İstanbul Kent Konseyi Başkanı Tülin Hadi: İstanbullular Haklarını Talep Etmeli

“Kent Konseyleri ‘siyaset üstü’ denir ama belediye başkanına rağmen kent konseyi olmaz.” 

“Katılım için iki tarafında istekli ve eşit koşullarda olması gerekiyor.” 

“Tek çaremiz var: hep beraber gelişmek zorundayız, zor olduğunu bile bile katılıma odaklanmak zorundayız. Zor, hız kesiyor ama getirisi çok.”  

Bu sözlerin sahibi İstanbul Kent Konseyi Başkanı Tülin Hadi…

Türkiye’de Kent Konseyi deneyimi, Osmanlı’dan gelen kamu yönetimi geleneğinde henüz çok yeni. İstanbul Kent Konseyi sadece 5 yıldır var. İstanbul Kent Konseyi Başkanlığını kurulduğu günden bu yana yürüten mimar Tülin Hadi, başkan sıfatının yanı sıra, evrensel bakış açısına sahip, demokrat, vizyoner, objektif ve Batılı bir kadın portresi çiziyor.   

Tülin Hadi ile yaptığım bu uzun söyleşide, başkanlığı döneminde neleri yapıp neleri yapamadıklarını; devasa sorunları olan bir kentte katılım ve kapsayıcılığın olanaklarını, İBB ve yurttaşlara dair gözlemleri, özeleştirileri ve çok daha fazlasını konuştuk. 

Söyleşi hem yerel yönetimler hem sivil aktörler için yol gösterici ve zihin açıcı. Zira İstanbul gibi çok aktörlü, çok sorunlu bir kentte yerel yönetimler, sivil toplum ve yurttaşlar odağında katılım ve kapsayıcılığa dair önemli tespitleri kapsıyor. Hadi, deneyimleri ışığında  Kent Konseyi’nin asli işlevlerini kolaylaştırıcılık, müzakere ve izleme-değerlendirme olarak sıralıyor, geleceğe dair vizyoner önerilerde bulunuyor. 

İstanbul Kent Konseyi Başkanlığınızın üstünden 5 yıl geçti. Neler yaşadınız, nelere tanıklık ettiniz bu süre zarfında?

Kent Konseyi denilen bir yönetişim mekanizması ve ben bu mekanizmanın faydasına inanıyorum. Buranın varlığından güç alarak, burayı kullanarak birtakım sorunları çözebilecek, anlaşmazlıkları giderecek, şeffaflığı yaratabilecek ve yeni uygulamaları keşfedecek adımlar atılabilir. Zaten yönetmeliğinde “danışmayı güçlendir, hemşerilik bilincini arttırır, şeffaflığı sağlar…” der fakat tabii ki bunların nasıl gerçekleşebileceğine dair yöntemlerden bahsetmez. Yani hepimiz hissediyoruz bunların olabileceğini. Bu 5 senenin sonunda ben, Yürütme kurulu ve İstanbul Kent Konseyi ekibi bunun nasıl olabileceğini aslında anladık, gördük.

İstanbul için çok yeni bir deneyim olması süreci zor mu kıldı?

Evet çok yeni bir deneyim ve zor da bir deneyim aslında. Her şeyden önce, nitelikli katılımda bir ölçek meselesi var. Hem mekânsal olarak hem katılımcı sayısı olarak. İstanbul’un büyüklüğü, nüfusu ve insan çeşitliliği başlı başına bir zorluk. Bu zorluğun farkında olarak İstanbul Kent Konseyi’ni işe yarar kılmak, yönetişimi başarıyla gerçekleştirecek katılımı sağlamak başından beri önemsediğimiz bir mesele oldu.

“KATILIM İÇİN YETKİYİ VEREN VE ALAN İSTEKLİ OLMALI!”

Türkiye’nin katılım deneyimi aslında az değil ama sonuca ulaşmış olan tecrübe az. Deneyimin çoğu kesintiye uğramış olan süreçlerden oluşuyor

Katılımı nasıl tanımlıyorsunuz?

Ben katılımı tek taraflı görmüyorum. İki taraflı, hatta bazen daha çok taraflı da olabilir. Şimdilik kamu ve sivil taraf olarak iki tarafı olduğunu kabul edelim; iki tarafın da istekli olması gerekiyor katılım için. Yani hem yetkiyi elinde bulunduranın hem de yetkiyi verenin istekli olması gerekiyor. Ve eşit koşullarda bu eylemin içinde var olmaları gerekiyor.

