Profesör Eser Köker: Medya Hiçbir Zaman Bu Kadar Pornografik Olmadı

Narin bir şey şu çocukluk. Herkesin başından geçen. Kıvrılıp bükülebilir, eğilip yönü değiştirilebilir bir şey. Hangi ellerdeyse onun şeklini alabilir. Bazen almayabilir de. Hayatı devam ediyorsa direneni, dayananı, kendisini dayatanı çok görülmüştür. Fakat kırılgan da. Çıt diye kırılıp dökülebilir. Yaşaması için birilerine mecbur. Uyuyup da büyümesi, tıpış tıpış yürümesi için kendini doğuran ellere muhtaç. Ayakta durması, o ellerin çocukluğun sırtında durmasına bağlı. Bir çocuğun, iki çocuğun, on, yüz, bin çocuğun değil; külliyen çocuk olmaklığın sırtından söz ediyoruz. Çocuklar, kendini kendisi olarak ayakta tutacak ellere dayansa kâfi. Ah, işte o eller! Bütün hikâye onlarda. Kimlerin eline doğuyor çocukluk? Sorgusuz sualsiz içine bırakıldığımız o evler, kimlere ait? Bilirsiniz, ülke de evdir icabında. Toplum da ailedir. Ya da tam tersi. Harcı nasıl karıldı, kumu nereden taşındı, suyu kesik miydi, çatısı, bacası akar mıydı? Kimse sormaz, o evlerin içinde neler yaşandı, o çocuklar nasıl oldu da hayatta kaldı? 

“Gökyüzü gibi bir şey şu çocukluk / Hiçbir yere gitmiyor” demişti Edip Cansever. Lâkin malum, bazısının ömrü çocukluğundan öteye gidemiyor. Yaşadığı tek hayat, çocukluğu olarak kalabiliyor. Narin’i aldılar, yaşadığı tek hayat sekiz yıllık bir ömür oldu. Narin’i kendisinden aldılar, yaşamak zevkinden ve hevesinden ayırdılar. Narin’in hayatını kıvırdılar, eğip büktüler, kırıp döktüler. Hâlbuki nefes onundu. Tıpkı bir ağacın, yapraklarıyla soluduğu hava gibi. Yürüyebilse kim bilir nerelere varacağı bacakları onundu. Tıpkı bir kuşun, kanatlarının tek sahibi olması gibi. Nefesini soldurdular, kanatlarını kırdılar. İçine doğduğu cehennemden ari gülüşü fotoğraflara yazıldı. Hiç de arif olmayan bir Arif’in, cesareti yükselememiş bir Yüksel’in, hiç de salim olmayan bir Salim’in eline doğan, narinliğine düşman oldukları Narin. Çocukluğuyla yeşeremediği ailesinin zırhlarını, yokluğuyla deldi. Şimdi bütün bir ülke, o deliklerin arkasını ve onun da arkasını görmeye çalışıyor. 

Narin, hayatı denizlere karışamamış nehirlerde çürümeye bırakılan kaçıncı çocuk? Bilmiyoruz. 2016’dan bu yana kayıp çocukların kaydını tutmayı bırakmışlar. Kaç kız çocuğu, “Küçüğün rızası var” berbatlığıyla gelin edildi? Kaydı tutulmuş muydu? Tarikat yurtlarında babası, dedesi olacak yaştaki sefillerin elinde çocukluğu zehrolan kaç çocuk var? “Eğitimin amacı Allah korkusudur” yalanını en yüksek mevkilerden ülkeye zerk ederek din ve imanla, Allah’la, günahla, hurafeyle korkutup hayatını hapsettikleri kaç çocuk var? 

Hiç utanıp sıkılmadan söyleyelim mi? Aile dediğimiz kurumun elleri kanlıdır. Hem de çocuğu sadece cinsiyetiyle tahayyül edebilecek kadar kanlıdır; öldürdüğü kız çocuğunun tabutuna gelinlik koyup ona yine aynı cehennemin yani ailenin yolunu tarif edecek kadar kanlıdır. 

80’LER, YENİ MUHAFAZAKÂRLIK VE ÇOCUK DÜŞMANLIĞI

Hep mi böyleydi? Bu ülkede çocuk olmak hep mi korkulan bir şeydi? Sokakta güvenle yürüdüğümüz, evlerimizde huzurla yaşadığımız zamanlar hiç olmadı mı? Neden böyle oldu? Nasıl böyle oldu? İnsan bu gibi zamanlarda sorularına yoldaş arar. Aklının yollarında dolaşırken biri daha olsa, biri ışıkları yaksa der. 

