Kimi “Adalet, geciktiğinde adaletsizlik olur” diyor, kimi “Adalet, herkesin hakkını almasıdır” diye buyuruyor. Adalet herkes için ama asıl güçsüz olanın sığınağı. Ne erdem ne gösteriş, adalet düpedüz hava gibi su gibi bir zorunluluk.
Türkiye’de en çok yara alan, en çok konuşulan kavram adalet. Yargının siyasallaştığı yönündeki tespitler yeni olmadığı gibi son dönemde kamu vicdanını yaralayan pek çok olaya tanıklık edildi. 29. sayısının odağına “Adalet” kavramını alan Fikir Gazetesi, yıllardır hukuk ve adaletin tartışıldığı Türkiye’de dünün ve bugünün sorunlarını uzmanlarla konuştu.
O kişilerden biri de Türkiye’nin uluslararası hukuk alanında en yetkin isimlerinden Rıza Türmen. Geçmişte TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu üyeliği görevi de üstlenen Türmen, 1998-2008 tarihleri arası Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığı yapmıştı.
Çocuk ve adalet, toplumsal infiale neden olan tartışmalı kararlar, hukukun üstünlüğü, “Milli Yargı” meselesi, teğmenlerin yemini, yamalı bohçaya dönen 82 anayasası, Dilan-Engin Polat tahliyesi ve adil yargılamaya yönelik soru işaretleri…
Konu çok, tıpkı Rıza Türmen’in söyleyecekleri gibi…
“YARGI KARARINA SİYASET KARIŞIYORSA SORUN VARDIR”
Geçmişte özellikle kız çocukları kayıp olduğunda cinsel istismar ve öldürme suçunun mağduru olduğu görüldü. Aile meclisidir, töredir, küçük toplumsal kesimlerdeki baskıdır ve kimsenin tanıklık yapmak istememesidir… Herkesin bildiği bir sır, kolektif bir suskunluk hali hâkim olabiliyor bazen. Sorumun hukuki bir yanı olmadığının farkındayım, daha çok toplumsal bir tarafı var. Ama önce bunun hakkında ne düşündüğünüzü öğrenmek isterim.
Evet, bu sosyolojik bir mesele. “Kol kırılır yen içinde kalır” diye düşünülüyor, böyle bir yapı var. Dışarıya karşı kapalı, tamamen içe dönük o yapının içinde kızlara karşı cinsel istismar, ensest yaşanıyor maalesef.
Türkiye’nin çocuğa yönelik şiddet ile ilgili yasalarda bir sorunu var mı?
Yasalarda bir sorun yok. Buradaki problem uygulamadan kaynaklanıyor, toplumun yapısından kaynaklanıyor. Elbette buradan asla “Hukuki mücadeleye gerek yok” sonucunu çıkarmamak lazım. Hukuki mücadele demek, etkili bir soruşturma yapmak demek, etkili bir soruşturma sonucunda faillerin yakalanıp yargı önüne çıkarılması demek… Yargı önüne çıkarıldıktan sonra ise caydırıcı bir ceza verilebilmesi demek. Yargı tüm bunları yapabildiği ölçüde caydırıcı olabilir. Ama işin içine siyaset karışıyorsa orada sıkıntı var demektir. 8 yaşındaki Narin Güran’ın ölümünde kamuoyunun siyasete karşı ne kadar etkili olabileceğini gördük.
“TÜRKİYE’DE HER ŞEY GİBİ HUKUK DA KEYFİ OLABİLİYOR”
AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu’nun Narin’in cansız bedeninin bulunması sonrası yaptığı açıklama çok tartışıldı. “Bizlerin bazen bilmediği, bazen de bilip söylemememiz gereken şeyler var. Çünkü aile de bizim dostlarımız. Konu çok hassas. Onları da çok fazla üzecek bir şey söylemek istemiyoruz.” ifadelerinden söz ediyorum. Ensarioğlu açıklamasının bağlamından koparıldığını öne sürüyor. Bu gibi hassas meselelerde siyaset-adalet ilişkisinin birbirine karışmasına bir örnek mi bu?