Benim katılımda gördüğüm en önemli eksikliklerden bir tanesi güç dengesindeki büyük asimetri. Taraflar masanın etrafında eşitlik duygusu ile toplanmadığında katılım bir bahşetme, lütfetmeye dönüşüyor. “Geldik size soruyoruz, siz isteyin biz yapalım” gibi bir şey katılım değil. Kaldı ki, herkesin istediği de gerçekleştirilemez. Katılım söz konusu olduğunda her zaman sonuç almak, bir karar alarak kalkmak şart değil. Katılım iki kurumun (iki tarafın) birbirini anlamak üzere yaklaşması, birbirini tanımaya ve duymaya açık olarak meseleleri müzakere etmek üzere masaya oturması anlamına geliyor bana göre. 

Bu 5 senede Kent Konseyi deneyimi size ne öğretti? 

Bugünlerde bu soruya cevap verecek bir rapor yazıyorum, tam da konusu bu: 5 senede İstanbul Kent Konseyi’nde biz neyi tecrübe ettik? Düşündüğüm kadar kolay ilerlemiyor, sadeleştirmekte zorlanıyorum. Böyle bir yapı hiç yoktu ve bizler bir yandan onu var etmek, işe yaratmak için, bir yandan kurumsallaştırmak için uğraştık. Bütün bu söyleşi sanırım bu sorunun cevabını oluşturacak.

“BELEDİYE BAŞKANINA RAĞMEN KENT KONSEYİ OLMAZ!”

İstanbul’un müstesna bir yeri var diyebilir miyiz? Bu deneyimin aktarılması gerekiyor der misiniz?

Bence evet, bunu yapmak gerekiyor. Hem hafızanın ve deneyimin kaybolmaması hem de üstüne ekleyebilmek, geliştirebilmek için aktarmak gerekiyor. Yeni seçilen kent konseyi başkanları böyle bir yerlerde birikmiş tecrübeye ulaşmaya çok ihtiyaç duyduklarından bahsediyorlar.  Bir konseyin birikmiş tecrübesini baştan sona anlatan tek bir kaynağa, yazıya, rapora rastlamadık. Çok sayıda akademik araştırma okudum, neredeyse hepsi kent konseylerinin belediyelerin arka bahçesi olduğundan bahsediyor, şu notu da düşmek isterim: alternatif model üzerinde düşünen ya da varlığını sorgulayan da hiç olmamış. Doğrudur, belediyeye ve başkanına rağmen kent konseyi olmaz ama arka bahçe olmamak mümkündür.

Neden başkana rağmen Kent Konseyi olamıyor?

E bir kere, bütün nakdi desteğini, yerini, personelini belediye sağlıyor.

En önemli eksiklik, bütçesizlik mi kent konseyi için? Ne olması gerekir? Kent konseyinin görevi nedir?

Bütçesizlik değil, ilişkisizlik bence. Yerel yönetimin hiyerarşi şeması içinde konseylerin bulunduğu yeri kavramamış olmak ve alabileceği fark edememek bu ilişkisizliği yaratıyor.

Kent Konseyi’nin 3 Asli İşlevi: Kolaylaştırıcılık, Müzakereye Alan Açmak, İzleme-Değerlendirme 

Neler öğrendiniz bu süreçte, hangi deneyimler değerli ve yol gösterici oldu sizin için?

5 yılda 3 mesele kendiliğinden süzülüp ön plana çıktı. Kanımca bu 3 mesele sadece İstanbul Kent Konseyi için değil, bütün kent konseyleri için de geçerlidir. Böyle bir yapı neden var? 

Öncelikle kolaylaştırıcılık için var. Kent konseyinin her üç görevde de kolaylaştırıcılık rolünden bahsedilebilir. Birinci görevi, sivil toplum ve yerel yönetim arasında bir köprü oluşturmak. İkisi arasındaki ilişkileri yaratabilmek. Ama bu ilişki yaratmak şu değil: “biz belediye ile görüşmek istiyoruz, şöyle bir projemiz var, belediyeyle birlikte yapmak istiyoruz; gidelim, sizin için bir randevu alalım.” Aslında o bir araya geliş, muhtemel bir katılım aktivitesinin, bir katılım sürecin başlangıcı.

