Dr. İsmail Sarp Aykurt’un kaleme aldığı ve 2023 yılında yayımlanan “Sporun Alternatif Tarihi: Rutin, Ritüel, Reddiye” kitabı, sporun tarihini burjuva egemenliği altındaki işçi sınıfı perspektifinden ele alıyor.
Spor içerikli çalışmaların çoğunu, söz gelimi işçi sınıfının iktidarı elinde bulundurduğu reel sosyalizm deneylerinde başarılan toplumsallaşma, eşitlik ve dayanışma gibi beşeri ve kamusal nitelikleri öne çıkarmak yerine burjuva ideolojisinin yeniden ürettikleriye sıkışmış kaldığını söylüyor Dr. Aykurt. Ona göre yıllarca sadece “Karanlık dehlizler, gri alanlar ya da dipsiz kuyular” tarif edildi. Sporun alternatif tarihine ışık tutma ihtiyacı işte tam buradan geliyor. İsmail Sarp Aykurt, ıskalanan alternatif bir tarihi tarif ederken bilmediklerimizi ya da bize gösterilmeyip gizlenenleri tartışma konusu haline getirmeye çalışıyor.
Kitabın önsözünde “Kısaca, egemen spor ideolojisinde rutin olanın, yine egemenlerce ritüele dönüştürülenin, sınıfsal bir reddiyeye ihtiyaç duyduğu aşikârdır…” ifadelerine yer veren İsmail Sarp Aykurt, spor gazeteciliği ve spor iletişimi konularında aktif bir isim.
Fikir Gazetesi 30. sayısında, sporun ideolojik ve sınıfsal boyutunu, değişen spor kültürünü, spor felsefesini ve elbette bu kapsamlı çalışmayı İsmail Sarp Aykurt ile konuştu.
“BAŞKA BİR DÜZENDE SPOR MÜMKÜN”
“Sporun Alternatif Tarihi / Rutin, Ritüel ve Reddiye” kitabının ismi bile tek başına spora bakışınıza dair çokça fikir veriyor. Okuyucuya ne vadediyorsunuz bu kitapta, ne anlatıyorsunuz?
Kitabın içeriğine bakıldığında sporun şu anki anlamının dışında var olan başka bir boyutu olduğunu ortaya çıkarmaya çalıştım. Başka bir düzlemde, başka bir düzende, başka bir açıdan baktığımızda farklı bir spor anlayışının mümkün olabileceğini göstermeye çalıştım. Bunun için de ‘alternatif’ kelimesini kullanmaya çalıştım. Aslında bir seçeneğimiz yok değil ancak bu seçeneği zorlamıyoruz ve kapitalist/liberal yol dediğimiz çizgide spor ahlakının, sporun kendi içerisindeki bütün sınırların girift haline döndüğünü aktarmaya çalışıyorum. Kitabın alternatif bir rotayı işaret etmesinin kastı budur. Başlıktaki ‘rutin’ artık sporun bilindik ögelerinin bilinen haliyle hiç değişmeden kullanımına, ‘ritüel’ gösteri toplumuna referansken ‘reddiye’ ile bunların topyekûn yırtılabileceğinin de mümkün olabildiğini göstermek amacıyla kullandım. Metnin içerisindeki makalelerle birlikte okunduğu zaman bunun bir ‘reddiye’ üzerine inşa edildiği görülebilecektir. Aslında vermek istediğim mesaj çok netti: Sporun farklı bir alternatifi olduğu ve bu farklı alternatifi verebilmek için farklı bir şey denemek gerektiğini ve spor ahlakını/ahlaksızlığını göstermekti.
“SPORUN SİYASETLE ÇOK İLGİSİ VAR!”
Kitap hem sosyalizme hem sporun ideolojik ve sınıfsal boyutlarına derinlemesine değiniyor. Bu pencereden bakarken sizi en çok zorlayan, düşündüren kavramlar neler oldu?
