Tuğla Çekilsin Duvar Yıkılsın: Narin Güran Cinayeti ve Yansımaları

Narin Güran cinayeti, soruşturma süreci, aile üyelerinin çelişkili ifadeleri, köyün sessizliği… Olay neresinden bakılırsa problemli, arızalı. Yaşananlar Türkiye kamuoyunda din, ahlak, aile, adalet, güvenlik, eğitim kavramlarının bir kez daha sorgulanmasına yol açtı. Tarikat, cemaat ve aşiret yapılanmalarına dikkatleri çeken olay, çocuk ve kadın cinayetlerine isyanı kitleselleştirdi. 

Olayı ve yansımalarını, sosyolog Dr. Engin Önen ile konuştuk. Güran ailesi profilini sorduğumuzda “aşiretin stratejik önemi” üzerinde duran Önen, “Aileden çok, bir üst birlik olan aşiret ve geniş aile ön planda” diyor. Böyle olunca aşiret için birey, hele ki çocuk ve kadın feda edilebilir hale geliyor. “Bu aile belli ki çok sayıda suça karışmış ama devlet – aşiret ittifakı olduğu için sorun yaşamamış” diyen Dr. Önen, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Aile müessesesi hedef alınıyor” şeklindeki çıkışını buna bağlıyor: 

“Erdoğan’ı rahatsız eden olayın, aile kurumunun hedef alınması olduğunu sanmıyorum. Çünkü fail konumundaki aile, zaten aile kurumunu korumuyor. Bu anlamda Erdoğan’ı rahatsız eden ve bizim bilmediğimiz bilgiler var bu olayda.”

Çocuk gelinler, çocuk ve kadın cinayetleri, taciz ve tecavüz vakalarını modernleşememe sıkıntısı olarak açıklayan Önen, aşiretler gibi tarikatların da iktidar tarafından ittifak ortağı görüldüğünü, bu kültürün devlet desteğiyle yayıldığını anlatıyor. Hulusi Akar’ın dediğinin tam tersi bir çareye işaret ediyor: “Tekrar ve yeniden bir aydınlanma sürecine ihtiyaç var. Eğitim, Hulusi Akar’ın dediği gibi çocuklara ve gençlere Allah korkusu yerine aklını kullanma becerisi vermeli.”

“AİLEDEN ÇOK, ÜST BİRLİK OLAN AŞİRET ÖN PLANDA”

Diyarbakır’daki Narin cinayeti, bir yanıyla kördüğüme dönüşen sırları nedeniyle toplumda polisiye ilgi yaratırken öteki yanıyla aile kavramını sorgulatıyor. Söze Güran ailesinden başlarsak göründüğü kadarıyla nasıl bir aile profiliyle karşı karşıyayız?

Evet, haklısınız, bir yanıyla magazin ama öte yanıyla da bugüne kadar görülmemiş bir çocuk cinayeti. Ülkemiz ne yazık ki, çocuk ve kadın cinayetlerini olağanüstü yoğun yaşayan bir yer. Bunun kanıksanacak bir tarafı yok. Ancak Narin cinayeti diğerlerinden çok fazla ilgi çekti. Medyadan izlediğimiz aile, farklı bir aile. Aileden çok, bir üst birlik olan aşiret ve geniş aile ön planda. Birey, aile ve aşiret hiyerarşisinde aşiret, diğerleri üzerinde çok baskın ve burada aşiret için birey feda edilebilir bir varlık. Yoğun bir aile yası izlemek yerine yoğun bir şekilde cinayeti örtme çabası öne çıkıyor. Geleneksel değerler ve töre, adeta aile, çocuk sevgisi ve insan haklarını ihmal etmeyi beraberinde getiriyor. 

Bu cinayet erkek egemen kültürün ürünü ama anne ve diğer kadın akrabaların da işin içinde olduğu görülüyor ve sesleri çıkmıyor. Bunun Güneydoğu’da çok örneği var. Bu nasıl açıklanabilir? Kişiliklerini feodal sisteme mi sunmuşlar? Annelik kimliği nasıl oluyor da o sisteme devredilebiliyor?

