Adalet Arayan Kitaplar

“En yüksek mahkeme, en yoksul kişinin girişimiyle harekete geçmiyorsa, adalet ancak bir komediye dönüşür.” 

Bernard Shaw

Kafka Dava romanıyla, yurttaşlık haklarının askıya alındığı, bir sivil itaatsizlik imasının dahi zulümle karşılandığı totaliter rejimlere dair bir öngörü ve eleştiri olarak yorumlanır çoğunlukla. Nazi Almanya’sına dair bir “önsezi” barındırdığı söylenebilir belki. Erişilmez bir otorite tarafından yöneltilen ve ne olduğu hiçbir zaman açıklanmayan bir suçlamayla karşı karşıya kalan Josef K.’nın davasında, mahkemeye dinsel ya da metafizik bir otorite de atfedilebilir.

Kafka Dava’da suçu yalnızca bir eylem olarak tanımlamayıp zanlının “kötü niyeti”yle de ilişkilendiren ve suçtan çok suçluya odaklanan absürd bir hukuk sistemi paradigması inşa eder. Kuramsal olarak ortada yasadışı bir eylem olmaksızın suçu mümkün kılan bir sistemdir bu. Ancak Kafka suç, sorumluluk ve özgürlük üzerine yazarken bir sistem ya da doktrin ortaya koymaz, çözüm önermez. Okuru ister istemez içine çeken bu karanlık dünya tasavvurunun tartışmaya açık olmayan tek bir özelliği varsa, o da müphemliğidir.

İki Şehrin Hikayesi giriş cümlesiyle herkesi büyülerken; “En iyi zamanlardı; en kötü zamanlardı. Bilgelik çağıydı; ahmaklık çağıydı. İnanç dönemiydi; şüphecilik dönemiydi. Aydınlığın mevsimiydi; karanlığın mevsimiydi. Umut baharıydı; umutsuzluk kışıydı. Öncesinde her şeyimiz vardı; öncesinde hiçbir şeyimiz yoktu. Hepimiz doğrudan cennete gidiyorduk; hepimiz doğrudan cehenneme gidiyorduk…” Paris ve Londra arasında gelişen olay kurgusuyla, tarihin en hareketli anlarından birinin, Fransız Devrimi’nin ekseni etrafında biçimlenir. Edebiyat dünyasının “Dickens’ın en büyük tarihî romanı”, yazarın kendisinin ise “yazdığım en iyi hikâye” diye tanımladıkları yapıt, Fransız Devrimi’nin terör döneminde, Paris’in öfkeli, kana bulanmış sokaklarında, giyotinin gölgesinde yaşamak zorunda kalan bir grup insanın hayatına odaklanır.

On sekiz yıl yattığı Bastille Hapishanesi’nden çıkan Doktor Manette’le, İngiltere’ye gönderdiği kızının Londra’da sürdürdükleri yaşamları, yollarının tekrar Paris’e düşmesiyle iradeleri dışında bir seyir kazanır. Sürükleyici gerilimi, güçlü lirizmiyle devrimi, toplumsal mücadeleyi, zalimliği, yoksulluğu ve aşkı çağının nabzını da tutarak olanca ihtişamıyla anlatan İki Şehrin Hikayesi, bu nitelikleriyle hem klasik edebiyatın zirvelerinden hem de tarihin en güçlü hikâyelerinden biridir.

Tolstoy’un kiliseden aforoz edilmesine neden olan kitabı Diriliş, Savaş ve Barış, Anne Karenina romanlarından sonra en çok okunan kitabı… Yaşamının son otuz yılında kendini insan, aile, din, devlet, toplum, özgürlük, boyun eğme, başkaldırma, sanat ve estetik konularında kuramsal çalışmalara verdi. 1899’da yayımlanan Diriliş, Tolstoy’un yaşadığı sırada çıkan son romanıdır. Tolstoy, yıllarca üzerinde düşündüğü ve pek çok kuramsal eser yazdığı insanlık sorunlarını bu kitapta edebi bir mahkûm kafilesinin yolculuğunu değil, yaşamın anlamını kavramak adına kişinin kendini yeniden var etme sürecini anlatan bir başyapıttır. 

“İstediğin kadar saksağan vur vurabilirsen, ama unutma, bülbülü öldürmek günahtır.”

Harper Lee’nin Bülbülü Öldürmek tüm zamanların en sevilen hikâyelerinden biri olan, kırktan fazla dile çevrilen, Oscar ödüllü bir sinema filmi için temel oluşturan ve yirminci yüzyılın en iyi romanlardan biri seçilen Pulitzer ödüllü kitap, Amerika’nın acımasız bir önyargı ile zehirlenmiş güneyinde geçen, sürükleyici, yürek burkan ve dikkat çekici bir büyüme hikâyesi. Büyüleyici güzellikler ve vahşi eşitsizlikler dünyasında haksız yere korkunç bir suçla suçlanan bir “zenci”yi savunmak için her şeyi riske atan bir adamın hikâyesi çocuk kahramanın gözünden anlatılıyor.