Ve biz orada o ilişkinin nasıl gerçekleştiğini, nasıl geliştiğini, oluyorsa nasıl olduğunu, olmuyorsa neden olamadığına şahitlik ediyoruz, gözlemcilik yapıyoruz ve zaman zaman da kendi bakış açımızla “böyle olamaz mı? böyle düşünülemez mi?” gibi geri dönüşler verebiliyoruz.  

İkincisi bu ilişki niye yaratılıyor? Belediye kendi hizmet ve ürün repertuarı içinde bir şeyleri ortaya koyuyor aslında, büyük bir güçle, gelişen zamanı, ihtiyaçları falan takip ediyor. Ama sonuç olarak belediyenin içindekilerin büyük çoğunluğu bir konuyu en iyi yapan kişi olarak oraya gelmiyor. Yaratıcılıkta, heyecanda sınırlar olabiliyor. Ama yurttaşlar ya da STK temsilcileri ihtiyacı tanıyorlar ve dolayısıyla yeni bir bakış açısını sunabiliyorlar. İşte bu bakış açılarını müzakere edebilme imkanlarını yaratmak için var kent konseyi. Müzakereyi gerçekleştirebilmek için bütün paydaşların, o konuyla ilgili olan bütün paydaşların aynı anda masada olabilmesi önemli. En azından kritik anlarda aynı anda, onları bir arada oturtmak. 

Ve o esnada da aslında izlemeye devam etmek. Süreç nasıl gelişiyor? Bu da üçüncüsü: izleme-değerlendirme. Hem kent konseyi aracılığıyla açılan başlıkların izleme değerlendirmesini yapmak, hem de belediyenin stratejik plan, katılımcı bütçe, mekânsal planlama gibi gerçekleştirdiği süreçlerin izleme değerlendirmesini yapmak. Gerçi her üç görevde izleme-değerlendirmenin varlığından bahsedebiliriz.

İzleme- değerlendirme meselesi önemli, bu aslında herkesin çok rahat yapabileceği bir şey değil. Beceri gerektiriyor, antrenman gerektiriyor. Stratejik planı okumak, faaliyet raporlarını okumak, bütçeyi okuyabilmek, orada gördüğün rakamlardan birtakım sonuçlara varabilmek gerekiyor. Bu da bilgi ve deneyim gerektiren bir durum.

Az şey değil, tam da size bunu soracaktım: Kent Konseyi ne işe yarıyor Türkiye’de? Ya da başka bir şekilde sorayım. Kent Konseyi olmasa ne olur?

Yokluğu bir engel değil, varlığı bir fırsat! Olması olmamasından iyidir! Birikmiş başarılar kayda geçerse ve ulaşılabilir olursa ilerleme şansı artacaktır.

Peki “Türkiye’nin Kent Konseyi deneyimi, bir süreç ve ilerliyor” diyebilir miyiz?  Daha iyiye doğru yol alabilir mi?

Gidebilir tabii. Kent konseyleri 2005 yılından beri var ama 2019 belediye seçimlerinden sonra İstanbul ve Ankara’da kent konseylerinin kurulması ve işler hale getirilmesinden sonra görebildiğim kadarıyla bu alana duyulan umut, ilgi, heyecan arttı. Konseylerin biraz daha bağımsız, tarafsız bir pozisyonu güçlendirmesiyle bu deneyim geliştirilebilir. Bahsettiğimiz amaçlar “daha iyi, daha olgun bir biçimde nasıl yapılabilir?” üzerinde düşünmek gerekir.
Bir de konseylerle ilgili yanlış bir algı var : kent konseyi daha çok sivillerin takıldığı bir yer gibi algılanıyor. Ama öyle değil. Burası herkesin, tüm paydaşların olması gereken bir yer. Bir katılım evreni.

İstanbul Kent Konseyi’nde herkes var mı?

Bazen oluyor, bazen olmuyor. Anlatmak gerekiyor.

“KATILIM BİLGİYİ ÇOĞALTIR”

Kent Konseyi’nde olmayanlar, bilmedikleri için mi, katılmadıkları için mi yoklar? 

Yeterince tanımamak, güven eksikliği, ne işe yarayabileceği konusunda hiç düşünmemiş olmak ilk anda söyleyebileceklerim. Hazır bulunması gerekenler katıldığında nasıl fark yaratır, onu bir örnekle anlatabilirim: Piyalepaşa Bostanı örneği ile. İstanbul Kent Konseyi olarak bir Piyalepaşa Bostanı deneyimi geçirdik. Hala da içinden geçiyoruz, henüz tamamlanmadı.