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden siyasal iletişim hocam, Ankara Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezindeki ilk kadın çalışmaları hocalarından Prof. Dr. Eser Köker, o ışıkları yaktı. 

Hocam, hocalığını yaptı ve hemen elime bir kitap tutuşturdu. (Onun, “Kitap okumadan ders geçilmez” ekolünden geliyoruz.) Eser Hocam, Elisabeth Young-Bruehl’ün “Çocuk Düşmanlığı – Çocuklara Karşı Önyargıyla Yüzleşme” kitabına atıflarla ve siyasal iletişimci birikimiyle meselenin düpedüz politik olduğunu anlattı. Konuşmak gerekiyordu zira çocuklara yönelik şiddet, aile kılıfı altına saklanıp konuşulmadığı için başımıza geliyordu. Meselenin kökenlerine gitti önce, dedi ki; “Çocuk düşmanlığının sistematik olarak artmış olması, kadına olduğu gibi çocuğa yönelen şiddetin de artması ve görünmezlik perdesinin arkasına atılması o kadar yaygın ki Narin’in hikâyesi üzerinde yoğunlaşarak anlamaya çalışıyoruz. Yeni muhafazakârlıkla beraber, “80”lerden beri yaygınlaştığını unutmamamız lazım. Yeni muhafazakârlar, “80”lerden sonra aileyi kutsadı. Gizli bir biçimde ifade edilmeye çalışılan her şeyin aile içinde olabileceğine ilişkin bir anlatı… Buna ‘yeni faşizmler zamanı’ diyebiliriz.” Çocuklara yapılıp edilenleri ve sonra unutulup gidenleri anlamaya nereden başlasak diye düşünürken Prof. Dr. Köker, ailelerde ve devletin tüm kurumlarında olağanlaştırılmış şiddete, çocuk düşmanlığına çekti dikkatleri: 

Çocuk düşmanlığının yüceltilmesine izin veren ailenin yüceltilmesinden başlayabiliriz. Çocuk hapishanelerinden bahsedebiliriz. Çocukların ıslah edilmesinden, dayak ve terlik meselelerinin gündelik hayatta olağanlaşmasından bahsedebiliriz. Çocuklar üzerindeki ayrımcılık ve baskı türleri çok geniş bir alana yayılıyor.” 

“ASIL SORUN, SUSKUNLUĞA MAHKÛM EDİLMEK” 

Düşünsenize, çocuk tutukevi diye bir yer var ve bu hepimize nasıl da olağan geliyor. Baklava çalan çocukların yaşadıklarını hatırlayın. “Çocuk işçilik” diye bir şey var. Peki, bunu olağan karşılamayanımız var mı? Şiddet her yerde. “Despotik faşist çekirdek” diyor Eser Hoca. Şefkatsiz, özensiz ve kötücül bir koruma ilişkisi var, çocuklarla toplumun arasında. Fakat toplum, bunun kapatılması gereken bir şey olduğunun da farkında ve “çocukların çok sevildiğine” dair perdeyi ortalıkta dolaştırıyor. Toplum, düpedüz yalan söylüyor. Eser Hoca, çocuk düşmanlığının ülkedeki politikasını anlatıyor: “Aile denen, üzeri şekerlenen, karamelize eden şey, apaçık şiddete yöneliyor. Çocuğun çok sevildiği hikâyesi gibi çocuğun korunması, bu korunmanın aile içi ilişkinin yansıması olarak görülmesi sorun. Çocuklar, eğer hapishanelerde, koruyucu ailelerin elinde, koruyucu evlerde yaşıyorsa; çocuk işçilerin emeği ve hayatı sistematik olarak sömürülüyorsa; kamusal eğitim, üzerinde tepinilecek hale gelmişse bunu ancak politik olarak anlayabiliriz. ‘Sevgi masalı’ bir gerçekliği gözden kaçırmamıza ve konuşamaz hale gelmemize neden oluyor. Bir hekim ‘Aşı yok, Suriyeli çocuklara aşı veriliyor’ diyebiliyor. ‘Ama o çocuklar terörist!’ dendiğini hatırlayın. Çocukların üzerinden şiddetin normalleştirildiği bir dönemdeyiz.