Bu cinayet, bir suçu veya aşirete zarar verecek bir sonucu örtmek için işlenmiş gibi gözüküyor. Ama basına ve ifadelere yansıyan haberlere bakınca aile üyeleri zaten çok sayıda kriminal işin içinde. Yüzlerce kovan mermi, uyuşturucu vs. sadece duyduklarımız. Hatta güvenlik görevlileri o kadar kanıksamış ki hiç bunlar üzerinde durmuyor bile. Dolayısıyla aile üyeleri böyle bir ortamda sosyalleşiyor ve değerler sistemini ona göre inşa ediyor gibi. Çocuklar ve gençler böyle bir ortamda yetişiyor. Aile veya aşiret kararları tartışılmıyor, uygulanıyor. Birey bu yapı içinde eriyor. Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde daha yaygın bir yapı bu. Cumhuriyetin tasfiye etmeye çalıştığı ama başaramadığı, daha sonra popülist iktidarların da ittifak yaptığı bir yapı. Galip Ensarioğlu’nun ve aile bildirisinin verdiği mesaj da bu zaten: ‘Aşiretin stratejik önemi.’ İnsan, kültürel bir varlık. İnsan, modern toplumda birey. Binlerce yıllık kültürel miras, ta İbrahim’in oğlunu kurban etmeye kalkmasına kadar gider. Çocuk ve kadın, böyle bir kültürde çok kolay feda edilebilir. Anne acısı da böylesi bir ortamda farklı bir özellik gösterecektir haliyle. Çok kadınla evlilik suç olduğu halde, buralarda örnekleri halen bulunmaktadır. 

“ERDOĞAN’I RAHATSIZ EDEN, BİZİM BİLMEDİĞİMİZ BİLGİLER VAR”

İnsanların özellikle sosyal medyadaki tepkisi o kadar büyüdü ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Aile müessesesi hedef alınıyor” dedi. Toplumun en küçük birimi diye belletilen aile, siyaset mekanizması için neden önemli? Neden cumhurbaşkanı bu kurumu savunmak zorunda hissetti kendini?

Aynen öyle. Hiçbir cinayette kamuoyu duyarlılığı bu denli artmamıştı. Ortaya çıkan cinayetler ve faili meçhul cinayetler ülkesi burası. Ancak medya ve sosyal medyanın etkisi bunu çok etkili bir şekilde kamuoyu gündemi yaptı. Muhafazakâr siyaset için aile ve din, önemli kurumlardır. Dünyanın her yerinde bu böyle. Ancak bizdeki iktidarın, muhafazakârlığı aşan bir töreci anlayışı var. Çünkü iktidar da adeta töre kurallarına göre işliyor. Böyle olunca aşiret ve mafya, iktidar ile aynı dili konuşup aynı yöntemleri benimsiyor. 

Erdoğan’ı burada rahatsız eden olayın, aile kurumunun hedef alınması olduğunu sanmıyorum. Çünkü fail konumundaki aile, zaten aile kurumunu korumuyor. Bu anlamda Erdoğan’ı rahatsız eden ve bizim bilmediğimiz bilgiler var bu olayda. Nitekim kolluk ve güvenlik birimlerinin oynadığı rol, aile üyelerinin izlediği yanıltma stratejileri, bazı resmi kurumlardan ve profesyonellerden yardım aldığını gösteriyor. Telefon kayıtlarını silen program kimin aklına gelir mesela? Jandarma kamera kayıtlarına günlerce neden bakılmaz ya da… Yani bu aile belli ki çok sayıda suça karışmış ama devlet-aşiret ittifakı olduğu için bunlarda sorun yaşamamış. Bu izlenim Erdoğan’ı rahatsız ediyor sanırım. Uğur Mumcu cinayetinde, eşi Güldal Mumcu’ya dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın, “Bir tuğla çekersek duvar yıkılır” ifadesi halen geçerliliğini koruyor besbelli. Erdoğan veya resmi herhangi bir yetkili, bir tuğla çekmek istemiyor.  

Ailenin tartışılması, gerisinde Türkiye’nin toplumsal hafızasındaki pek çok olumsuz olayı barındırıyor elbette. Bu olay artık bir bamtelidir, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, denebilir mi yoksa bir süre sonra Narin de unutulup gidecek mi?

