“44. Yılında 12 Eylül Hala Devam Ediyor”

Celalettin Can, Türkiye’de siyasi faaliyetleri nedeniyle birçok kez cezaevine girmiş aktivist, insan hakları savunucusu ve yazar. İlk olarak 1971’de 12 Mart Muhtırası sonrasında tutuklandı, tutukluluğu 2 yıl sürmüştü. 12 Eylül Darbesi döneminde de cezaevine girdi. 19 yıl 5 ay cezaevi mahkûmiyetinin 6 yılını yerin 3 metre altında tek kişilik bir hücrede geçirdi. Can’ın işkence gördüğü toplam sürenin 6 ayın üzerinde olduğu biliniyor. İdamla yargılanan Can bu süreçte ölüm orucuna da girmişti. 

2014’te hükümetin “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun” adıyla başlattığı ve halk arasında “Çözüm Süreci” olarak bilinen müzakere döneminde Akil İnsanlar grubunun İç Anadolu Bölgesi üyeliğini de üstlenen Celalettin Can, 2018’de HDP kongresi öncesi yapılan operasyonla tutuklanan 16 isimden biriydi. 78’liler Girişimi Sözcüsü, gazeteci ve yazar Celalettin Can son olarak 31 Ağustos 2023’te Özgür Gündem Gazetesi Nöbetçi Genel Yayın Yönetmenliği gerekçe gösterilip “terör örgütü propagandasından tutuklanmış, 110 gün sonra sağlık sorunları nedeniyle tahliye edilmişti. Fikir Gazetesi, Celalettin Can ile 12 Eylül’ün 44. yıl dönümünde hem o dönemi hem bugüne yansısını konuştu.

12 EYLÜL’Ü ANLAMAK

12 Eylül Darbesi sizin için ne anlam ifade ediyor?

12 Eylül’ü 1960 ile 80 arasında yaşayan 30 yıllık süreçle beraber düşünmek, tek başına düşünmemek gerekir. 1960 ile 70 arasında dünya hareketlilik içerisine girmişti. Türkiye’de de bu hareketlilik yaşanmaya başladı. Hatta başlarken Demokrat Parti’ye tepki anlamında bir darbe de oldu değil mi?

27 Mayıs darbesi oldu…

27 Mayıs darbesi, diğer darbelerin önünü açtı. Bir yanıyla darbelerin meşrulaştırılmasının koşullarını yarattı. O anlamıyla darbe olumsuzdu. Darbeyi yapanların iradesi dışında bazı demokratik hak ve özgürlükler de tanındı. Kimi hocalar, profesörler de işin içine girmişti. Alparslan Türkeş ve çevresi darbeyi kalıcı yapmayı düşünüyordu. O darbeyi kalıcılık yapmayı düşününce, CHP buna biraz itiraz etti. Ama darbe oldu. İnsanları astık. Görüşlerine katılırsınız ya da katılmazsınız, üç insan asıldı. Ama demin söyledim, 60’lı yıllardan itibaren, toplum ağır ağır devletten kaçmaya başladı. Toplumun ileri kesimlerinden başlayarak, diğer kesimlere değin devlet sınıfından kaçma süreci başladı. Başka şeyler de vardı tabii. 40’lı yılların sonunda Türkiye’de Köy Enstitüleri kapatılmıştı. O enstitülerde yetişen güçlü bir üretim vardı. Tırpalandı… Sonrasında üniversiteler mücadele içerisindeydi. İşçi hakları… Gençlik hareketi 65’li yıllarda itibaren devreye girdi.

“Sol bir bilinç oluşmaya başladı daha o yıllardan” diyorsunuz…

Evet, sol bir bilinç ağır ağır uyandı. Yüzyıllık tarih sadece bir Kemalist tarih değil. Çaba sarf eden, hakka hukuka sahip çıkmaya çalışan, karanlık yıllarda yer altı faaliyet gerçekleştiren sosyalist ve komünistler de vardı. 60’lı yıllarda toplumsal hareketlilik iyice arttı. Köylüler fındık ve tütün mitingleri içerisindeydi. Gençler de o hareketliliğin içindeydi. 71’e doğru gelirken Türkiye’nin egemen sınıfında rahatsızlık baş gösterdi. Onlara göre bu toplumun dinamikleri değiştirilmeliydi.

“TOPLUM YAVAŞ YAVAŞ DEĞİŞTİRİLDİ”

“12 Eylül toplumu hadım etti” demiştiniz. Bu sanırım bahsettiğiniz dinamikleri değiştirme arzusu, planıyla alakalı değil mi?

