Kolektif suskunluk, toplumsal baskı, toplumsal çığlık, organize suçluluk, cinsel istismar, cinayet, cezasızlık algısı, çocukların korunması ya da korunamaması, İstanbul Sözleşmesi, medyanın meseleleri mesele değil daha çok romantize etmesi…
Ya da infaz aşamasındaki sıkıntılar, bireysel silahlanma sorunu, bilimsel istatistik eksikliği, uluslararası hukuktan uzaklaşılması, Milli Yargı tartışması ve şüphesiz devletin rolü…
Fikir Gazetesi, 29. sayısının ana temasını “Adalet” olarak belirledi, çok sayıda söyleşi ve haber dosyasında Türkiye’de toplumsal yaraların başında gelen adaleti ve hukuku uzman isimlerle değerlendirdi. Onlardan biri de İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk fakültesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Adem Sözüer.
Sözüer’in Narin Güran soruşturmasıyla ilgili kullandığı, mafyaya has suskunluk kavramı “omerta” kavramı çokça konuşuldu. Fikir Gazetesi, Profesör Adem Sözüer ile Narin soruşturmasından, Türkiye’deki hukuk mekanizmasının tartışmalı pek çok konusuna değindi.
“TÜRKİYE’DE ORGANİZE BİR SUÇLULUK HALİ VAR”
Narin’in öldürülmesi sonrası ortaya çıkan vaziyetle ilgili “omerta” benzetmesi yaptınız, mafyadaki suskunluk yasasına atıfla. Narin’in öldürülmesi sonrası da bu tür bir suskunluğun devreye girdiğini söylüyorsunuz. Geçmişte özellikle kız çocukları kaybolduğunda, cinsel istismar ve cinayet mağduru olma riski vardı. Maalesef aile meclisi, töre, toplumsal baskılar, kimsenin tanıklık yapmak istememesi ve kolektif bir suskunluk var Türkiye’de. Aslında bu sorunun sosyolojik bir tarafı olduğu kadar hukuki boyutu da var. Ne düşünüyorsunuz? Neden hâlâ bu tür olaylar yaşanıyor?
Benim böyle bir tanım yapmamın sebebi organize suçluluk ile ilgili. Böyle durumlarda bazı hiyerarşik ilişkiler söz konusu oluyor. Bir grubun kendi “iç kuralları” oluyor, devletin kuralları yerine kendi kurallarını uyguluyorlar. Bunlara aslında paralel yapılar diyebiliriz.
Neden paralel yapılar?
Çünkü devlete alternatif bir yapılanma iddiası içindeler, kendi “kanunlarını” uyguluyorlar. Bu paralel yapılar bir suç örgütü de olabilir. Daha önce örneğini gördüğümüz FETÖ türünden yapılanmalar da olabilir, güçlü siyasi ilişkileri olan cemaatler, aşiretler de olabilir. Bu yapılarda suç işlenmesi durumunda devlet buralara etkin müdahale edemiyor. Onlar kendi içinde bir senaryo hazırlıyorlar, bu da suçun aydınlatılmasında büyük sorunlara yol açıyor. Narin olayında da görüldüğü gibi insanlar önce susuyor, ihbarlarda bulunulmuyor. Gerçek ortaya çıkarılamıyor. Bir “itirafta” bulunulduğunda ise çok dikkatli olmak gerekir. Zira bu tür yapılarda, hiyerarşik ilişkiler içinde belli kişilerin suçu üstlenmesi sağlanabiliyor.
Dolayısıyla olayların aydınlatılamaması riski doğuyor…
Kesinlikle. Ben buna dikkat çekmek istedim son Narin olayında da.
“BU TÜR OLAYLARI ROMANTİZE ETMEK SON DERECE YANLIŞ”
“Gerçek suçlunun ortaya çıkarılması güçleşiyor” mu diyorsunuz?
Elbette. Ülkemizde çok acı tecrübeler var. Batman’da kadın intiharları vardı örneğin. Esasen bunlar tam olarak intihar değil. Kişi intihara zorlanıyor ya da intihar etmiş görüntüsü veriliyor, hem kadın cinayetlerinde hem kız çocuklarının öldürülmesinde. Hal böyle olunca devletin özellikle böyle yapılarda işlenen suçlara karşı etkin önleyici tedbirleri devreye sokması gerekiyor. Suç işlendikten sonra değil de, suç işlenmeden önce pozisyon alınması gerekiyor. Ama devletin devreye giremediğini görüyoruz. Mesela çocuklar evlilik yaşı gelmeden evlendirilebiliyor. Çocuklar zorla, evlilik adı altında bir araya getiriliyorlar. “İmam nikahı” gibi hukuken geçerli olmayan yöntemler hala uygulanıyor. Devlet bunu biliyor mu? Biliyor. Ama müdahale etmiyor.
Yani devletin kurallarının uygulanmadığı noktada küçük grupların kendini korumu sistemi geliştirdiğini söylüyorsunuz?