Spor başlı başına meşakkatli bir alan. Çünkü insanlarda uyandırdığı anlam farklılaşabiliyor. Mesela bir kişiye ‘spor’ denediğinde bunu spor yapma ya da bunu kültürel olarak yerine getirme edimi anlaşılmıyor. Zaten oldukça sedanter (EN: fiziksel aktivitenin hiç olmadığı ya da düzensiz olduğu bir yaşam tarzı) diyebileceğimiz hareketsizliğe alıştırılmış bir toplum içerisindeyiz. Sporun politikliği ve siyasi olaylara asla bulaştırılmaması gereken bir şeymiş gibi konuşulması mücadele etmem gereken bir düşünceydi. Bunu esas alarak oluşturdum kitabı. Alternatif ülkelerin, özellikle reel sosyalist ülkelerin, yapmaya çalıştığı şeyleri kendime kılavuz edinmeye gayret ettim. Çünkü farklı bir örnek oluşturuyorlar tarihte. Olimpiyatları çok daha fazlasına emekçi bir topluma hitap eden ‘işçi olimpiyatları’ oluşmuş. Hem de hiçbir para unsuru olmaksızın… Bunlar ideolojik şeyler. Siyaseti dışarda bırakamazsınız. Bunların dışında burjuva olimpiyatların (şu an düzenlenen) farklı bir amaçla ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Tamam Atina’ya kadar gidiyor kökleri ama o zamanlar da zeytinyağı veriliyordu kazananlara. Sporun ideolojik bir etkisi olduğunu çok net olarak söyleyebilirim. Spor başta bir kültürel normlar silsilesi ama biz bunu halk olarak içselleştirememiş durumdayız. Halbuki bu bir toplumsal olgudur, halkla iç içe olmalıdır ama biz zaman bulursak ilgileniyoruz. Bunun ekonomiyle, siyasetle elbette ki bir ilgisi var.
Sosyalist dönemler ve ülkelerde sporun toplumsal dönüşüm aracı olarak kullanılmasından bahsediyorsunuz. Bu deneyimler bugünkü spor kültürüyle karşılaştırıldığında, sporu toplumsal değişimin bir parçası olarak yeniden inşa etmek gerçekten mümkün mü?
Sovyetler Birliği’nde bu süreç böyle kullanılmıştı. Sosyalist, 90 sene yaşamış bir ülkeden bahsediyoruz. O yüzden Alman Demokratik Cumhuriyeti’ne ya da Küba’ya göre en iyi örneği oluşturuyor. Bu ülkede sosyalizm inşa edilirken ikili bir süreç var. Birincisi siyasi devrim, ikincisi toplumsal devrim. Bunu yaparken nesnellikler farklı oluyor. Orada toplumsal bir araç olarak kullanmış Sovyetler Birliği. Ne için kullanmış? İnsanın bedeninin eğitilmesi ve ülkesini savunması için kullanılmış. Burada da kolektif bir şekilde tribünlerde bir araya geliyorsun mesela ama biz kendi takımımızı tutmayı başkasına düşmanlık etmekten beslenerek yapıyoruz. Bu sadece düşmanlığı körüklüyor. Örneğin ülke farklı bir politikayla bu gibi sebeplerle olimpiyatlara girmezken daha sonrasında yine farklı bir politikayla olimpiyatlara katılmaya başlıyor. Bunun ayrı bir sosyalist ülkeler nasıl olur da burjuva diye tarif ettikleri olimpiyatlara katılır diye çok ayrı bir tartışması var…
SOSYALİST ÜLKELER, SPORDA MİLLİYETÇİLİK VE KÜLTÜR
O halde olimpiyatlar ve uluslararası spor organizasyonlarından bahsedelim… Bu organizasyonlar genellikle milliyetçilik ve bireysel başarıyı ön plana çıkarıyor. Sosyalist sistemler, sporun bu yapısını dönüştürmeye çalışmış mıydı?