Çocuğu ve kadını sadece aile kavramının içinde anmak, varlıklarını ailesiz düşünememek meselenin politik bamteli belki de. Anne babalar, onların hayatı üzerinde öyle bir söz sahibi ki çocuk doğurmanın adı bile “çocuk sahibi olmak”. Sevgi, bu sahiplik ilişkisinin neresinde? Prof. Dr. Eser Köker aile meselesini, “Yapılacak binlerce şey varken hiçbirini yapmayıp, ‘Aile, ailenin araştırılması, ailenin korunması, hepimiz aileyiz’ dediğimiz zaman çocuk olmanın ne kadar zor olduğunu, onun üzerine binlerce önyargının bindirildiğini anlıyoruz” diye ifade ediyor. Mesele buradan; tıpkı yaşlıları olduğu gibi çocukları da dışlayan, ırkçılık ve mülteci düşmanlığı benzeri bir düşmanlığın adı olan yaşçılığa bağlanıyor. Çocuk düşmanlığının fotoğrafı tamamlanıyor. 

Ne yapmalıyız? Eser Hoca’ya göre, “Çocukların yaşadığı ayrımcılığı apaçık tartışmalıyız. Ensestten başlayarak… Ailenin bu kadar yüceltilmesi, ‘kadın çalışmaları’nın aile çalışmaları içine alınması, çocuk haklarının sistematik ihlali ve gördükleri kötü muamelenin konuşulmaması, suskunluğa mahkûm edilmesi asıl sorun.

“BİZ BİR AİLE DEĞİLİZ” 

Çocukların sesi yok. Büyüklere karşı gelmek hiç olur mu! Eylem koyamazlar. Örgütlenip haklarını arayamazlar. Prof. Dr. Köker, “Narin’le birlikte yaşadığımız, hiç konuşulmayanın bu kadar ayan beyan ortaya çıkmış olmasıdır. Hiç konuşamayacak olana bu kadar yakın durmak bir vicdan meselesinden fazlasıdır” diyor. Fakat ne konuşulduğu da çok önemli. Meseleyi gerçek anlamda gündeme getirmeyi bilmeyen bir medya ile karşı karşıya olunca, Prof. Dr. Eser Köker’in belirttiği “pornografik” manzara çıkıyor ortaya: “Siyasal iletişim alanında 30 yıldır çalışan bir insan olarak canlı yayınlarda duyduğum şeylerden çok üzgünüm… Medya hiçbir zaman bu kadar pornografik olmadı. Bu pornografinin, bu mahrem sınırlara saldırışın adı yayıncılık değil! Konuşuyor gibi yapmak saatler sürdü. Saatler süren şey ırkçıydı, cinsiyetçi ve pornografikti. Aslında konuşulmadığını gösteriyor. Çocuk düşmanlığının ne kadar ağır olduğunu gösteriyor. Bu, çocukluğun istismarıdır.” 

Tavşantepe köyünde her yer olay yeri, diyorlar. Yeter mi? Tüm Türkiye bir olay mahalli. Yeni liberal ekonomik düzende “Biz bir aileyiz” deyip eşitsiz ilişkileri görmeyen, çocukları mülkü zanneden herkes suçlu! Aileyi yüceltirken çocuk düşmanlığını, kadın düşmanlığını, cinsel tercih düşmanlığını, mülteci düşmanlığını görünmez kılan herkes suçlu. Susanlar suçlu, konuşurken pornografik olanlar suçlu. Şimdi artık, çocuk düşmanlığının nasıl politik bir mesele olduğunu görme ve konuşma zamanı. Hiç konuşamayacak olanların hiç görülmemesi meselesini de konuşmalıyız. Okula gitmesi gereken günde mezara giden Narin, içine doğduğu cehennemin yuttuğu ve şimdi Leyla, Pelda diye bir kısmının adını anımsadığımız çocuklar, madde bağımlısı çocuklar, okullar açılmadan iki gün önceye kadar işçi olan çocuklar… Fotoğraf büyük, aile mezarlığına gömülen bitki familyası zengin. Hepsi görülsün, hepsi duyulsun, her şey söylensin. Kapanmasın perdeler! Dökülsün, aile üzerine sürülen karameller. Sokaklarda yürünsün. Ama sadece Diyarbakır’ın değil, tüm ülkede yani olay mahallinde sokaklar konuşsun. Biz bir aile değiliz! Çocukların sahibi değiliz. O çocuklar, kendilerinin sahibi. Bize düşen sadece, sağlıkla, neşeyle, sevinçle, umutla yaşayıp büyümelerine yardımcı olmak.

Türkiye’de Çocuk ve Adalet: 4 Uzman 4 Görüş

Adalet Sarayları ve Adalet Kavramı Arasında Hukukun Türkiye’deki Patinajı