Piyalepaşa Bostanı önceki yıllarda çok daha büyük bir bostan alanıydı. Önceki belediye yönetimi, kapalı otopark ve meydan yapmak üzere bir kısmını ayırdı. İstanbul’un tarihi bostanlarını savunanların geçmiş dönemde, 16. yüzyıldan kalma cami-bostan birlikteliğinin yaşayan son örneği olan Piyalepaşa Bostanı için yaptıkları bir tescil başvurusu var. Anıtlar Kurulu da bostan zanaati ile burayı kültürel miras unsuru olarak tescillemiş bulunuyor. 

Bostan İBB’nin sorumluluk alanında. Yurttaşlar ve aktivistler bir gün etrafa asılan panolarla ve ortalıkta dolaşmaya başlayan projelerle, Tarımsal Hizmetler Daire Başkanlığı’nın bostanı küçük küçük parsellere bölüp hobi bahçeleri yapacağından haberdar oluyorlar.  Bu projenin altında yatan, olabildiğince fazla parçaya bölünene bostanın kullanıcı sayısını artıracağı düşüncesi. 

Düz mantıkla bakarsak doğru, fakat ihmal edilen önemli noktalar var. Sivil taraf kent konseyi aracılığı ile diyaloğa girmeye istekliydi. İBB birimleri ise kent konseyinin sonuna kadar kolaylaştırıcılık görevini üstlenmesi şartıyla böyle bir sürecin içinde yer almayı kabul etti. Böylece, toprakla uğraşanlar, yurttaş inisiyatifleri, akademisyenler, arkeologlar, plancılardan oluşan sivil bir grup ile İBB’nin karar verici düzeydeki temsilcileri bir araya geldiler. 

Her iki tarafı da dinlediğiniz zaman şunu görüyorsunuz: herkesin haklı ve haksız bulunabileceği taraflar var. Herkesin birbirinden şikâyet edebileceği ve bir yandan da “evet hata etmişiz” diyebileceği konular var. Her iki taraf da aynı anda masanın etrafındaydı ve birinden biri eksik olsa ilerleme mümkün olmayacaktı. Katılımın aslında bilgiyi arttıran, çoğaltan, yayan bir tarafı var, bu süreçte onu da gözlemledim. 

Siz Piyalepaşa Bostanı deneyimden ne öğrendiniz?

Öncelikle kolaylaştırıcılığın, moderasyonun önemini fark ettim, hatta idrak ettim. Kolaylaştırıcı oradan çekilse her şey çöker, onu gördüm. Güven ilişkisinin çok zor oluştuğunu ve kolaylaştırıcının kritik rolü olduğunu gördüm. Kamu kurumlarının aslında sürekli kendilerini tehdit altında hissettiğini ve gard almaya çalıştığını ama aslında biraz daha açık olurlarsa, iş birliğine yanaşırlarsa daha güçlü olabileceklerini fark ettim. Bir de çalışkan bir sivil grubun ne kadar fark yaratabileceğini bizzat tecrübe ettim.

İstanbul Kent Konseyi deneyimi, Türkiye’de nasıl bir yerde duruyor? İstanbul, diğerlerinden nasıl ayrışıyor? Ne gözlemlediniz?

İstanbul Kent Konseyi diğer kent konseyleri ile meselesinin özünde ortaklaşıyor. Bir fark varsa, belirlediği amaç çerçevesini kararlılıkla korumuş olması ve konseylerin birçok defa fark etmeden içine düştüğü aktivizm, icra ve filantropi alanlarına hiç girmemiş olmasıdır diyebilirim. Ancak bu alanlara giriyorlar diye de hiçbir kent konseyini eleştiremem. Belediye sınırı çektiğinde ve konseyi domine etmeye başladığında geriye yapacak bunlar ve çeşitli konularda farkındalık yaratmak kalıyor.

“HER MÜZAKEREDEN SONUÇ ALMAK GEREKMİYOR”

İstanbul’da bu 5 yıl içinde ne değişti? Ve değişmeyenler sizi nasıl etkiledi?