Evet. Ve toplumun hadım edilmesi meselesi öyle birdenbire değil, yıllara yayılarak parça parça gerçekleşti. O yüzden 12 Eylül’den bahsederken önceki süreci anlatma gereksinimi duyuyorum. Yıllar önce Milliyet Gazetesi’nin arşivine girmiştim. Gazeteleri karıştırırken bir yazıya denk geldim. Amerikan Konsolosluğu’nda bir etkinlik veriliyor, Süleyman Demirel de orada. Demirel’e uygun bir dille gençleri tasfiye etmesi öneriliyor. Demirel de buna “Yerine getireceğiz” şeklinde bir karşılık veriyor.

Bu konuşma ne zaman geçiyor?

1970’in ikinci yarısına, ABD’nin rahatsızlığının ciddi anlamda kendi göstermeye başladığı zamanlara denk geliyor. Ondan üç yıl önce 6. Filo Olayları ile başlayan Amerikan rahatsızlığı 15-16 Haziran 1970’de kendini iyice gösteriyor.

15-16 Haziran’daki İstanbul merkezli eylemleri kast ediyorsunuz değil mi?

Evet. 15-16 Haziran’da hatırlıyorum Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç’ın, siyasi tarihimize nakşolmuş bir teşhisi var. “Sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçti” diyor. Yeni bir darbeye doğru başka bir eğilim gelişiyor. 12 Mart’a… 12 Mart darbesi gelince bir boyutuyla ordu içerisinde bir temizlik yapıyor, bürokrasi içerisinde bir temizlik yapıyor. Ama esas ayağa kalkan, arayışa geçen, kitleselleşen gençlik hareketi, Türkiye’nin dört bir yanında örgütlenen gençlik hareketi de tasfiye edilmeye, ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Ama bir noktaya kadar… Aslında 12 Mart kalıcı olmayı hesaplıyor. Solun üzerine geliştirdiği toplumsallığı kurutup ayağa kalkamayacakları bir noktaya getirmeye çalışıyorlar.

“ABDİ İPEKÇİ, CIA ŞEFİNE SORDUĞU SORU YÜZÜNDEN ÖLDÜRÜLDÜ”

Sizinle tanışıklığımız uzun yıllara dayanıyor. Ama en son Kasım 2005’te söyleşmişiz. O söyleşiden, sizden bir alıntı yapayım. Tam da bu söyledikleriniz, 12 Eylül’e doğru giden süreç ile ilgili. Çünkü orada spesifik bir tarihe, 1978’e değiniyorsunuz. “1978 yılında Türkiye’de darbe örgütlendi. Bizzat Kenan Evren Türkiye’de bir darbe örgütlenmesini emretti. Ondan sonra resmen bir iç savaş şeklinde geçti. Yani belli ölçüde istikrar içerisinde gelişen, kendi haklarına sahip çıkan bir toplum vardı ama böylesi bir toplum ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarına elverişli olmadığı için ABD ve Türk egemen sınıfları çeşitli yöntemler uygulayıp bu muhalefeti bastırmaya çalıştılar. Durduramayınca da darbeyi örgütlediler.” demiştiniz. Buradan devam edelim mi?

Doğru demişim! Bakın, 1974’ten sonra bir hareketlik vardı, çatışma ortamı çok yoktu. Ama büyük bir toplumsallık vardı. Sonra 1 Mayıs 1977 çok önemliydi, alanlardaydık, 42 insan hayatını kaybetti. Bunu, Kanlı 1 Mayıs’ı, Türkiye’deki insanlara yaptırdılar. Bunu ismini veremeyeceğim, ABD’de kaynakları olan, Türkiye’den güvenilir bir gazeteci anlatmıştı. Sormuş, “1 Mayıs’ı siz mi yaptınız?” diye. Yanıt, “Biz yapmaya geldik ama bize gerek kalmamış” şeklinde olmuş.

Sonra peşi sıra katliamlar…

İstanbul Üniversitesi Katliamı (16 Mart 1978), Balgat Katliamı (10 Ağustos 1978), Sivas Katliamı Girişimi (3-7 Eylül 1978), Maraş Katliamı (Aralık 1978) var. Maraş üzerinden sıkıyönetime geçiyorlar. O katliamının bir bedeli de Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Adli İpekçi’dir aslında. İpekçi, o dönemin CIA istasyon şefi Paul Henze’yle görüşüyor. Abdi İpekçi, askerlerin geniş arazilerde bazı sivillere kontrgerilla eğitimi verildiğini öğrenince, Ankara’ya gidip CIA şefine bunu soruyor, bir şey planlayıp planlamadıklarını anlamak için. “Darbe mi yapmak istiyorsunuz, bu neyin hazırlığı?” diye soruyor. Duruma karşı çıkıyor. Henze, İpekçi’ye kendisine gösterilen aynı nezaketi göstermiyor. Sonrasını biliyorsunuz…