Tam olarak durum bu. Bunun tipik örneği “aile meclisi” uygulaması. Bu uygulamada “töre” veya “namus” gereği kişinin öldürülmesine karar verebiliyor. Bir soruşturma veya kovuşturma açıldığında suçu kimin üstleneceğine dair de kararlar veriliyor. İşte tam da bu sebepler yüzünden mafyadaki omerta yani “suskunluk yasası” vurgusu yaptım. Narin olayında da kollektif bir susma söz konusu oldu. Gerçi bir takım itiraf söylemleri basına sızdırıldı, ama geçmiş örneklerden de hareketle bunlara ihtiyatla yaklaşılması gerekiyor. Hukukun gerektiği gibi uygulanmadığını düşündüğümüzde, durum iyice karmaşıklaşıyor. Bu sistem içinde adaleti sağlamak neredeyse imkânsız hale geliyor, en azından çok zorlaşıyor. Toplumsal ve hukuksal boyutları göz önünde bulundurmalıyız. Bu tür olayları romantize etmek, çocukların resimlerini televizyonlarda gösterip duygu sömürüsü yapmak son derece yanlış. Ekranda toplu çığlık atma seansı yapanlar var, düşünebiliyor musunuz? Söz gelimi Narin’in fotoğrafı, özel hayatına dair görüntüleri, saçı kesilirken bir videosunun paylaşılması ve bunun sürekli olarak yansıtılması, çocuk hayatını kaybetmiş olsa bile mahremiyetini ortadan kaldırıyor. Diğer yandan soruşturmada gizlilik olmasına rağmen belgeler sızdırılıyor. Yetkili makamlar bunlara seyirci kalıyor. Medya alanında da bu tür olaylardaki yayınlarda etiksel boyut göz ardı ediliyor, gereken ciddiyetle yaklaşılmıyor.
6284 ÇOCUĞU KORUYABİLİYOR MU?
Vermiş olduğunuz örnekleri geçmişte kadın cinayetlerinde ve başka çocuk ölümlerinde gördük. Bir anlamda medya tarafından bir nevi “drama pornografisi” yaratılıyor ve burada medyanın çok büyük bir sorumluluğu var. Mağdurların insani hakları gözetilmiyor. Siz de aynı şekilde düşünüyorsunuz sanırım.
Bu nitelemeyi sen yapmış ol, ben gerçekten kullanmak istemiyorum ama şu anda yaşadığımız tam anlamda bu maalesef. Evet, yapılması gereken çok şey var. Şimdi, 6284 sayılı Kadına yönelik v aile içi şiddeti önleme kanunu var. Bu kanun, tam da bu tür olaylar için yani ev içi şiddete karşı getirilmiş bir kanun. Aile içi şiddeti önlemeye yönelik. Bu ceza kanunu gibi bir cezalandırma kanunu değil, önleme ve koruma tedbirlerini düzenleyen bir kanun, amacı bu. Mevcut kanunda kapsamlı ve çok sayıda önlemler var ama uygulanmaları çok sınırlı, etkin değil ve çoğu zaman yanlış bir şekilde uygulanıyor. Burada soru şu: Bu kanunun altyapısı oluşturuldu mu? Hayır. 6284 sayılı kanuna göre, şiddete uğrayan kadınlar ve çocuklar için 7/24 hizmet verecek açık kapı sistemlerinin oluşturulması gerekiyor ve bu sistem Türkiye genelinde yaygın şekilde hayata geçirilmeliydi.
Bu kanun kapsamında koruyucu tedbir kararları çocukları da kapsıyor değil mi? Şiddet mağduru kadınlarla birlikte çocuklar da şiddet uygulayan kişiden korunmalı diye…
Kesinlikle. Diyelim Narin’in yaşadığı köyde bir çocuk şiddete uğrasa, annesi ya da babası tarafından “dövülse,” devlet bu çocukları koruma altına alıp bir kuruma yerleştirebilir mi? Evet, ama ne yazık ki bunu yapmıyor. Türk Ceza Kanununda (madde 96) eş veya çocuklara sistemli şiddet uygulamak “eziyet” suçunu oluşturur. Cezası da 8 yıl hapis. Ama nerdeyse hemen hiç uygulanmıyor. Çünkü özellikle kapalı toplumsal gruplarda olan bitenden soruşturma makamlarının haberi olmuyor. Devlet kuruluşları da oralara müdahalede pek istekli değildir.
Müdahale edilemiyor mu?
Hayır. Oradaki yapılarda, “Bizim adetimiz, töremiz budur, devlet karışamaz” deniyor. Güçlü siyasi ilişkileri de olunca Devletin soruşturma makamları oralarda etkin suç soruşturması yapamıyor. Bu tür yapılarda şiddet mağduru bir kadın veya çocukla ilgi bir koruma kararı alınıp uygulanması imkansız gibi. Zaten şiddete uğrayan kadınlar da gidip koruma isteyemiyor ya da suç duyurunda bulunmuyorlar.
Toplumsal baskıdan dolayı değil mi?
Evet, kesinlikle. Hatta kadınlar koruma kararı alıp kadın sığınma evine gitse bile, bu sefer eşleri onları bulup öldürebiliyor. Kadınlar bu nedenle sığınma evlerine gitmekten çekiniyor.
“ÇOCUK BİR OYUNCAK DEĞİL, DEVLET GEREKİRSE AİLEYE KARŞI DA KORUMALI”
Hocam, size şu soruyu sormak istiyorum, netliğe kavuşturmak ve anlayabilmek için. 6284 sayılı kanuna göre şiddet mağduru ebeveynlerle yaşayan çocukların da korunması gerektiği belirtiliyor. Bu, tamam. Peki çocuk doğrudan şiddetin mağduru olmasa bile, şiddete tanık olduğu için psikolojik etkilerden korunma hakkına sahip ancak bu uygulanmıyor; bunu mu söylüyorsunuz?
Evet. Devlet çocuklar için her türlü koruma önlemini alabilir. Aslında Devlet kurumlarının Aile Bakanlığı, Milli Eğitim, İç İşlerinin çok yetkileri var. Örneğin, eğer bir aile çocuğun tedavisini kasten yaptırmıyorsa, eğitim, bakım ve gözetim yükümlülüğün yerine getirmiyorsa, bu fiiller suç Devlette bu durumda müdahale eder ve gereken tedbirleri alır. Çocuk, ailenin malı, eşyası gibi görülmemeli. Aileye karşı da çocuğun hakları korunmalı. Kanunlarımızda da çocuğunu ağır bir şekilde ihmal eden olursa, velayetinin ebeveynlerden alınabileceğine dair düzenlemeler mevcut.