Konseyleri birer danışma kurulu gibi tanımlayanlar da var. Dürüst olayım: İstanbul Büyükşehir Belediyesi güçlü uzman kadrolara sahip. Katılımın basamaklarını da düşünürsek danışma İBB için çoktan aşılmış olması gereken bir düzey. İstanbul Kent Konseyi’nin varlığından faydalanarak önemli ortak sorun alanları tartışmaya açılabilirdi. Örneğin Ada’nın atları meselesi. İBB hala bu konuda Ada’ya gittiği zaman sorun yaşıyor.  Bu konu Kent Konseyi’nde müzakere edilebilirdi. Yine Adalar’daki dolmuş meselesi mesela, müzakere edilebilirdi.  

Müzakereden her zaman bir sonuç almamız gerekmiyor. Sonuç olarak İBB’nin şu anda oradaki minibüs meselesinde Bakanlık tarafından üzerine yıkılmış olan bir sorumluluk var, yasal süreçte İBB o minibüsleri kullanmaktan kaçamayabilir. Ama bu konuyu birlikte tartışarak, müzakere ederek hep beraber Bakanlığın uygulamasına karşı nasıl mücadele edileceğini belirleyebilirler.  O minibüslerden hep beraber kurtulabilirler. Nitekim ben bu konuda bazı girişimlerde bulundum ama cevap alamadım.

Bir başka örnek Kabataş’taki transfer merkezi. İstanbul Kent Konseyi o sürecin hiçbir tarafından vaktinde haberdar edilmedi, katılmadı. Sürecin çok ileri bir aşamasında Konseyi işin içine katmak isteyenler oldu, artık çok geçti.

“İstanbul’un bir sürü sorunu var ve biz bu soruna müdahil olabiliriz, bir katkı sunabiliriz” deyip, inisiyatif alarak dahil olabiliyor musunuz?

Aslında yapabiliriz.

Yaptınız mı?

Piyalepaşa’da yaptık mesela.

Başka örnekler var mı?

Evet, İBB’nin “katılımcı bütçe” modeli tasarlanırken dahil olmuştuk. Şu an da uygulamanın tıkandığı noktalar var ve konsey olarak bunları raporluyoruz.

İstanbul Kent Konseyi Başkanı olarak “daha çok şey yapardım, yapmayı da arzuluyordum ama istediğim şeyleri yapamadım” der misiniz şu an

Tabii insan bir şey yapa yapa olgunlaşıyor. Ne kadar çok yaparsanız, o kadar görüyorsunuz. Eğer Kent Konseyi daha önceden var olan bir yapı olsaydı ve onun üzerine gelip 5 sene geçirip, bu kadar anlayabilmiş olsaydık bence eksiklik olurdu. Ama bu 5 senenin bir-iki yılı pandemiyle geçti zaten. İnsanlar birbirinden uzaktı, tanışıklıklar zayıftı. Dolayısıyla biz burada 3 sene, 3 buçuk seneyi çok verimli kullanabildik. O kadar zaman içinde bence bu kadar kavrayış ve tecrübe sanki fena değil gibi. Ama daha iyisi de olabilir.

Neyi çok yapmak isterdiniz de “yapamadım” diye üzülürsünüz?

Bu tip tecrübeleri, müzakere imkanlarını arttırmak isterdim.

Kolaylaştırıcılık ve Yöntem Çeşitliliği, Verimli Katılım İçin Elzem! 

Ama diğer tarafların da istekli olması gerekiyordu ve istekli değillerdi anladığım kadarıyla…

Değillerdi. Sivil taraflar çok istekli ama İBB o kadar istekli değil gibi. Konseyin sivillere ait bir alan olarak algılanması tarafsızlığı üzerine gölge düşürüyor. Tüzel kişiliğinin olmaması, tamamen gönüllülük üzerine kurgulanması güven kaybı oluşturuyor. Oysa İBB katılıma dair neredeyse her şeyi her zaman kendi ekip gücüyle aşmaya çalışıyor.

Katılım süreçlerinin yarıda kalmasının, tam bitmemesinin bence çok önemli sebeplerinden bir tanesi aslında yeterince araç tanınmıyor olması, bir diğeri de deneyimli kolaylaştırıcıların eksikliği. Bazen oyun, bazen sanat da işin içine katılabilir.  Benim dahil olduğum süreçlerin neredeyse hepsinde aynı yöntem kullanılıyordu. 

Hangi yöntem bu?