Adalet dediğimiz bir ideal, bir sonuç. Evet, adaletin olması lazım ama adaleti sağlayacak birtakım yollar, araçlar var. Nedir o? Hukuk devleti. Bu işlemezse, o zaman adaleti sağlayamazsınız. Bunun için iki temel koşul lazım. Bir; kuvvetler ayrılığının doğru dürüst uygulanabilir olması lazım, yürütmeden bağımsız olabilmesi lazım. İki; yargının bağımsızlığının sağlanması lazım. Bunun sağlanmadığı bir ülkede hukuk devletinden söz edilemez, o zaman adaletten de ümidinizi kesmeniz lazım. Türkiye’de bu iki koşul yerine getirilememiş durumda. Yani yargı yürütmeden bağımsız değil yürütmenin bir kolu olarak görülüyor ve yargının bağımsızlığı yok. Birbirine bağlı zaten bunlar. Bunları sağlamadığınız sürece adaleti de sağlayamıyorsunuz. O zaman kim içeride, kim dışarıda, kim cezalandırılıyor, kim cezalandırılmıyor tamamen keyfiliğe bırakılıyor. Çünkü adaleti sağlayan hukuk devletini gerçekleştiremediğimiz zaman bir kaos doğuyor. Bütün bunların amacı nedir? Bütün bunların amacı siyasi iktidarın hukuk sınırları içinde kalmasını sağlamak. O yüzdendir ki; bu üç erkten, yasama-yürütme-yargıdan en önemlisi yargıdır. Neden? Çünkü diğerlerin sınırlarını çizer.
“Bunu yapamayıp hukuk devletini kuramadığınız zaman onun
yerine keyfilik geliyor” diyorsunuz…
Elbette…
O halde keyfilik ve anayasa suçu kavramlarını da tartışmamız gerekiyor…
Evet, tabii. Onun arkasından da hiçbir şey tanımamazlık geliyor çünkü. Mahkeme kararlarını tanımıyorsunuz, Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımıyorsunuz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını tanımıyorsunuz… İşinize gelen kararları “Uygularım” işime gelmeyen kararları “Uygulamam” diyorsunuz. Bu durum Türkiye’de adaletsizliğin yerleşmesine yol açıyor, yargının çökmesine, yargıya karşı olan güvenin ortadan kalmasına yol açıyor. Bu dehşet bir şey, demokrasiyle de yakından ilintili. Hukuk devleti ve adaleti sağlayamıyorsanız, demokrasiyi de sağlayamıyorsunuz demektir. Maalesef Türkiye’de hepsi birbirinin içine geçmiş durumda. Otoriter rejimler neden hemen önce yargı bağımsızlığını kaldırırlar? Ve bunu takiben basın özgürlüğünü kaldırırlar? Çünkü bu ikisi otoriter rejim için çok tehlikeli unsurlardır. Bu ikisine müdahalede bulunmaksızın diledikleri rejim işleyemez.
Bu sadece Türkiye’ye mi özgü?
Hayır, başka ülkelerde de görüyoruz. Örneğin Polonya’da veya Macaristan’da… Bu ülkelerde de benzer bir durum söz konusudur. Yürütmenin yargıya hâkim olmasını bu ülkelerde de gözlemliyoruz. Yargı kararlarının uygulanmaması elbette hukuk devletinin olmaması ve adil yargılamamanın da yapılamaması demek…
MİLLİ YARGI OLUR MU?