“ABD EMPERYALİZMİ İÇ OLGUYDU”

Yani Türkiye’de iç ve dış odakların iç içe geçtiğini ve Amerikan emperyalizminin bir iç olgu olduğunu 12 Eylül öncesindeki katliamlara da katkısı olduğunu söylüyorsunuz…

Aynen. Amerikan emperyalizmi 1950’lerden sonra iç olgu sürecine gitmiştir. Ama özellikle 1978 çok kritik bir yıldır. Gün gün araştırılması gerekir. Bunu darbeye giden sürecin olgunlaşması olarak görmüşlerdir. O dönem siyaset de, merkez partiler de bu çatışma ortamını biraz serbest bırakmışlardır, kontrollü gitmişlerdir. Hani sakalımızı tıraş ederler ama sakal kalır değil de tekrar yerine gelir mantalitesiyle diyelim.

Bu süreçte sola yönelik bir tasfiye olduğu açık olsa bile “12 Eylül’e giderken solun hiç günahı yok mu?” diye soranlar var. Ne dersiniz?

Türkiye’de 60 ve 70’lerde sol hareket çok masum bir harekettir aslında. Kavgalarda hep direnme noktasında durmuşlardır. 71’e gelelim. Sol darbeyi yapmaya çalıştılar ama sol darbenin içine girdiler. Başındaki alıp, bütün subayların kimliğini ortaya çıkarıp, orduyu tasviye ettiler. Ordu içerisinde daha sağcı bir yapı oluşturmaya çalıştılar. Ve gençlerle, yeni nişan gençlerle ortada hiçbir şey yokken. Yani Deniz Gezmiş’ler, silahı sonradan aldı eline… Ben inceledim. Önce solcular ölüyor. Bizimkiler can güvenliği için silahı eline almaya başlıyor. Sonra bu işler büyüdükçe yine katliamlarda hep sağ kesim ötedeydi. 5 bin genç öldü. 3 bin 500’ü solcu. Açıkça ortadadır. 

“BENİ SORGULAYANLAR ‘ÇIKINCA GENÇLİĞİ TANIYAMACAKSIN’ DEMİŞTİ”

12 Eylül yeni bir toplum inşası, dizaynı mıydı aynı zamanda?

Elbette! Türkiye’nin düşüncesini, Türkiye toplumunun düşünce ve davranış kalıplarını değiştirme amaçlı bir operasyondu 12 Eylül. Ben 1984’te sorguya alındım. Gittiğimde gözlerim kapalıydı. Beni alıkoyanlar aralarında fısıldaşıyordu. “Beni niye tutuyorsunuz, kimsiniz?” diye seslendim. Rahat olmamı, bana dokunmayacaklarını, benimle başka bir şey konuşacaklarını söylediler. “Seni tanıyoruz ama daha yakından tanımak istiyoruz” dediler. “Madem konuşup tanışacağız gözümü açın” diye karşılık verdim, açtılar.

Kimlerdi?

Biri Sıkıyönetim Komutanı’nın yardımcısı, diğeri Malatya’dan gelen bir havacı, köşedeki de cezaevi müdürü. Askeri adli müşavirler, 10-12 kişi vs. Çok soru sordular. “Size bir şey söyleyeceğim” dedim. “Biz sosyalist olmaya çalışan insanlardık, devrimci olmaya çalışan insanlardık. Marksizm’den etkilenmiş insanlardık. Ama ne kadar sosyalist ya da Marksist olduğumuz tartışılır” dedim. “Siz demokrasiyi uygulayabilseydiniz, biz pekâlâ o demokrasinin derinleşmesi için açılan ortamı çok rahat değerlendirilebilir, bu demokratik hareket çerçevesinde bir gelişme yakalayabilirdik; sonuçta demokrasi kabul görür ve bu kadar insanın ölümüne yol açılmaz, böylesi facialar olmazdı. Bunu niye yaptınız?” dedim. Bana “Sizin yurtseverliğinizden, ülkenin değerlerine bağlı olduğunuzdan, hiç kimsenin adamı olmadığınızdan eminiz.” yanıtı verdiler. “Peki niye bunlar oldu o zaman?” diye karşılık verdim. “Çok cüretkardınız, nereye varacağınız belli değildi” dediler. Şaşırtıcı derecede saygılı davranıyorlardı. Sonra şu kilit cümle çıktı ağızlarından: “Hapisten dışarı çıktığında gençliği tanıyamayacaksın, o gençlik de seni tanımayacak. Biz toplumu değiştireceğiz, yeni bir kimlik vereceğiz, yeni bir tohum ekeceğiz” Bunları duyunca ilk tepki “Yeni tohum Amerikan görüşüdür, Amerikancısınız siz” dedim.