Ama?
Ama bu meselede asıl sorun, uyarı sisteminin ve altyapının eksik olmasıdır. Çocuk evliliklerinde de söylediğim gibi devlet bunu bilir. Nerede, nasıl düğün yapılıyor, çocuklar kaç yaşında sorularının yanıtını o düğüne katılanlar da bilir o yerdeki jandarma da bilir, kaymakam da bilir, muhtar da bilir. Hatta bunlar düğüne davetli bile olabilir. Yani her şey devletin gözü önünde olur. Herkesin bildiği ve gördüğü bir suç işlenir. Diğer yanda okulların da yetki ve sorumluluğu bu noktada çok mühimdir. Öğretmenler çocuğun psikolojik yapısını, olası değişimleri gözlemlemelidir. Bir olağandışılık görüldüğünde, koruma sistemi alarm vermeli ve sistem bütünüyle hemen harekete geçmelidir. Yani biz çocukları korumak istiyorsak, aile içinde, sokakta, okulda tüm uyarı sistemlerinin harekete geçmesi lazım. Sistem alarm veriyor ama ya dikkate almıyoruz ya çok geç farkına varıyoruz. Son olayda ne oldu? Narin kaybolduktan sonra avukat bir milletvekili yöreye gitti, gündeme taşıdı, sosyal medya meseleyi üstlendi, toplumsal ilgi uyanınca herkes ayağa kalktı. Halbuki o yörelerde çocuklarla ilgili kuşkulu intiharlar olmuş.
Dolayısıyla öncelikle konuşmamız gereken konu, uyarı sistemi ve bunun altyapısının sağlanması gerekliliği sanırım?
Kesinlikle. Bir diğer sorun da ev içi şiddet, çocuk ve kadına yönelik şiddet konusunda topluma yanlış mesajlar verilmesidir. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması bunun bir örneği. Sözleşmeden çıkınca kadın cinayetlerinin artıp artmadığına dair bilimsel araştırmalar yok ancak İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak kadına yönelik şiddetle mücadelede çok olumsuz bir adımdı. Düşünebiliyor musunuz, cezaevlerinden kadın cinayetlerinden mahkum olanlar “İstanbul Sözleşmesi’nden çıktık, bizi serbest bırakın” diye mahkemelere dilekçeler verdiler bu ülkede! Nasıl bir algı oluştuğunu resmetmek açısından bu örneği veriyorum.
TOPLUMDAKİ CEZASIZLIK ALGISININ SEBEBİ NE?
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını bir af olarak görenler var diyorsunuz…
Ne yazık ki! Ve biz bu hataları yaptıktan sonra bir trajedi ortaya çıkınca bunu bir romantik olay gibi ele alıyoruz. Narinin tabutuna duvak koymak gibi tavırlarla trajik bir olay romantize ediliyor. Toplumda duygusallık ve bir öfke nöbeti başlıyor. Bu ortamda hemen “İdam gelsin” diyenlerin sayısı artıyor, başka bir popülizm başlıyor.
Toplumda özellikle hassas meselelerde cezasızlık algısı yaygın bir endişe kaynağı. Geçmişteki bazı benzer olaylara baktım. 2014’te Kars’ta 9 yaşındaki Mert Aydın’ı kaçırdıktan sonra tecavüz ederek öldüren Aykut Balk, ağırlaştırılmış müebbet ve 36 yıl hapis cezasına çarptırılmış. Aynı yıl Adana’da 6 yaşındaki Gizem Akdeniz’i benzin dökerek yakan öldüren Süleyman Akdeniz, ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edilmiş, “hürriyetten yoksun kılma” suçundan da 12 yıl hapis cezasına çarptırılmış. 2016’da Manisa Alaşehir ilçesinde 4 yaşındaki Irmak Kupal’ı tecavüz edip boğarak öldürdükten sonra cesedini gömdüğü gerekçesiyle tutuklu yargılanan Himmet Aktürk, ağırlaştırılmış müebbet hapis ile 51 yıl hapis cezasına çarptırılmış. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Sizce neden cezasızlık algısı var? Adalet Bakanlığı istatistiklerine göre 2023’te çocuk istismarı şüphesiyle açılan dosya sayısı 31 bin 216’ya çıkarken 7 bin 88 kişi 2023’te istismardan mahkûm edilmiş. Acaba bu fark mı “Çocuğa cinsel istismar cezasız kalıyor” yönündeki eleştirileri, kaygıları beraberinde getiriyor?