Türkiye, adil yargılamayla ilgili pek çok sorunla karşı karşıya…
Evet. Ve bütün bu hukuksuzluğu meşru kılmak için “Milli Yargı” adı altında böyle tuhaf bir dil terim icat edildi. Adli Yıl Açılışı’nda Yargıtay Başkanı da bunu söyledi, başkaları da söylüyor…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hukuk danışmanı Mehmet Uçum ilk dile getirmişti…
Evet. Böyle bir şey yoktur, olamaz. Bu kavramı yerleştirdiğiniz zaman o zaman yargıyı evrensel değerlerden ayırıyorsunuz demektir. Yani Roma hukukundan bu yana gelen yargının bağımsızlığı, evrensel değerlerini ortadan kaldırıyorsunuz demektir. O zaman “Milli Yargı” demek, yürütmeye tabi, bağımsız olmayan, siyasi amaçlarla kullanılan bir yargı demektir.
Kimi hukukçular Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay için verdiği hak ihlali kararına “yargısal aktivizm” demişti. O zaman bu da mı “Milli Yargı” örneğiydi?
Bağımsız olmayan bir yargı aktif olsa ne olur aktif olmasa ne olur? Tuhaf! Bu doğrudan doğruya rejimle ilgili bir mesele. Mehmet Uçum bir tarafa “Milli Yargı” kavramına Yargıtay Başkanı’nın da sarılması, Türkiye için çok daha vahim bir durumdur.
Yani hukuku, “milli çıkarlara” uydurmak gibi bir sonuç çıkıyor ortaya.
“Milli çıkarlar” dediğiniz elbette iktidarın kendi çıkarları oluyor.
“BENCE İKTİDAR DAHA ÇOK ADALET SARAYI İNŞA ETMESİN”
622 bin metrekare… Adalet Bakanı Tunç, geçtiğimiz günlerde bu rakamı verdi, Ankara’ya dünyanın en büyük Adalet Sarayı’nı inşa ettiklerini söyledi. Bir yandan kamusal vicdanın yaralı olduğu ciddi bir kesim var Türkiye’de. Dilan-Engin Polat davasında da görüldü bu. Adalet arayışı hukuk kurumlarının yüz ölçümünün artışı ile doğru orantılı mı?
Görünüş öyle! Bence iktidar iki şeyi yapmasa daha iyi olacak. Bir, sürekli adalet sarayı yapıp “Biz adaleti sağlıyoruz” demesinler. İkincisi ise adli reformlar ve hukuk reformları…
Neden adli reform yapmasın iktidar?
Sorunuza soruyla yanıt vereyim: Bağımsız olmayan bir yargıyı nasıl reforme edeceksiniz, etseniz ne olacak? Yani bağımsız olmayan bir yargı için yeni binalar yapmanızın ne manası var? Bunlar Türkiye’de yargının bağımsız olmadığının büsbütün göze batırılmasıdır. Kendi içinde çok paradoksal ve bir ironi taşıyor. Bu Nazi Almanya’sındaki hukuk sistemiyle ilgili Ernst Fraenkel’in bir teorisi var, “Dual Sistem” yani ikili sistem diye…
Ne demek bu ikili sistem?
Yani bir normatif, kural koyucu sistem var. Siyasi olmayan davalarda, söz gelimi bir boşanma davasında bu uygulanıyor. Ama dava bir parça siyasi nitelik taşıdığında, o zaman “ayrıcalıklı, imtiyazlı yargı” işin içine giriyor. O siyasi davalar tamamen hukuk kurallarından soyutlanarak karara bağlanıyor. Nazi Almanya’sındaki ikili sistem buydu. Ama neyin siyasi, neyin siyasi olmadığını yine siyasi yargı karar veriyor.
“TÜRKİYE’DEKİ HUKUK SİSTEMİ BİR YÖNÜYLE NAZİ ALMANYASI’NA BENZİYOR”
Türkiye’deki hukuk sistemini buna mı benzetiyorsunuz?