Eğer kamuoyu tepkisi oluşmasaydı kesinlikle Narin cinayeti faili meçhuller listesine eklenecekti. Bir ayı geçti, halen de net bir sonuç yok ortada. Bir yazımda, “Yeni bir Susurluk mu?” başlığını kullandım. Karmaşık ilişkilerin deşifre olmaması için büyük çaba var. Ancak gazeteci ve hukukçular olayın üzerine gidebilirse önemli bir milat olabilir. Daha önce de söylediğim gibi bireysel sapkınlıkla açıklanamayacak kadar çok fazla kadın ve çocuk cinayeti işleniyor. Bu, ülkemizin en can yakıcı sorunlarından biri. Bir sosyolojik mesele. Ancak çok cinayet olması, bir yandan da sanki bu olayı sıradanlaştırıyor. Alışmamak, olağan görmemek ve gündemde tutmak lazım. 

“KADIN CİNAYETLERİ DAHA ÇOK BATI’DA VE KENTLERDE”

Çocuk ve kadın cinayetlerinin sebebi tartışılırken köy, taşra, kırsaldaki feodal yapıyı sebep gösteren bir kesim var. Hatta Türkiye’nin doğusunu kast ederek meseleyi bölgesel görenler var. Mevzu taşrada ve belirli bir bölgede mi odaklanıyor, öyleyse kentlerde yaşananların ne yapacağız?

Bu konuda bazı araştırmalar yapan sosyolog arkadaşlar oldu. Şu anda veriler aklımda değil ama önyargılarımızla akla ilk gelen, çocuk ve kadın cinayetlerinin kırda ve geleneksel alanlarda olduğu yönündedir. Oysa özellikle kadın cinayetleri daha çok Batı’da ve kentlerde işleniyor. Çünkü kadın, kentte daha özgürleşiyor. Kendi kararını kendi verebiliyor. Kiminle evlenecek, ne iş yapacak, istediği zaman boşanacak, istediği zaman erkek arkadaşından ayrılacak… Bunlar modernleşme belirtileri. Kadın birey oldukça geleneksel olanın ve törenin ya da ataerkilliğin, nasıl adlandırırsak adlandıralım, daha çok tepkisine yol açıyor. Kadın cinayetlerinin nedenleri ve faillerinin nedenleri daha çok “moderniteye isyan” diyebileceğimiz bir tarza bürünüyor. Geleneğin hüküm sürdüğü veya kırsal özellik taşıyan yerlerde bu çelişki çok zayıf kalıyor. Bu olaylar da daha az yaşanıyor. Bu çerçevede Narin cinayeti, işlenmesi bakımından genel eğilim olarak kadın cinayetlerine uygun bir örnek değil.  

Türkiye’de çocuk ve kadın cinayetleri, taciz, tecavüz vakaları neden önlenemiyor? 

En üst ve kavramsal düzeyde bakınca modernleşememe sıkıntısından. Hemen akla şu gelebilir. Modern toplumlarda cinayetler işlenmiyor mu? Aynı şey değil. Amerika’da, Avrupa’da da çocuk ve kadın cinayetleri var ama nedenleri bakımından anomik veya sapkın cinayetler bunlar. Okul veya kiliseyi otomatik silahla tarama veya seri katil tarzında sapkın olaylar daha yoğun. Bizde kadının değeri konusunda halen ciddi geleneksel anlayış ağır basıyor. Eğitim, din ve hatta siyaset bunu destekleyip yeniden üretimine katkı yapıyor. Eğitim sistemi ve müfredat, modernleşme karşıtı bir yapıya büründü iyice. İmam-hatiplerin bu kadar yaygınlaşması, hemen her caminin Kuran kursuna dönüşmesi, cemaat yurtları ve eğitim kurumlarının beslenmesi hep kadın aleyhine bir değerler sistemini besliyor. “Kadınla selamlaşma, kadın elini sıkma!” gibi mesajlar çok yaygın olarak verilebiliyor. Medeni Kanun’a ve cumhuriyet modernleşmesine aykırı tutumlar bunlar. Ancak bir yandan da modernleşmenin, bunların dışında doğal dinamikleri de var. Teknoloji kullanımı, dünyada olup bitenlerden haberdar olmak, şehirde modern ortamda yaşamak gibi. Bunlar eğitim ve dini kurumların önerdiğinden farklı ve bireysel yaşamları tercih eden gençlerin sayısını da artırıyor. Yasal önlemlerin yetersizliği, kadın ve çocuk cinayetlerinde cezaların caydırıcı düzeyde olmaması de bir etken tabii.  

“MAGANDA KÜLTÜRÜNÜ BESLEYEN BİR KURUMLAŞMA VAR”

Şiddet sokaklarda, toplu ulaşım araçlarında, okullarda, evlerde her yerde daha fazla mı yaşanıyor yoksa daha görünür hale mi geldi? 