Cezalar veriliyor, özellikle öldürme ve şiddet suçlarında da yüksek cezalar söz konusu. Ancak infaz aşamasında, kanunlar değişip etkin infaz yapılmayınca, toplumda cezasızlık algısı doğuyor. Bir suç nedeniyle soruşturma yapılıyor, dava açılıyor, karar kesinleşiyor ve infaz başlatılıyor. Ama bundan sonra çok sık olarak af uygulamaları gündeme geliyor. Böyle olduğu için toplumda cezasızlık algısı var. Türkiye, dünyada ülke nüfusuna göre cezaevlerinde çok yüksek bir ceza evi nüfusu barındıran ülkelerden biri. Ceza evindeki hükümlü ve tutukluların önemli bir bölümünü ise cinsel saldır ve çocukların cinsel istismarı suçları oluşturuyor. Ülkemizde cezaevlerinde aşırı kalabalıklık söz konusu olduğunda, yani kapasite çok aşıldığında “bu sorunu nasıl çözebiliriz?” denildiğinde ise cezaevlerini boşaltmak için infaz kanununda sürekli değişiklikler yaparak boşaltılıyor. Ama ceza evlerini doldururken hangi hataları yapıyoruz sorusu sorulmuyor. BU soruyu sormak yerine aflar çıkarıyoruz. Bu da toplumda “Suç işleyenin yanına kar kalıyor” algısını oluşturuyor. En son çıkan Kovid affından serbest kalan şiddet suçlularında çok sayıda kişi tekrar suç işledi. Bu affın olumsuz etkileri uzun yıllar devam etti ediyor. Başka bir sorunumuz daha var.
Nedir?
Şimdi, Türkiye’nin elinde bazı istatistiki veriler var. Ancak diğer ülkelerde olduğu gibi infaz kurumlarındaki iyileştirme ya da diğer programlar uygulanıyor mu uygulanmıyor mu buna dair bir bilgimiz yok, araştıramıyoruz. Bugün gerek İçişleri Bakanlığı gerek Adalet Bakanlığı suçlarla ve infaz sistemiyle ilgili araştırmalar için veri paylaşmıyorlar. Biz kaç kez aile içi şiddet ile ilgili dosya bazında araştırma yapmak istedik ancak bize bir veri, bir bilgi verilmedi, talebimiz de kabul görmedi. Bir ülkede suçluluk alanında veriler paylaşılmıyor ve bilimsel olarak analiz edilmiyor, bilimsel olarak araştırılmıyorsa, “Suç nasıl işleniyor, önlemler etkin mi değil mi?” sorularına yanıt bulamıyor ve bunları ölçemiyorsanız basına yansıyan olaylar üzerinden değerlendir yapmak mecburiyetinde kalıyoruz. Kolluk istatistiklerinde “ev içi şiddet” başlığı altında veri toplanıyor mu? Kolluk istatistikleri dünyadaki örneklerinde olduğu gibi yayınlanıyor mu?
Peki ya paylaşılan sayılar?
“Şu suçlarla ilgili şu kadar dava açıldı şu kadar mahkumiyet verildi gibi” adliyeye yansıyan sayılar var. Ama sadece bu sayıları bilmek yeterli ve anlamlı değil Üstelik bizim karanlık sayılar dediğimiz alan da var. Yani adliyeye intikal etmemiş olaylar. Bunların araştırması Türkiye’de hiç yapılmıyor. Yetişkinlere yönelik geçmişe dönük yapılan, “Daha önce hiç cinsel suç mağduru oldunuz mu?” diye sorulan sorulara verilen yanıtlara baktığımızda karanlık sayıların çok yüksek olması söz konusu. Yani adliyeye intikal edenler kadar etmeyenlerin de farkına varabilsek okuldan, aileye kadar risk analizleri yapıp koruyucu önlemlerin geliştirilmesi noktasında daha doğru adımlar atabileceğiz. Diğer bir örnek, silahla insan öldürme meselesi… Türkiye Avrupa’da, en üst sırada. Bunun sebeplerinden biri bireysel silahlanma olabilir bu çok ciddi bir sorun. İşte tüm bu sorunlar şiddete, çocukların cinsel istismarına uygun bir zemin hazırlıyor. Bir de üstüne aşiret, cemaat gibi hiyerarşik ilişkilerin geçerli olduğu grupların, Devletin kurallarını uygulatmama gücünü katarsanız, sorunun vahameti ortada. Devlet ancak toplumsal bir ilgi olduğunda belki bir olayı aydınlatıyor ancak aydınlatılmayan birçok olay da var.
Gün kurtarılıyor yani bir anlamda?
Tabi. Tıpkı depremlerdeki gibi! Hani deprem olduktan sonra işte bir toplumsal duyarlılık oluşuyor, buna yönelik adımlar atılıyor ya… Ama kaçak yapılaşma bugün deprem yöreleri dahil olmak üzere devam ediyor. Biz depremde ortaya çıkan o büyük yıkımı ceza hukukuyla çözmeye çalışıyoruz. Ceza hukuku son başvurulacak çare, iş buraya kadar geldiği zaman geriye yalnızca yargılama ve cezalandırma konusu kalıyor. Biz kaç deprem yaşadık cumhuriyet dönemine bakın. Ama kaçak yapılaşma hep devam etti. Son 6 Şubat Depremleri’nden önce Türkiye dünyada eşi benzeri görünmeyen bir kaçak yapı affı çıkardı. Hatta para cezalarını bile iptal etti. Bundan da çok kısa bir süre sonra bir deprem oldu. Hatta öyle ki o affı daha da yaygınlaştırmak isteniyordu.
Ama deprem olunca orada duruldu…
Evet, mecburen… Çocukların bu şekilde öldürülmesi, istismar edilmesi olaylarına da biz daha önce de böyle hiyerarşik ilişkilerin geçerli olduğu, cemaat gruplarında çocuklara yönelik bir takım istismar suçları tespit edildi. Çocuklar devletin en çok gözlemlemesi gereken, koruması gereken gruptur. Çünkü çocuk kendi çevresinde veya ailesinde ya da okulda suçun mağduru olabiliyor. Çocuklar nereye gidiyor hangi faaliyetlere katılıyor, bunların bilinmesi ve kontrol edilmesi lazım. Çocuğun kişiliğini, iradesini bir kişiye veya gruba tabi kılan, bir tür beyin yıkama yapılan yapılanmalara teslim edilmemesi lazım.
“İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NDEN ÇIKILMASI YANLIŞTI”
Yani toplumsal baskı çekirdekten kuruluyor bir anlamda diyorsunuz.
Elbette. Hiyerarşik grupların tesiri altındaki çocuklar uğradıkları suçları da söylemezler, söyleyemezler. Çocuklar için uygulanan tüm programların, tüm kursların şeffalık içermesi, devlet tarafından bilinmesi ve takip edilmesi lazım. Dolayısıyla çocuğu her türlü yapıya karşı korumak gerekiyor. Çocuk söz konusu olunca bu bir sorumluluk alanıdır, özgürlük alanı değildir. Çünkü çocuk tercih etme, seçimde bulunma yeteneklerine yeterince sahip değildir. O yüzden çocuğun ceza sorumluluğu ya yoktur ya da hafifletilmiştir.
Tüm bunlar sadece hukuki değil siyasi sorumluluk gerektiren konular değil mi?
Şüphesiz.
Mesela az önce de değindiğiniz İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması…
Evet, bu sözleşmeden çıkılması çok ciddi bir sorundur. Parlamento’nun neredeyse oy bilgiyle kabul ettiği bir sözleşmeliydi. Ama yürütmenin tek imzasıyla anayasaya aykırı olarak çıkıldı. Bu çok büyük bir sorundur bir ülkede. Türkiye’de yasama-yürütme-yargı ilişkileri yani kuvvetler ayrılığı büyük sorunlarımızdan biridir. İkincisi devletin bu alanlarda bilimsel çalışmalara veri vermesi gerekir. Neden vermiyor? Bakın asayiş verilerini hala yayımlamıyorlar. Bugün Almanya polisinin verilerine gidin, her türlü bilgiyi, veriyi bulabilirsiniz. Hangi sen kaç çocuk kaçırılmış, hangi sene kaç çocuk öldürülmüş, kaçı cinsel istismara maruz kalmış? Hepsinin yanıtını görebilirsiniz. Sadece Almanya’da değil şeffaf olan diğer ülkelerde de bu ve benzeri verilere ulaşabilirsiniz.
“BİLİMSEL ÇALIŞMA YOKSA ÇÖZÜM DE YOK”
Türkiye’de TÜİK’in bazı istatistikleri var…
Evet ama onlar olayların çok küçük bir kısmını yansıtan çalışmalar. Dediğim gibi Türkiye haricinde bahsettiğim diğer ülkelerde adliyeye intikal etmemiş olaylara dair araştırmalar yayımlanınca mesele neyse boyutları bilinir, siyaseten tartışılır ve sorunlara çözümler aranır. Bizde ise devlet bilimsel çalışma için veri paylaşmıyorsa artık konuşulacak bir konu kalmamış demektir. Çünkü bilimsel bir çalışma yoksa sorunlara bir çözüm bulamazsınız.
ADELET NEDEN EŞİT DAĞITILMIYOR?
Siz bilimsel çalışma diyorsunuz. Türkiye’de yeniden “Milli Yargı” meselesinin konuşulduğu bir ortam var, adli yıl açılışında Yargıtay Başkanı yeniden gündeme getirdi. Türkiye’de hukukun standardının son dönemde düştüğüne dair araştırmalar var. World Justice Project’in Hukukun Üstünlüğü Endeksi 2023 raporuna göre Türkiye’nin puanı 0.41, 142 ülke arasında 117. sırada. Metin Lokumcu’nun katilleri serbest, Artvin Hopa’da bungalov projesi için ağaç kesenlere engel olmak isterken öldürülen Reşit Kibar’ın azmettiricileri serbest, Dilan-Engin Polat da serbest. Kamuoyunda adaletin sadece güçsüzlere işlediği yönünde bir algı mı var? Adalet Bakanı bir yandan Ankara’da dünyanın en büyük adalet sarayını inşa etmekten söz ederken bir yandan tartışmalı kararlar aynı ölçüde kamusal vicdanı da zedeliyor mu?
Türkiye’de anayasa belli alanlarda zaten hayata geçmiyor. Bunlardan bir tanesi toplantı gösteri yürüyüş hakkı yani protesto hakkı. Bu hak aslında barışçıl olarak kullanıldığı sürece hiçbir izne tabi değil. Türkiye’de birisi barışçıl bir yürüyüş yapsın ve polis gelmesin… Bunu hiçbir zaman görmedik. Bir kere her şeyden önce kolluğu yönlendiren siyasi irade hiçbir şekilde barışçıl gösterilere nerdeyse göz açtırmıyor. Hiçbir protesto gereği gibi yapılamıyor. Kolluğun görevi engel olmak değil, bu hakkın kullanılmasını sağlamak için orada bulunmaktır. Ancak bahsettiğiniz ve bahsetmediğiniz tüm olaylarda kolluk protestocuları adete bir suçlu gibi gördüğü için zor kullanma yetkisinin sınırlarını sürekli aşıyor. Gereksiz yere biber gazı kullanıyor, zor kullanma tedbirlerine başvuruyor. Halbuki, örneğin çevre ile ilgili meselelerde hepimizin duyarlı olması lazım ve bu yöndeki barışçıl gösteri ve faaliyetlerin bir hak olduğunu kolluğu yönetenlerin de kabullenmesi lazım.
Çevre hakkı, anayasal temel bir hak…
Kesinlikle öyle. Mesela kıyılarımızın korunması diyoruz. Bugün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları hemen hemen hiçbir kıyıdan serbest yararlanamıyorlar. Söz gelimi, bugün gidin Göcek’e her yer işgal edilmiş durumda.
