Kürtçe tiyatro yapan kurumların Kültür ve Turizm Bakanlığı Kürtçe bilen bir dramaturg istihdam etmediği için desteğe başvuramaması büyük bir sorun değil mi? Kapanıp kapanıp açılan, kayyumlarla sürekli sekteye uğrayan Diyarbakır Şehir Tiyatrosu gibi örneklerden neler öğreneceğiz, hangi çıkarımları yapacağız?

NE YAPMALI, NASIL YAPMALI, NEREDEN BAŞLAMALI?

Soru çok, sorun çok, mesele karmaşık, talepler çeşitli; defalarca da dile geldi, anlatıldı, konuşuldu belki. Hiçbir zaman herhangi bir “şehir tiyatrosunun yönetici değişikliği” kadar gündem olamadı maalesef. Hükümetler değişse de, belediye başkanları değişse de, tiyatronun sorunları sabit. CHP iş başına gelince İstanbul Şehir Tiyatrosu “iyi ve özerk”, AKP iş başındayken “bağımlı ve kötü” olmuyor ki! “Kişi”lerden, “parti”lerden bağımsız bir kültür politikası ve yasal hükümlere bağlanmış, yönetmelikle desteklenmiş bütünlüklü bir tiyatro sistemi şart. Devlet, şehir ve özel ayrımı gözetmeden herkesi kapsayan bir sistem olmak zorunda. Farklı tiyatro anlayışlarının belirli bir hedefe bağlandığı ve bu hedef doğrultusunda kamusal denetime açık ve şeffaf olduğu bir sistem… 

Mesela Suriçi’nin simgesel semti Kumkapı kritik bir dönüşüm yaşarken, bölgenin tarihi değerini bilecek ve Yolcu Tiyatro’nun Surp Vortvots Vorodman Kilisesi’nde sahnelediği “Gomidas”ı radarına alarak destek olabilecek bir “kültürel miras” algısına ihtiyaç var. 2010 yılında İstanbul Avrupa Kültür Başkenti olduğunda kültürel etkinlik alanı olarak yeniden planlanan bu tarihi kilisenin neden bugün kültürel etkinlikler için atıl olduğunu da anlayacak mesela… İETT otobüsünde sahnelenen, deneysel ve bir o kadar da kent kültürünü sorgulamaya dönük “Çok Uzak Çok Yakın” oyunu için hepi topu bir belediye otobüsü tahsis edemeyecek kadar dar bakmayacak koskoca İETT! Ekonomik zorlukların tiyatro dünyasında yarattığı daralma ve küçülmenin aynı zamanda kent kimliği ve kent ekonomisi için de ne büyük riskler yarattığını anlayacak genişlikte bakabilecek yerel ve merkezi iktidarlar.

Siyasi angajmanlar, ekipleşmeler, ticari bağlantılar ve dahi pek çok “olumsuz” ilişki ağından kendini kurtarabilecek bir tiyatro alanı mümkün mü, yaratabilir miyiz bilemiyorum. Ama bunu hedefleyen bir yasal değişiklik talep etmemiz, alanın farklı noktalarından yükselen sesleri duymamız, mührü elinde tutanları adil olmaya çağırmamız şart. 

İlk akla gelen sanatçılar ve uzmanlardan oluşan heyetlerin bu işlerde kritik kararları vermesi; İzmir Şehir Tiyatrosu’nun kuruluş döneminde olduğu gibi deneniyor da bu yöntem. Bu yöntemle ilgili en büyük kaygıyı ise yerel yönetimlerden muzdarip tiyatroculardan Burcu Halaçoğlu dile getirmişti: “O sanatçıların kim olacağını çok merak ediyorum. Neresinden tutacağım bilemiyorum. İnşallah gelecek nesiller…”

Tüm bu soru ve sorunlar çözülmek isteniyorsa, atılması gereken ilk adım klişelerden kurtulmuş bir konuşma, tartışma zemini yaratabilmek. Nasılsa “mührü” elinde tutan Süleyman’lar bu sezon da vereceği kararları verdi, giden gitti, gelen geldi; “kişi”leri bırakıp yasaların, kurumların, yöntemlerin, seçeneklerin özgürce konuşabileceği bir tiyatro sezonu geçirmek en doğrusu. Merkezi ve yerel yönetimlerin sorumluluklarını, farklı tiyatro kurumlarının özgün deneyimlerini göz önünde tutan, “bir kamusal alan” olarak tiyatroyu yeniden inşa edebilecek kapsamlı bir tartışma geliştirilemez mi? Yoksa raporlara da yansıdığı üzere, “başkanların tercihleri, ilgileri ve zevkleri ışığında şekillenmiş kültürel etkinlikler” ya da “başkanların bu kararları vermesini onlara doğal hak gören sanatçıların yönettiği kültürel kurumlar”la yola devam edilecek.

Mevzunun esasını asıl aktörlerin özgürce konuşabildiği, tartışmanın dar gruplarda kalmayıp farklı toplum kesimlerine yayıldığı ve sanatın dönüştürücü gücünü yeniden fark edebildiğimiz bir tiyatro sezonu mümkün ve hepimizin ihtiyacı bu.