İşçi olimpiyatlarından bahsettik örneğin. Spartakiad isimli Sokol isimli sosyalist ülkelerin kendi içerisinde birbirine sporcu gönderdikleri, işçilerin dayanışma amacıyla bir araya geldikleri kültürel bir form yaratmışlardı ve spor yapıyorlardı. Burada herhangi bir kapitalist nüve bulunmuyordu. Spartak, Dinamo, Vodnik gibi isimli takımların çoğu belli bir çalışma grubunun, belli bir iş örgütlenmesinin, belli bir meslek dalının bir araya gelmesinden doğmuştur. Çoğu zaman amatör oldukları için katılmamışlardır Sovyet sporcular olimpiyatlara. Tabi daha sonra bu fikir değiştiriliyor. Mesela, Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin doğum koşulları Sovyetlerden farklı. Bu sebeple oradaki sporcular ‘Bizim ülkemiz iyi tanınmıyordu ve olimpiyatlara katılırsak bizi bu açıdan besler’ diye düşünüyordu. Kendince haklılaştırmış olabilir elbette. Belki Sovyetler şunu düşünmüştür: ‘Evet biz kendimizi, kendi düzenimizi kapitalist ülkelerden daha iyi göstermenin bir yolu olarak onlardan daha çok madalya kazanmak suretiyle olimpiyatlarda gösterebiliriz.’ Ancak bu fikirle gidersen bozulursun.
“TÜRKİYE’DE SPOR VE OLİMPİYAT GEÇ GELİŞTİ”
Ama işe yaradı. En çok madalya alan ülkeler arasında Sovyetler Birliği de Demokratik Alman Cumhuriyeti de hala ilk 10 sıra içinde yer alıyor. Hem de kısa süreli varlıklarına rağmen…
Evet, baktığınız zaman gerçekten bir başarı var. Ben bundan keyif alırım. Örneğin 1972 Olimpiyatlarında ‘Asla yenilemez, mağlup olamaz’ denilen Amerika Basketbol takımı rüyası sona erdi. Çünkü Sovyetler Birliği yendi. Amerika madalyayı reddetti bu arada… Çok seçkin ve iyi sporcular yetiştirmek zaten madalyayı beraberinde getirir. Çünkü bilimsel ölçekte yaptıkları uygulama doğru. Bizde ise işler hep birbirine eklenerek yapılıyor. Plan yok program yok. Cumhuriyet dönemini ayrı tutuyorum tabi ama Türkiye’deki spor ve olimpiyat geç gelişmiştir. Cumhuriyet bize planla programla ilerlersek bunun karşılığını alabileceğimizi ilkesel olarak göstermişti ama madalya alalım almayalım biz bunun gerisinde kaldık.
“FUTBOLUN METALAŞMASI KAÇINILMAZDI”
Kitapta vurguladığınız bir başka husus kapitalist sistemin sporu metalaştırıp ticarileştirdiği ile ilgili… Buna şaşırmalı mıyız yoksa bu süreç normal ve beklendik miydi?
Evet, bu bir rota sorunu. Evet kapitalist sporun ortaya çıkardığı şeylerde bencillik, bireysellik, sponsorlaşma (metalaşma) yer alıyor ama biz bu döneme ilk zamanlarda gelmedik. Sanayi Devrimi ile birlikte ortaya çıkan işçi sınıfı olduğu zamanlarda futbol henüz ele geçirilmemişti örneğin. Çünkü futbol bir işçi sınıfı oyunuydu. Futbol, Cambridge Kanunlarıyla İngiltere’de kurumsallaştı. İlk zamanlarda çürümenin boyutu bu şekildeydi ama dediğiniz gibi rotanın buraya geleceğini tahmin etmek zor değildi. Bunu kim dengeler karşıt güç olarak? İşçi sınıfı aktör olursa dengeler. Ama bu olmadı ve futbol başka bir iklimin içerisine hapsoldu. Takımları Katarlılar satın aldı, FİFA para aklama merkezi haline geldi, paranın hakimiyeti hüküm sürmeye başladı.