Pinochet’nin devirdiği Salvador Allende’nin son konuşmasında da geçer bu tohum meselesi. “Binlerce Şilili’nin asil vicdanına ektiğimiz tohum sonsuza kadar yaşayacak.” der.

Evet, Şili’nin asil vicdanına ektiğimiz tohum sonsuza kadar yaşayacak lafı…Tabi ben bunlara “Siz Amerikancısınız” deyince güldüler, kendi aralarında gırgır geçtiler. Amerikan dış politikasının bir parçası olmuşlardı halbuki. Amaç toplumu değiştirmekti. Bunu başardılar. İşte asıl darbe buydu. Sonraki gelişmelere bakalım. Söz gelimi, Turgut Özal’ın 24 Ocak ekonomi kararlarına…

“12 EYLÜL TEMEL UNSURLARIYLA BUGÜN HALA SÜRÜYOR”

12 Eylül hala devam ediyor mu?

Ediyor abi! 1980 darbesi üzerinden 44 yıl geçti. İnan bütün temel unsurlar da sürüyor. 12 Eylül, devlet ruhunun davranışıyla sürdürülüyor. Siyasi parti yasası, seçim barajı yasası, sendikalar yasası… İnan 12 Eylül bir kavram olarak devletleşti Türkiye’de. Onun yasal temellerini oluşturan 600 yasa 1980 ile 1983 yılında yapıldı. Bu 600 yasa hala günümüze kadar sürüyor. Üstelik daha ağır baskı yasaları ve yönetmeliklerle birleştirilmiş haliyle. Bu ülke, inanın 44 yıldır darbe yasaları ve yönetmelikleriyle yönetildi. Hele son 15 yıldır, giderek ağırlaşan bir tablo var. Kendi koydukları kuralları bile tanımayan tekçi, pragmatik, faydacı, düşünce kalıplarıyla yönetilen bir ülke. 1983 ile 2000’ler arasında ne oldu biliyor musun? 1983’ten 2000’lere kadar sözde sivil hükümetler, milli güvenlik rejimi çerçevesinde iktidarı darbe rejimine karıştırdı. Toplumun her kesimine dönük resmi şiddet dalgasına karşı… Özellikle Batı’da toplumsal muhalefetten yana bir dayanışma hattı oluşturulamayınca, itaatkar ve tepkilerle bastırılmış bir toplum modeli ortaya çıktı. Muhalif kesimler parçalanmış ve birbirinden bağımsızlardı. 12 Eylül rejiminin kapattığı partiler…  1991’i hatırla. Kürt muhalefetinin desteğiyle SHP hükümet olmuştu. Sonrasını biliyorsunuz…  Demokrasi programını askıya aldılar. Klasik partilerin demokrasiye ihanetinin bedeli, hakikaten 70’de de doldu, ağır oldu. Sistemden umudunu kesen seçmenler daha sonra siyasal İslam’a yönelmeye başladılar. Zira siyasal İslam’ın önü 1980’lerinin başında ABD tarafından açılmıştı. Darbeciler Türkiye’yi ABD’nin kuşak politikasına eklemledi. Türk-İslam Sentezi ismi veren, özünde milliyetçi ve mukaddesatçı dokuya sahip bir ideolojiyi topluma dayattılar. Artık rejimin cumhuriyetçi, laik, demokratik sosyal hukuk devleti olduğu tartışılacaktı. Daha doğrusu tartışmalı hale getirilecekti. Öyle de oldu. Özünde Türkiye’de 1983’ten 2000’lere iktidarıyla, muhalefetiyle bütün siyasetçiler tırnak içinde 12 Eylül darbesi rejimi ile iş birliği içinde oldular, sanki bu ülkede hiç 12 Eylül Darbesi olmamış gibi davranarak…  Siyasi krizle, hukuki krizle, ekonomik krizle, insani krizle, ekolojik krizle, sosyal krizle, diplomatik krizle, kültürel krizle… Bugün hala 12 Eylül etkisini gösteriyor maalesef…

Adalet Sarayları ve Adalet Kavramı Arasında Hukukun Türkiye’deki Patinajı

12 Eylül’e Giden Yolda Neler Yaşandı?