Ama anayasaya bakarsanız…
Evet, ne var anayasada? “Kıyılar kamuya aittir, devlete aittir, kapatılamaz” deniyor. Bunu protesto edenlerin başına neler geldiğini görüyoruz. Halbuki buradaki protestocular aslında devletin çevreyi koruma konusunda yapması gereken yükümlülükleri bakımından yardımcı oluyor, dikkat çekiyor. Çevrenin, doğanın geri dönülemez bir şekilde bozulması hem devlet hem toplum hem de gelecek nesiller açısından büyük bir kayıptır. Bu kayıp olmasın diye harekete geçenler, baş üstünde tutulması gerekirken onlara gaz sıkıyoruz, kurşun atıyoruz. Devletin görevi bunları aydınlatmaktır. Türk Ceza Kanunu’nda eğer kolluk zor kullanma yetkisini aşarsa kişi ölmese bile, yaralama suçlarından sorumlu tutulur. Dediğim gibi ceza kanununda bu konuda açık hüküm var. Kolluğun numarası vardır, kim olduğu bellidir, kameralar vardır, hatta şimdi yaka kameraları da geldi… Önemli olan kolluğu yöneten siyasi iradenin yaklaşımının değişmesidir. Mesela bir basın açıklaması veya Cumartesi Annelerini barışçıl toplanması… Niye engelliyoruz bunları? Bir başka örnek, 1 Mayıs kutlamalarıdır. Daha önce acı bir olay yaşadık. Bu hükümet döneminde 1 Mayıs yeniden bayram ilan edildi. Harika. Taksim tekrar açıldı. Harika. Fakat yine aynı hükümet döneminde tam tersine Taksim’de 1 Mayıs kutlaması yasaklandı, meydan yine kapatıldı. Halbuki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı var, Anayasa Mahkemesi kararı var Taksim meydanında 1 Mayıs kutlaması yasağı, hukuka aykırıdır, hak ihlalidir diye. Elbette her alan gösteriye, yürüyüşe müsait değildir ama Taksim gibi özelliği olan, 1 Mayıs için özel simgesel anlamı olan bir alanda 1 Mayıs kutlamalarına izin vermeniz lazım. Bu hukuki bir zorunluluk. Dolayısıyla burada da anayasal hakların kullanılamadığını görüyoruz. Üstelik AİHM kararı var, ama niye uygulanmıyor?
Aslına bakarsanız hem AYM hem AİHM’in birçok konuyla ilgili kararı var ama uygulanmıyor…
Asıl soru bu zaten. Ama önce şunu soralım. Hangi konularda AİHM uygulanıyor ki? Kavala ve arkadaşlarının yargılandığı Gezi Parkı Davası’nda mahkûm olanlara geliyor konu değil mi? Orada da bir protesto vardı. Elbette o dönem protesto dışında şiddete başvuranlar da vardı. Devlet şiddete başvuranlarla uğraşması gereken yerde barışçıl protesto yapanların üzerine gitti ve o olay tüm yönleriyle hala aydınlatılamadı. Ama sonuçta ne oldu? AİHM kararlarının da ortay koyduğu üzere şiddetle ilgisi olmayan insanlar ağır cezalara çarptırıldı. Osman Kavala, Tayfun Kahraman, Can Atalay, Çiğdem Mater gibi isimler yani şiddet başvurduklarına veya Gezide suç işlediklerine ilişkin hiçbir delil olmayan kişiler. Bunu dosyayı bilen biri olarak söylüyorum. Ama ne oldu? Osman Kavala önce casusluktan mahkum oldu. Sonra ondan beraat etti. Tam serbest kalacakken “aynı iddialardan” dolayı başka bir dosya gündeme getirildi oradan mahkum edildi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi verdiği kararlarda “tutuklama ve mahkumiyeti gerektiren delil yok” dedi. Bu kararlar sonrası Kavala ve arkadaşlarının serbest bırakılması gerekiyordu. Ama AİHM karar ısrarla uygulanmıyor. Bu kararlar uygulansın diye ceza muhakemesi kanununda açık düzenleme var: “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı verildiği zaman yeniden yargılama yapacaksınız” diyor. Anayasamızda hükümler var. Biz Avrupa Konseyi’nin üyesi bir ülkesiyiz. Konseyin kurucularındanız. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini ilk imzalayan ülkelerden biriyiz. Ama, kuruluşunda olduğumuz sözleşmesinde imzamız olan kuruluşları kararlarını uygulamıyoruz.
“DEVLETİN HUKUKA SAYGI DUYMADIĞI ORTAMDA OLANLARA NİYE ŞAŞIRIYORUZ?”
Can Atalay kararı da…
Milletvekili seçildiğinde normalde milletvekili seçildiği için görevine milletvekili olarak devam etmesi lazım. Anayasa Mahkemesi, “Bu kişi hakkında dokunulmazlığı var, dokunulmazlığını kaldırmadan sen bunu yargılayamazsın” dedi. Ama ne oldu? Yerel mahkeme bu kararı uygulamadı. Daha sonra ilk kez hukuk tarihimizde bir şeyle karşılaştık. Yargıtay 3. Ceza Dairesi, “Anayasa Mahkemesi kararı uygulanamaz, geçersizdir” diye karar verdi, hiçbir yetkisi olmamasına rağmen… Aslında hani biz Narin olayını tartışıyoruz, hani diyoruz ya “Cezasızlık algısı var mı?” diye soruyoruz ya… Yürütme ve bir yargı kurumu AYM kararını uygulamayın derse,, hukuka saygıya, hukuka uymak konusundaki bilince ve yargı otoritesi asıl yıkım nereden gelmiş olur? Bir ülkede düşünün ki Anayasa Mahkemesi kararları uygulanmıyor. Ve verdiği karar dolayısıyla Anayasa Mahkemesi hakkında suç duyurusunda bulunuluyor. Sonra “Aşiretler, cemaatler niye hukuka uymuyor?” diye soruyoruz. Bu olaylar çok büyük bir hukuk ve devlet krizini gösteriyor aslında. Toplumda da “Hiçbir kurala uymak zorunda değiliz, hiçbir karar uygulanmayabilir.” Şeklinde bir kanı oluşuyor.. Halbuki vatandaş ne düşünür? “Bir yanlışlık olursa Anayasa Mahkemesi’ne giderim veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne giderim” hakkımı ararım, böyle bir hak kapısı vardı. Biz bu kapıları kapatıyoruz nerdeyse. Şimdi de “Toplum adalete, hukuka güvenmiyor” diyoruz. Haksız mı?