Şefkat dolu, dramatik ve düşündürücü Bülbülü Öldürmek okurları insan doğasının köklerine; masumiyet ve deneyime, nezaket ve zulme, sevgi ve nefrete, mizah ve pathosa götürüyor. Harper Lee’nin her zaman basit bir aşk hikâyesi olarak gördüğü romanı bugün Amerikan edebiyatının bir şaheseri olarak kabul ediliyor.

Ian McEwan’nın Çocuk Yasası’nda Londra’da yaşayan, Yüksek Divan Aile Hukuku Dairesi’nin en başarılı ve ünlü hâkimlerinden Fiona Maye, özel hayatındaki kriz karşısında çaresizdir: Kocası Jack onu genç bir kadın için terk etmektedir. Fiona tam bu sırada kendini Adam Henry davasının hâkimi olarak bulur. On yedi yaşında bir lösemi hastası olan Adam, tedavisi için elzem olan kan naklini günah olduğu gerekçesiyle reddetmektedir. Onun kişisel haklarına saygı göstermekle bu hakları çiğneyerek hayatını kurtarmak arasında kalan Fiona, bir sonuca varabilmek için Adam’la görüşmeye karar verir. Bu görüşme ikisinin de hayatını değiştirecektir.

“Çocuk Yasası”, inançlarla kanunların kırılganlığına ve insanlar arasındaki mesafelere dair, içe işleyen, unutulmayacak bir roman. 

Aziz Nesin’in Surname romanını Hülya Soyşekerci şu cümlelerle anlatmış; 

“Aziz Nesin, toplumcu çizgideki eserlerinde, kara mizahı, yergiyi, eleştiriyi doruğa ulaştırarak, içinde yaşadığımız toplumun olumsuz yönlerini, çelişkilerini, tuhaflıklarını, saçmalıklarını başarıyla sergiledi Okumaya başladığımız surnâmenin de eski surnâmeler gibi bir şenlik anlatısı olduğunu belirten yazar, geçmişteki surnâmelerin düğün, sünnet gibi şenlikleri konu aldığını, bizim okuyacağımız surnâmenin ise “bir idam şenliğini” işlediğini söyleyerek bizi adeta bir şok durumunda bırakıyor. Batılı roman tarzını geleneksel surnâme anlatımıyla buluşturup, bu eserinde bir senteze ulaşan yazar, roman metninde metinler arası ilişkiler yöntemini başarıyla uyguladığı gibi, edebiyatımızda daha önce pek işlenmemiş olan “idam” konusunu trajikomik yönleriyle masaya yatırıyor. “Suç” ve “suçlu” kavramını derinlemesine ele alarak, suçu ve suçluyu oluşturan toplumsal dinamiklerin keşfine çıkıyor.” 

Kırlangıç Çığlığı dolambaçlı kurgusu ve yüksek temposuyla tipik bir Ahmet Ümit romanı olsa da toplumsal sorunlara karşı gösterdiği hassasiyet ve tepkiselliğiyle yazarın eserleri arasında özel bir yer edinmeyi başarıyor.

Cinayet işlemek bizi insan değil, katil yapar. Bu duygudan haz almak ilkelliktir. Körebe lakaplı seri katil, 2012 yılında işlediği on iki cinayetin ardından kayıplara karışmıştır.

Kurbanlarını çocuk tacizcileri arasından seçen Körebe, yeniden öldürmeye başlar. Adalete duyulan güvenin yerini linç kültürünün aldığı bir devirde gizli bir kahraman olarak görülmesi onu çok büyük bir tehdide dönüştürür. Nitekim adalet, bireylerin kendi yöntemleriyle kirletemeyecekleri kadar kıymetlidir.

Benliğimizin farkına vardığımız an, acının pençesinde kıvrandığımız andır.

“İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü…” Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi kitabı… 

1981’de yayımlanan Kırmızı Pazartesi, işleneceğini herkesin bildiği, engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir namus cinayetinin öyküsü. Hem Kolombiya’da hem de yayımlandığı dünyanın dört bir yanındaki pek çok ülkede sarsıcı etkileri olmuş bir roman. Usta yazar, çocukluğunu geçirdiği kasabada yıllar önce yaşanmış bir cinayet olayını aktarıyor. Romanın kahramanı Santiago Nasar’ın öldürüleceği daha ilk satırlardan belli, ancak sonun baştan belli olması, kitaba sürükleyiciliğinden bir şey kaybettirmiyor.

Kırmızı Pazartesi, yalnızca bir cinayetin arka planını değil, bir halkın ortak davranış biçimlerinin portresini de çiziyor. Böylece, sonuna dek ilgiyle okuyacağınız bu kısa ve ölümsüz roman, bir toplumsal ruh çözümü niteliği de kazanmış oluyor.

“Doğru olan hiçbir şey yeni değildir gerçekte; hepsi üst üste söylenmiştir, daha bizler doğmadan önce…”

Bernard Shaw

Murat Şahin’in Seçkisi: Gündemdekiler