Masalar kuruluyor, temalar veriliyor, orada tartışmalar gerçekleştiriliyor, sonuçlar raporlanıyor ve sonunda “şunu yapalım” deniyor. Odak gruplarla ya da çeşitli sorun odaklarında teknik konular konuşuluyor. Onlar alt alta özetleniyor. Sonra “hadi bunu böyle uygulayalım” deniyor. Bu yöntemde katılım sürecin bürokratik bir parçasına dönüşüyor. Ama katılım öyle bir şey değil. Tasarlanması ve himaye edilmesi gereken bir süreç.

Sizce ne yapılmalı?

Diyebilirsiniz ki “bunu çok farklı yapmanın imkanları var mı?” Süreçlerin baştan sona tasarlanması gerek, konu hakkında tarafsız bilgilendirici, aydınlatıcı eğitsel bir aşamanın konması, bir kurallar dizisinin oluşturulmasında büyük fayda var.  

Şu ana kadar kolaylaştırıcıların rolünden defalarca bahsettim, tekrara hatırlatmış olayım.  Görebildiğim kadarıyla İBB ekipleri içinde bu rolü üstlenebilecek kimse yok, kaldı ki, olsa da doğrusu tarafsız noktada duranların bu görevi üstlenmesi olur. Bir de müzakere süreçlerinin aşamalandırılarak ilerlemesi gerekiyor.

Peki o kolaylaştırıcılar nereden gelecek?

Kolaylaştırıcılık deneyim gerektiren bir konu.  Dışarıdan gelebilir ya da İBB kendi ekiplerinin bu beceriyi kazanması için uğraşabilir. Kolaylaştırıcı dediğimiz kişi, aslında ortamı kuran, insanların birbiriyle iletişimini yaratan, yöneten, yani zamanı da yöneten, konuyu çerçeveleyen biri, sadece söz dağıtan değil. Konuya ve insan iletişimine hâkim olması gerekiyor. 

Sivil toplumun tutumuna dair gözlemleriniz neler?

Sivil taraf aslında İBB ile bir iletişim kurmakta çok istekli ama sık rastladığımız bir tutum, aslında sivil tarafın da belediye üzerinde bir patronaj kurmaya çalıştığı. Yani “ben çok iyi şeyler düşünüyorum, konuya çok hakimim ve belediye bana destek vermeli, icraatı ben yapsam daha iyi olacak”. Bu da giderilmesi gereken bir alışkanlık. Sivil taraflar bir sorunu gündeme taşıdığı zaman, belediye de aslında birçok defa aynı sorunun farkında oluyor. Bir adım atamamışsa eğer, aslında nasıl yol alacağını kestiremediği için yapmamış oluyor. Böyle bir durumda aslında bir yol göstericilik gerekiyor.

Kim yapsın bu yol göstericiliği?

Kent Konseyi ve siviller birlikte yapabilir. Yani kent konseyi bir eylem planı, bir yol haritası çizilebilir; üstüne müzakere edilecek bir belge ortaya konabilir ve belediyeye öneri sunulabilir. Birkaç defa bu şekilde sorunları getirenler oldu bize, biz de onlara ilerleme kaydedebilmek için birlikte bir yol haritası hazırlamayı önerdik. Ama o sorunun çok acil olduğunu söyleyen, bütün detaylarına hâkim olduğunu söyleyen insanlar o yol haritasını hazırlayamadılar.

“KATILIM SÜREÇLERİ ZAHMETLİ, ZOR, YAVAŞ AMA GETİRİLERİ ÇOK!”

Neden hazırlayamadılar?

Zannedildiği kadar kolay değil o haritaları hazırlamak. Yani belediyeye kalkıp “neden bunu böyle yapmıyorsun” diyebiliyoruz. Katılımda deneyim eksikliği de etkenlerden biri.

Dolayısıyla aslında tek çaremiz var: hep beraber gelişmek zorundayız. Hep beraber gelişebilmek için de zor olduğunu bile bile bunun içine atılmak zorundayız. Evet, bu zaman gerektiren bir şey. Evet, sürtüşme yaratan bir şey. Evet, para gerektiren bir şey. Yavaşlatıyor, hız kesiyor ama getirisi çok tatlı olacak. Toplumun olgunlaşmasını sağlayacak olan bir yöntem bu.

İstanbul’un çok fazla sorunu var, bütün bu çeşitlenen sorunlara, Kent Konseyi daha odaklı ve küçük hedeflerler belirleyerek yol alırsa, daha etkili olur diyebilir misiniz?