“SPORU ENTELEKTÜEL BİR ALAN OLARAK ALGILAYAMIYORSAK CAHİLİZ”
Spor sadece fiziksel bir aktivite değil, aynı zamanda felsefi ve ideolojik bir olgu. Siz de kitabınızda buna işaret ediyorsunuz. Bugün sporun felsefi boyutu ihmal mi ediliyor? Bunun yeniden kazandırılması için izlenebilecek bir yol, bir adres var mı? Mesela akademi?
Akademide ya da daha başka kurumlarda bunun bir yolunun kalmış olduğundan emin değilim. Hangi felsefeyi öne çıkardıklarıyla alakalı olabilir tabi. Ortaçağ karanlığında bakıldığında spor şeytan işiydi ama aydınlanmayla, devrimlerle beraber felsefesi değişti. Bu felsefi inancın Türkiye’de verilebilecek seviyede olduğuna inanmıyorum. Ama bunun kültürel bir bağlantısı da var. Biz beden eğitimi derslerinde test çözüyorsak, eşofmanla gitmiyorsak, bu dersi ders değil boş ders olarak görüyorsak… Spor bize entelektüel bir alan olarak gelmiyorsa, kültür yoksunuyuz demektir. Bu da ayrı bir ekonomik külfet tabi. Devlet bu tarafında yok çünkü işin sadece görünen kısımlarında var. Yapması gerekenleri yapıyor sadece.
“Hayallerde kaldı” diyebilir miyiz yani?
Bu toplumda şu an için bazı şeyleri yapmanın bariyerle karşılaşabileceğini görüyorum ama bir mücadele veriyorsunuz olması için. Bu mücadelede bazı şeyleri talep etmek zorundasın. Eğer bu sistem içerisinde yol alabileceğimiz bir alan varsa (örneğin Metin Kurt’un mücadelesi) onu kullanmalıyız. Bu ne bitmiş bir kitap ne de her şeyi doğru söyleyen bir kitap ama değiştirme iddiasında bulunan bir kitap. Sporu biz yorumluyoruz hep oysa aslolan onu değiştirmek biraz da…
“SPOR HEM İNSANA AİT BİR UZUV MİSALİ HEM BİLİMSEL BİR OLGU”
Son soru. Bir spor yazarı olarak, kişisel spor deneyimlerinizin bu kitabın oluşumuna nasıl bir katkı sağladı? Antrenörlük yaparken ya da basketbol oynarken spora dair hangi toplumsal ya da ideolojik çelişkilerle yüzleştiniz ki bu kitabın oluşmasına yol açtı?
Ben, ailede profesyonel futbol oynamış ve babamın özel olarak basketbola yönlendirmesiyle sporun içine giren bir insanım. Babamın bize tavsiyesi, ‘Profesyonel olmak zorunda değilsin ama bunu kültürel olarak alın’ şeklindeydi. Yarın bir gün büyüdüğümüzde kafanda yapmak istediğin şeye ayaklarının gitmediğini keşfedeceksin. Bu kaygılarla ben tutundum bu alana. Ama spor yaparken şunu fark ettim. Spor bizim ülkemizde birçok insan için tu kaka bir alan olarak belli bir yere sıkışmış bir şey gibi gözüküyor. Halbuki insanları bu kadar etkileyen, bağlayan, stadyuma götüren, kapalı spor salonuna götüren kimi zaman gündemi belirleyen bir olgunun kültürel, ideolojik bir yönü vardır. Kendi içerisinde parkede yaptığım ve izlediğim şeyden esinlenerek onu araştırmaya odaklandım. Bunun spor gazeteciliği kısmı da var benim için. Oradaki çelişkileri de gördüm. O yüzden ‘Benim burada ‘entelektüel şiddet uygulamam lazım’ dedim. Çünkü spor bilimsel bir şey. İnsana ait bir uzuv gibi… Başka şeyler görmeye başlayınca (futbolda da baskette de voleybolda da) başladım. Doğrudan öğrencisi olmasam da kitaplarının öğrencisi olduğum Kurthan Fişek hocamızın da çok etkisi oldu bu sürece…