Biraz buna benziyor Türkiye’deki hukuk sistemi. Baktığınız zaman bir parça siyasi veya siyasileri ilgilendiren bir dava olduğu takdirde tamamen bir keyfilik, tamamen bir hukuksuzluk hâkim. Gezi tutuklularının başına gelenleri görüyorsunuz. Tamamen hukuka aykırı bir şekilde insanlar cezaevlerinde çürütülüyorlar. Ona karşılık Dilan Polatlar filan serbest bırakılabiliyorlar. Toplumun bu hukuki çarpıklığı görmemesine imkân yok. Bu adaletsizlik Türkiye’de hukukun ikili sisteme yakın bir sistem olduğunu ortaya koyuyor. Tabi şu soruyu da sormak gerek… Acaba ‘normatif davalar’ dediğiniz hukuk davalarında dahi adalet sağlanıyor mu? Bu sorunun yanıtı bile şüpheli olabilir…
“MEVCUT ANAYASAYI UYGULAMAYAN YENİSİNİ NEDEN UYGULASIN?”
1980 darbesinin üstünden 44 yıl 1982 anayasasının üstünden ise 42 yıl geçti. Anayasa o zamandan bu yana 20’den fazla kez değiştirildi. İktidar anayasa değişikliğini zaman zaman yüksek ses ile gündeme getiriyor. Nedeni, nasılı, oluru olmazı bir yana gerçekten bir anayasanın değişmesi bir toplumu rahatlatabilir mi?
Elbette 1982 Anayasa’sı yerine yeni bir anayasa yapılması ideali ama bu böyle yapılmaz ki!
Niye?
Bir kere anayasayı devamlı ihlal eden bir iktidar olmaması lazım. Yani mevcut anayasayı bile uygulamayan bir iktidarın yeni anayasa yapmasına nasıl güvenebilirsiniz ki? Bunun hiçbir inandırıcılığı yok.
Siyaseten de inandırıcı değil…
Evet, oy bakımından da anayasayı değiştirmek için mecliste yeteri kadar oyları yok. Bütün bunların ötesinde yeni bir anayasa, toplumsal bir sözleşmedir. Yeni bir toplumsal sözleşme… Yeni bir toplumsal sözleşmeyi bütün toplumun katılımıyla yapabilmek lazım. Katılımcı, çoğulcu bir prosedürle… Çünkü anayasayı yapma yolu anayasanın kendisi kadar önemlidir. Anayasayı yapma yolu ve yöntemi demokratik değilse, anayasanın kendisi de demokratik olamaz. Şimdi böyle bir ortam var mı? Topluma sunulmuş bir şey mi var? Başkalarının alınmış görüşü mü? Yok… Kendileri odalarında oturup böyle birtakım hazırlıklar yapıyorlar. Ondan sonra, “Biz bunu çıkarttık, yaptık.” diyorlar. Bu yöntem yanlıştır. Bu yöntemin yanlışlığı elbette anayasanın kendisine de yansır. Anayasa çarpık bir anayasa olur.
TEĞMENLERİN TARTIŞMALI YEMİNİ
Bir başka meseleye, kılıçlı yemini okuyan teğmenlere soruşturma açılmasına bakalım. Bu söyleşiyi yaptığımız 10 Eylül tarihi itibarıyla 40 teğmenin ihraç edileceği öne sürülüyor. Malum sadece Türkiye’de değil dünyanın pek çok ülkesinde katı kurallar ile ordu kavramları birbirinden ayrılmazdır. Teğmenlerin yemini ifade özgürlüğü kapsamında mı? Öyleyse ifade özgürlüğü kışla kapısından hiçbir şekilde içeri girmez mi?
Niye giremesin? Hiç anlamış değilim. Yani askere hiçbir ifade özgürlüğü yok mu?