İstanbul Kendi Konseyi’nin her alanda bir çalışma grubu oluşturması ve her türlü soruna buradan bir cevap aramaya çalışması hantal veya hatalı bir yöntem olabilir. Belki yapılması gereken ilçe-kent konseyleriyle bir koordinasyon ilişkisi kurarak sorunları küçük yerellere bölerek, sonra resme genel olarak bakmaya çalışmak olabilir.  Farklı çalışma yöntemlerini denemek gerek. 

“MESAFEYİ KORUYALIM DERKEN İBB’YE FAZLA UZAK KALDIK!”

İstanbul Kent Konseyi’ni tarafsız bir pozisyonda tutabildiniz mi?

Tuttuk ama mesafeyi koruyalım derken İBB’ye fazla uzak kaldık. Belki de öbür türlüsünü yapmak daha riskli olabilirdi, angaje olmaya sebep olabilirdi. O daha büyük sorun olabilirdi. Bir yandan da İBB’nin şöyle bir tutumu oldu: buranın üzerinde bir siyasi baskı oluşturmadılar, bunu hep takdir etmişimdir.

Bizim Kent Konseyi olarak bir takım toplumsal muhalefeti oluşturmak toplumsal muhalefet ve toplumsal barışı oluşturmak için de aynı zamanda biraz daha fazla aktivitesi olabilirdi. Her gün, her hafta bir şeyler yapılıyordu. Ekibin küçüklüğü burada çok önemli bir mesele. 

Katılım Kafe çok iyi bir uygulama mesela. İlçelere gidiliyor. Oralar hakkında konuşuluyor. Ve her gittiğimiz yerde ilginç böyle yeni bir şeyden bahsediliyor. 

Daha önce var olmayan bir yapıyı ayağa kaldırmaya çalışırken bir de kendimize koyduğumuz böyle sınırlar işimizi biraz daha zorlaştırdı. Neşe bizim zor zamanlarımızı rahat geçirmemizi, çok yüklü işlere dayanmamızı sağladı. Başta Genel Sekreter Rasim Şişman olmak üzere tüm ekip bu neşeyi paylaştı. 

Neşe boyutu çok önemli. Çünkü Türkiye’de yine az rastlanır bir şey!

Evet neşe! İstanbul Kent Konseyi’nin en ayırt edici özelliklerinden birinin neşe olduğunu söyleyebilirim.

Kendinize özeleştiri yapmanızı istesem? 

Ekrem Başkan’la daha sık görüşsek daha iyi olurdu. Biz kısıtlı zamanlarda görüştük Ekrem Başkan’la. Katılımdan ne anlarız karşılıklı? Yerel demokrasi demek ne ifade eder? Bunları hiçbir zaman uzun uzun konuşma imkânımız olmadı. Bunlar bana göre kısa sürelere sığdırılacak konular değil.

İSTANBULLULAR HAKLARINI TALEP ETMELİ!

İstanbullulara ne söylemek istersiniz? 

Bir kitapta “İdiotes” kelimesinin anlamına rastladım. Eski Yunan’da “kamusal alanda iktidarda pay sahibi olma hakkını kullanmayan vatandaş” anlamına geliyormuş, yani “toplumsal hakkını kullanmayan yurttaş” demek. Batı dillerinde olduğu gibi biz de” idiot” kelimesini “aptal, ahmak” manasında kullanıyoruz. Kamusal alandaki hakkını kullanmamanın aptallıkla eşdeğer tutulması bana çok ilginç geldi. “İdiot” tutumumuzu bir kenara bırakmamız gerekiyor. Bunun da yolu katılımdan geçiyor.

İBB Kent Konseyi’ni daha verimli hale nasıl getirebiliriz?

Kent Konseyini keşfettiği, tarttığı, yeniden yarattığı, anlamlandırdığı ölçüde tabii ki daha verimli hale getirebiliriz. Zamanla gelişecektir. Henüz tamamlanmamış olmakla beraber, Piyalepaşa deneyimi, bu sürecin yolunun açıldığını gösteriyor. Bir başka defa da başka bir deneyim olabilir. 

“Ekonomi IMF Politikasıyla Düzelemez, Toplumu İkna Edecek Siyasi Aktör Şart”

Levent Üzümcü: Okulda Tiyatro için Kapıyı Kapatırlarsa Bacadan Gireceğim