“ÇOĞULCULUĞUN OLMADIĞI ORTAMDA NASIL YENİ ANAYASA KONUŞALIM?”
12 Eylül’ün 44. yıl dönümündeyiz. Darbe sonrası inşa edilen 82 anayasası 20’den fazla revizyona girdi. Sürekli anayasa değişikliğinden söz ediliyor. Böylesi bir iklimde çok anlamsız bir soru olabilir ancak konunun siyasi saiklerle gündeme getirilmesi haricinde yeni, düzgün, özgürlükçü bir anayasa normal koşullar altında hayata geçirilse gerçekten bir toplumu ferahlatabilir mi?
Ben hep yeni anayasa taraftarı oldum. Türkiye bir darbe olmadan kendisi bir anayasa yapabilsin diye. Fakat bunun için, bir kere her görüşün savunabildiği özgür ve çoğulcu bir ortam lazım, bu şekilde aşırı cepheleşmenin olmaması lazım. Medya çoğulculuğunu yitirdi, büyük bir baskı altında. Muhalif görüşler ve eleştiriler olunca RTÜK bir taraftan, Basın İlan Kurumu bir taraftan, erişim engellemeleri diğer bir taraftan…
Çoğulcu olmayan ortamda tartışma olmuyor, imkansızlaşıyor…
Elbette. Mesela çoğulcu bir tartışma ortamı içermesi gereken üniversitelere de bakın. Boğaziçi Üniversitesi’nin durumunu görüyorsunuz, nasıl müdahalelerin yapıldığını. “Sivil anayasa” diyoruz ama bunun yapılması için önceden yapılması gereken tartışmalara uygun bir zemin yok ki! Cepheleşen bir Türkiye’de en temel konularda uzlaşı yok ki..
“TEĞMENLERİN DE İFADE HÜRRİYETİ HAKKI VARDIR”
Toplumu ayrıştıran meselelerden biri de teğmenlerle ilgili yemin meselesi oldu. Haklarında disiplin soruşturması başlatıldı. Evet, katı kurallar ordu kavramının ayrılmaz bir parçası ama ifade özgürlüğü askeri kışlalardan içeri hiçbir şekilde giremez mi?
Elbette girer. Orda elbette askeri disiplin var. Katı kurallar var. Ama bu onların ifade özgürlüğünün hiç olmadığı anlamına gelmez. Teğmenler ne yaptı? Her zaman olduğu gibi yani törenden sonra “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” dediler. Yani onlar asker ve Mustafa Kemal de onların manevi önderi. O okulda okumuş, Harbiyeli, Cumhuriyetin kurucusu. Dolayısıyla teğmenlerin Mustafa Kemal’i bir komutan, bir lider olarak görüp “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” demesinden daha doğal ne olabilir? Ama bu olaydan sonra yetkili makamların teğmenleri suçlayıcı beyanları hukuken çok yanlıştır. Kavala davasını anımsayalım. Yönetme yetkisine sahip yani yargı üzerinde etkisi olan yürütme gücü, hükümet bir açıklama yapıyor. Dava sürerken sürekli hükümetten açıklamalar var, suçlayıcı açıklamalar… Ha, bu neydi? Adil yargılanma hakkının ihlaliydi. Şimdi de yani yürütme gücünü elinde tutanlar teğmenlere karşı “temizlenecek” şeklinde açıklama yapıyor, cepheleşme yaratılıyor. Bundan sonra açılacak soruşturma ve yapılacak işlemlerin hukuki olduğunu söyleyebilir miyiz? Şimdi böyle bir ortamda hangi yeni anayasadan bahsediyoruz? Daha da ötesi Anayasa Mahkemesi kararlarına uygulamayan bir hükümet ve hükümeti destekleyen bir siyasal yapıdan bahsediyoruz. Buradan sivil, özgürlükçü bir anayasa çıkmaz yok.
Elbette gelecekte anayasa ile ilgili adımlar atılmalı ama o gün bugün değildir diyorsunuz. Peki ne yapmalı?
İlk atılacak adım Anayasa Mahkemesi kararları amasız fakatsız uygulanmalıdır. İkinci adım İstanbul Sözleşmesi’ne dönülmelidir. Üçüncü adım bu gereksiz tutuklama uygulamalarından vazgeçilmelidir, ifade özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılmalıdır. Örneğin, kamu görevlerine hakaret suçundan dolayı yüksek cezalara ve siyasi hak yoksunluklarına yol açan düzenleme ve uygulamalar değişmelidir.
“BİR KİŞİNİN TEK BİR SÖZÜNDEN DOLAYI SİYASİ KARİYERİNİ BİTİRMEK NE KADAR DEMOKRATİK?”