Şiddeti öven ve onu besleyen bir kültürel ortam yaratılıyor. Okuldan medyaya, dizi filmlerden futbol sahalarına kadar hemen her yerde şiddet ortamı oluşabiliyor. Maganda kültürü ve fanatizmi besleyen bir kurumlaşma söz konusu. Meclis’te TİP Milletvekili Ahmet Şık’ı yumruklayan Alpay Özalan’a adeta madalya verilmediği kaldı. Ankara Gar Katliamı’nda yüzden fazla insan öldürüldü, Konyaspor maçında tribünler buna destek verdi. Farklı olana tahammül edemeyen, çoğulcu ve hoşgörülü bir ortamı tercih etmeyen bir kültür bu. Ayrıştırma ve ötekileştirme, daima şiddete davetiye çıkarıyor. 

Din olgusu penceresinden bakınca ne görüyorsunuz? Cemaatler ve tarikatlar, Türkiye toplumsal yapısını ne zamandan beri ve nasıl etkiliyor? 

Az önce de değindiğim gibi modern dünyada ve koşullarda, bireyin ya da yurttaşın yol göstericisi dini değerler olamaz. Din yani bizdeki İslami değerler, kadına değer vermeyen özellikler taşır. Kadına şiddet meşrudur. Kadının miras hakkı, söz hakkı hatta şahitliği bile sınırlıdır. Kadın, birden fazla kadınla birlikte bir erkeğe eş olabilir. Küçük yaşta evlendirilebilir! Esir alınan kadın, köle ve cariye olarak alınıp satılabilir! Erkek ve çocuk köle de alınıp satılabilir ama kadın cariyedir aynı zamanda! Cemaat ve tarikatlar çok geniş topluluklara bu kültürü aktarıyor hatta çocuk yaştaki kızları evlendiriyor. Bunların sadece sınırlı bir kısmı basına yansıyor. Aynen aşiretler örneğinde olduğu gibi tarikatlar da iktidar tarafından ittifak ortağı görüldüğü için bu kültür devlet desteği ile yayılıyor ve uygulama alanı da buluyor. Türkiye’de kadının ikinci konumda olmasında en etkili değerler, İslam ile meşrulaştırılmaktadır. 

Siz de bir yazınızda cumhuriyetin yurttaş yaratma politikasından söz ediyorsunuz. Bu proje yarı yolda mı kaldı? Nerede, nasıl sekteye uğradı? 

Evet, belli bir başarı elde edildi şüphesiz. Hem yasal düzenlemeler hem de eğitim seferberliği buna katkı yaptı. Aydınlanma olmadan yurttaş olunmaz ki… Diğer cemaat ve geleneksel bağlardan kurtulmadan bağımsız olmak mümkün değildir. “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” sözü, bireyi anlatır. Yani aşiretten, tarikattan veya diğer geleneksel bağlardan bağımsız olmayı ifade eder. Cumhuriyet modernleşmesine baştan beri karşı çıkan güçler vardı. Toplumda da zaten bu yönde bir talep yoktu. Onun için cumhuriyet aracılığıyla devreye sokulan modernleşme, otoriterdi. Başka türlü de olamazdı. Feodal ve geleneksel güçler, yüzyıllardır toplumda önemli ağırlık kazanmış tarikatlar buna tepkiliydi. Demokrat Parti popülizmi ile bu odaklar tekrar motive oldu. Tekrar “Batı’nın teknolojisini alalım ama kültürüne karşı çıkalım” anlayışına dönüldü. Böylece modernleşme ve yurttaş kültürüne karşı destek arttı. Ancak sosyalizm ve ulus devlet anlayışını gerileten küreselleşme koşulları da premodern yapıların yelkenine rüzgâr taşıdı. Böylece ulusal bilinç veya sınıf mücadelesi yerine etnik ve dini kimlikler, dayanışma ağına dönüştü. 

“AHLAKIN KAYNAĞI DİN DEĞİLDİR”

Eğitim sistemindeki değişiklikler; imam hatip liselerinin artırılması, ilköğretim yaşının aşağı çekilmesi, din derslerinin artırılıp felsefe ders saatlerinin azaltılması, okulların akademik niteliğinin değişmesi ve daha fazlası, yeni kuşakları nasıl etkiliyor/etkileyecek?