Kaldı ki bu konuda ifade edilen husus aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin esasları…
İktidar aynı fikirde değil gibi görünüyor…
Ne diyor çocuklar? “Biz Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlıyız” diyorlar. Burada nedir problem? Burada asıl üzerinde durulması gereken mesele 2016 yılında kaç yıllık yeminin niçin değiştirildiği olsa gerek…
Subaylık yeminindeki “Laik, demokratik Cumhuriyet”, “Karşılarında bizi bulacak” ve “Kılıçlarımız keskin ve hazır olacaktır” gibi ibarelerden söz ediyorsunuz sanırım…
Evet. Bu yeminin değiştirilmesine neden ihtiyaç duyuldu? Asıl bunu sorgulamak lazım. Kim değiştirdi bu yemini? O yeminde fark nedir? “Laiklik” çıkarmış mesela. Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir. Anayasasında böyle yazıyor en azından değil mi? Bu anayasadaki laikliği yeminden çıkarmak bence asıl sorgulanması gereken meseledir. “Atatürk’ün askerleriyiz” diyorlar. Niye demesinler? Niye bu görüşü ifade edemesinler? Niye hemen vesayet gündeme geliyor? İktidar kendine güvensiz mi? Neden her şeyden nem kapıyor? Kimsenin böyle bir niyeti mi var? Yok, böyle bir şey…
TÜRKİYE 142 ÜLKE İÇİNDE 117. SIRADA
World Justice Project’in hukukun üstünlüğü endeksi ile ilgili raporunu görmüşsünüzdür. Türkiye 142 ülke arasında 117. Sırada, totalde 0.41 puanı var ve hukuka güven düşüyor. Bu istatistiklerin nasıl bir manası var? Kimin işine yarar, kime rehber olur ya da olur bu sizce?
Vallahi bu istatistikler bence çok önemlidir. Türkiye’de problemin bir parça nedeni de bu istatistikleri önemsememek galiba. Bu iktidar döneminde Türkiye, uluslararası değerlerle ilişkisini kopardı. Tamamen milli ve yerli olunca evrensel değerlerle ilişkinizi kesiyorsunuz. O zaman bu evrensel değerlerin geçerli olduğu devletler topluluğu içindeki yeriniz de güçleşiyor. Avrupa Konseyi’nden atılma ihtimaliniz var. Avrupa Konseyi’nden atılırsanız Avrupa Birliği ile olan bütün ilişkileriniz kesilecektir. NATO içindeki yeriniz sorunlu hale gelecektir vs. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, uluslararası saygın sivil toplum kuruluşlarının istatistikleri, anketleri aslında bir ayna görevi görüyor. Bunlara baktığınız zaman, siz kusurlarınızı görüyorsunuz. Özellikle AİHM kararlarıyla bunları düzeltme imkânı veriliyor. Burada “Hukuk devleti bakımından ne yanlışlar var?” sorusunun yanıtlarını görüyorsunuz. Ve sizden bunları düzeltmeniz isteniyor. Ama siz bunu başka türlü alıp “Ben bu aynaya bakmayı reddediyorum” diyorsunuz. O zaman olmuyor. “Burada ne işiniz var?” denmeye başlanıyor bir süre sonra. Bu anketler de böyle… Bu anketler gayet saygın, uluslararası alanda itibarı olan, kuruluşlar tarafından yapılan anketler. Bu veriler kimseyi rahatsız etmiyor Türkiye’de. Türkiye’nin bu denli hukuk devleti bakımından geride olması, sadece Avrupa’da değil dünyada bu kadar geride olması Türkiye’de hukuksuzluğun hüküm sürmesi çok acı.
Daha önce konuştuğumuzda “Türkiye’de bir hukuk ihlalinden çok bir hukuksuzluk durumundan söz etmek mümkündür” demiştiniz. Evrensel kavramların zedelenmesinin adaletin, hukuk devletinin, yargı bağımsızlığının zedelenmesinin çok büyük bir boşluk yarattığını söylemiştiniz… Bugün baktığınızda özetle ve yine Türkiye’de hukuksuzluk var mı diyorsunuz?
Gerçekten böyle diyorum. Bunun düzeltilmesi lazım. Ama bunun düzeltilmesi dediğim gibi, Türkiye’nin demokratik bir rejimiyle ilgili. Buna geçmeden hukuk devletiyle ilgili sorunların çözülmesi ne yazık ki güç görünüyor.
Adalet Sarayları ve Adalet Kavramı Arasında Hukukun Türkiye’deki Patinajı
Profesör Eser Köker: Medya Hiçbir Zaman Bu Kadar Pornografik Olmadı