Siz kamu görevlilerine hakaretten bahsetmişken Doç. Dr. Tolga Şirin ile birlikte İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun istinaftaki hakaret davasına sunduğunuz bilimsel mütalaadan da söz edelim mi? Mütalaada, “TCK’nin 125’inci maddesinin alelade bir ceza normu olmadığı ve ”Anayasa’daki ifade özgürlüğü hakkı üzerinde etki doğurmaktadır. Bu bakımdan yasama organının suç ve ceza politikasına ilişkin marjının daraldığı bir alan söz konusudur. Bu alanda Anayasa’ya aykırılık iddiası ‘ciddi’ niteliktedir” tespitine yer verdiniz. Biraz daha açabilir misiniz?
Bilimsel mütalaa neyi söylüyor anlatayım. Öncesinde bir hatırlatma yapma ihtiyacı hissediyorum. Biliyorsunuz bu ceza kanununun yapılmasında bulunmuştum. Yeni Ceza Kanunu’nun felsefesi kişi hak ve özgürlüklerini korumaktır. Önemli olan bireydir, bürokrasi değildir. Reform kanunları iktidar-muhalefet iş birliği ile yapılmıştı. Bun göre hakaret suçundaki cezalar vs. geçmiş kanunlara göre de azaltıldı, özgürlükçü hale getirildi. Ceza kanununda hakkın kullanılması şeklinde bu bağlamda eleştiri hakkını kullanmak bir hukuka uygunluk sebebi olarak öngörüldü. Diğer yandan tüm içtihatlarda da “Eleştiri hakkı özellikle kamu görevlileri söz konusu olduğu zaman daha eleştiriler daha ağır olabilir.” deniyor. Neden? Çünkü kamu görevlerin önemli yetkileri var. Toplum bakımından, devletin yönetimi bakımından. Dolayısıyla onlara yönelik eleştiriler daha ağır olabilir. Eleştiriler kamu görevinin doğru yürütülmesi bakımından bir kontrol yöntemidir aynı zamanda. Buna karşılık uygulamada tam aksine kamu görevlilerini eleştiri suç sayılıp daha ağır cezalandırılıyor. Burada o zaman çelişki var. Üstelik bu uygulamalarda da bir siyasi yasaklar amaçlanıyor. Yani bir madde yargısal taciz yönteminin aracı olarak ve siyasi rakiplerin tasfiyesi olarak kullanılıyor. Bir vatandaşa hakaret ile bir kamu görevlisin hakaret edilmesi arasında ceza olmak üzere başka fark da var.
Nedir o fark?
Size hakaret edildiğinde bu şikayete tabi bir suçtur, cezası azdır; üç-altı ay gibi… Gidip avukat bulmanız lazım, dilekçe vereceksiniz, davanızı takip edeceksiniz. Etmediğiniz zaman davanız yürümez. Buna karşın bir kamu görevlisi söz konusu olduğunda o re’sen yani devlet onu takip eder, devletin savcısı takip eder, sonuna kadar her türlü girişimlerde bulunur ve ona daha çok ceza verilir. Diğer yandan kere kamu görevlisinin şeref, haysiyetiyle vatandaşın şeref ve haysiyeti arasında bir hiyerarşi olmaz. Kamu görevi söz konusu olduğu zaman, görev nedeniyle hakaret olduğu zaman ama burada eleştiri hakkını daha çok dikkate almak gerekir. Bütün bu huşular dikkate alındığında hakaret suçu bakımından kamu görevlisine neden daha özel ve yüksek bir koruma sağlıyoruz? Bu özel koruma anayasaya aykırıdır kanısındayız. Özellikle Türkiye’deki uygulama bağlamında. Anayasaya aykırılık iddiasının ciddi olduğu ve Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmesi gerektiğini ifade ettik Türkiye sisteminde yargı bağımsızlığında sorunlar olduğu için bunu siyasal rakiplerinize karşı tasfiye amacıyla kullanabiliyorsunuz. Aynı şey cumhurbaşkanına hakaret bakımından da geçerli. Cumhurbaşkanı, bir parti genel başkanı. Daha önce devleti temsil ediyordu, partiden bağımsızdı. Ama şimdi o konumu da yok. Dolayısıyla ona da özel bir koruma yanlış… Biz bunları Doç. Dr. Tolga Şirin’le yazdık ancak bu görüşler ilk kez söyleniyor değil bu görüşler. Venedik Komisyonu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Birleşmiş Milletler Kurumları’ndan kamu görevlerine hakaret bakımından yapılan birçok karar, açıklama ve öneriler var. Dünyanın birçok ülkesinde de kamu görevlerine hakaretten dolayı böyle ağır cezalar söz konusu değil. Avrupa’da da söz konusu değil. Sonuçta “Kamu görevlerine de hakaret cezalandırılabilir ama cezası ve sonuçları bu kadar olmamalı.” diyoruz. Her şeyden önce tek bir sözcük nedeniyle bir kişinin siyasi hayatı engellenebilir mi? Ortada suç da yok ama suç olduğunu varsaysak bile bu olamaz.
“ATALAY KARARI TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK HUKUKİ AYIBI”
Son soru. Kısa, net: Size göre Türkiye’de son dönemde tanık olduğunuz en büyük hukuk ayıbı ne?
“Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay kararı uygulanamaz” diyen ve Anayasa Mahkemesi hakkında suç duyurusunda bulunan Yargıtay kararıdır. Sadece Türkiye’de değil belki dünyadaki en büyük hukuk ayıplarından biridir.
Adalet Sarayları ve Adalet Kavramı Arasında Hukukun Türkiye’deki Patinajı