Bunlar bilinçli bir şekilde modernleşme karşıtı politikalar. Dini kurum ve cemaatlerin yükselişi, laikliğin gerilemesi demektir. Çünkü imam hatip liselerinin yaygınlaşması ve Kuran kurslarına yüz binlerce çocuğun yönelmesi, birey karşıtı cemaat kültürünün benimsetilmesi anlamına geliyor. Din derslerinin müfredattaki ağırlığının artması ne hukuki ne de ahlaki açıdan doğru. Dini inancı öğretmek devletin işi olamaz. Başka çelişkiler de var tabii. Din kültürü ve ahlak bilgisi gibi bir tanım çok yanlış. Ahlakın kaynağı din değildir. Ahlak ve dinin bazı bakımlardan ortak değerleri olabilir. Ama din ile evrensel ahlak kuralları uyuşmaz. İki kadınla evlenmek dinde ayıp ya da günah değildir. Ama bu çağın ahlaki kurallarına aykırıdır. Kız çocuğuna mirastan daha az pay verilmesi İslam’a uygundur ama ahlaka uygun değildir. Çok örnek var.

Öte yandan Sünni İslam ile Alevilik inançları da ahlaki açıdan farklı değerleri benimser. Kadının konumu, mirası, içki içmek ve kıyafet gibi konularda çok farklı şeyler söyler bu iki inanç sistemi. Hangisini öğreteceksiniz? Neden birini inanç sayıp diğerini saymıyorsunuz? Neden imam hatip lisesi öğrencilerine eğitim desteği sağlayıp mezunlarına iş bulmada ayrıcalık tanıyorsunuz? Bu ayrımcılık değil mi?  Ayrıca şunu da ekleyelim, devletin din işlerine karışmadığı ve ateistlerin oranının son derece yüksek olduğu ülkelerde suç oranı, dini fanatizmin etkili olduğu ülkelere göre bir hayli düşüktür. Din, bizim gibi Doğu toplumlarında şöyle bir canilik ve ikiyüzlülüğe de imkân sağlıyor. Narin’in cesedini suya gömdüğünü ifadesinde anlatan bir dindar, bundan sonra abdest alıp camiye gidebiliyor.  

Türkiye’nin toplumsal yapısına bakınca bir tahrifat görüyor musunuz? “Ekonomik kriz çözülür ama toplumdaki çöküş ne olacak” diye herkes birbirine soruyor. Ben de bir sosyolog olarak size sorayım.

Evet, gerçekten de ciddi bir çöküş sorunu yaşıyoruz. Bu hem değerler hem de kurumlar düzeyinde çok yoğun gözleniyor. Dini ve geleneksel değerlere yatırım yapıp cemaat tipi toplum yaratmak isteyen bu iktidar zamanında çöküş çok hızlandı. Tek adam rejimi, yasama, yürütme ve yargıyı tek kişiye bağlayınca toplumun kamusal alanda denge ve denetleme mekanizmaları etkisiz hale gelmeye başladı. Meclis, millet egemenliğini esas alan değil, adeta bir kişinin egemen olduğu bir kurum oldu. Bakanlar zaten buyrukla çalışıyor ve saraydaki danışmanlar kadar etkili değiller. Merkez Bankası ve yargı gibi hayati önemdeki kurumlar, artık işlevlerini yerine getiremez durumda. Mahkemeler de buyruğa göre hareket eder konuma geldi. “Kadı ola davacı, mübaşir de şahit” sözündeki duruma geldik. Mübaşirlik görevini de çoğu zaman Bahçeli üstlenmektedir. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye slogan atan subaylar hakkında talimatla “Atın!” diye mesaj veren bir tek adamın olduğu yerde hukuk olur mu? Suç var mı yok mu? Sorgu sual yok mu? Öte yandan dünya doğal olarak daha modern bir döneme evrildikçe Türkiye’de geleneksel olanı, dinsel olanı yücelten bir kültüre yatırım yapmak da toplumda ciddi değerler çatışmasına yol açıyor. Tekrar ve yeniden bir aydınlanma sürecine ihtiyaç var. Eğitim, Hulusi Akar’ın dediği gibi çocuklara ve gençlere Allah korkusu yerine aklını kullanma becerisi vermeli.

Sayıların Ötesinde Bir Çığlık: Çocuklar Yalnız Kalmamalı

Eğitim de Neymiş?