Kökleri 19. yüzyıla dayanan Filistin sorunu, bugün modern tarihin en büyük soykırım başlığı haline gelmiş durumda. Soykırım, “demokratik” ve modern dünyanın gözleri önünde, “demokratik” yönetimlerin desteği ile devam ediyor.
Türkiye’de anlatılanın aksine Filistin sorunu Osmanlı Sultanı Abdülaziz döneminde yabancıya toprak satışına izin veren 1848 tarihli yasa ile başlıyor. Abdülaziz döneminde çıkan bu yasa, Türkiye İslamcılığının anlatısında bir kahraman olan Abdülhamid döneminde, Filistinlilerin yaşadığı toprakların Abdülhamid tarafından Yahudilere satışı ile başlıyor. Uzun bir tarih anlatısına girmeme adına şunu da söylemek gerekiyor, söz konusu dönemi bu şekilde anmam, Türkiye tarihinde özellikle sağ kesimlerin kullandığı, “Filistinliler topraklarını satmasaydı” argümanının altının boş olması ile alakalı. Söz konusu dönemde toprak ya doğrudan Padişahın özel mülkü, yada söz konusu bölgede hakimiyeti olan Padişahın da onayı ile toprak üzerinde tasarruf hakkına sahip hale gelmiş ağalara, aşiret yapılarına özgü durumda. Ancak, Padişahın tanıdığı tasarruf hakkı, bu toprakların satışını içermiyor ve Filistin’in Yahudi cemaatine satılması, Abdülhamid’in borçlanma politikası ile doğrudan ilişkili. Söz konusu dönem, Kıbrıs da dahil pek çok bölgenin savaşsız biçimde yabancılara devri ile ilişkili.
Daha yakın döneme gelirken, detaylara girmemekle birlikte süreci anlama adına Filistin topraklarının İngiltere’ye devri ve bununla eşzamanlı olarak Suriye’nin bölünme süreçleri ile bağlantıyı da bilmek gerekiyor. Bugün Lübnan olarak bildiğimiz coğrafya, Cebel Lübnan, aslında Suriye’nin bir parçası halinde iken Fransızlar tarafından ayrı bir ülke inşasını barındıran bir süreçten geçiyor. Filistin toprakları da, bölgede yaşayan çok az sayıda Yahudi haricinde özellikle 20. yüzyılın başında Doğu Avrupa ve Rusya’dan 20 bin kadar Yahudi’nin bölgeye getirilmesi üzerine tartışma konusu haline geliyor. İsrail’in resmi olarak kurulduğu 14 Mayıs 1948 öncesinde Yahudi ve Filistin halkı arasında başlayan çatışmaların bugüne uzanan hikayesi ise 7 Ekim’le yeni bir döneme girdi. Yani, son dönemde egemen hale gelen Filistin’de İsrail’in süren işgal süreci 7 Ekim’de başlamadı, aslında işgal 1848’e dek uzanan ilişkilerin uzantısı.
7 EKİM’İ DOĞURAN SÜREÇ
Hamas’ın merkezinde olduğu, 14 direniş örgütünün de fiilen katıldığı 7 Ekim 2023’te gerçekleşen saldırı, Filistin meselesinin unutulduğu, sessizliğe gömüldüğü bir sürecin sonunda meydana geldi. Arap kamuoyunda Filistin’i destekleyen son ülke konumunda olan Suriye’nin de 2011’de başlayan bir uluslararası destekli savaşla kendi içine gömülmesi, İsrail’in diğer Arap ülkeleri ile “normalleşmesi”nin de adı haline gelen ABD eski Başkanı Donald Trump liderliğinin arabuluculuğu ile gerçekleşen Abraham Anlaşmalarına “olanak” tanıdı. Arap ülkelerinin liderlikleri aslında çok uzun zamandır İsrail ile normalleşmenin yolunu ararken, kamuoyları üzerinde Filistin’e desteğin yüksek olması ve Suriye’nin de bu bağlamda halklar üzerinde olan yoğun etkisinin kırılması “fırsata” dönüştürüldü.
Netanyahu’nun 2023’te yeniden iktidara geldiğinde kurduğu aşırı sağcı hükümetin, “Ortadoğu’da haritaları yenileyeceği” açıklamaları ve aynı dönemde Birleşmiş Milletler’de Filistin’in yer almadığı bir bölge haritası paylaşması da, Filistin halkı için daha karanlık bir geleceğin kapıdan içeri girmekte olduğunu ortaya koyuyordu.
Yoğun sessizliği aşmayı uman Filistin direnişi, 7 Ekim saldırısını düzenledi. Söz konusu saldırı, aslen İsrail ordu birliklerini hedef alsa da, sivillerin de bu saldırıdan zarar görmesi, diğer başlıkların geride kalmasına yol açtı. Burada İsrail’in dünya medyası üzerinde sağlamış olduğu egemenliğin de kritik bir payı olduğunu unutmamalı.1200 kadar insanın hayatını kaybettiği saldırıda, sivil ölümlerin ana sorumlusunun İsrail’in “panik”le düzenlediği saldırılar olduğu da unutulanlar arasında yerini aldı. Saldırının ardından bizzat İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nın yaydığı, “40 bebeğin başı kesilerek katledildiği”, “kadınlara tecavüz edildiği” iddiaları ise herhangi bir somut kanıta dayanmadı, sonra da İsrail tarafından sessizce “elimizde delil yok” denilerek yalanlandı. Ancak bu yalanlamalar medyada pek de yer bulmadı.
İSRAİL’İN HEDEFLERİ
İsrail yönetimi, 8 Ekim’de Gazze’yi yoğun hava saldırıları ile hedef alırken, 250 kadar rehinenin kurtarılması, Hamas’ın tamamen etkisiz hale getirilmesi gibi saikler taşısa da, buna el altında Gazze’nin tamamen boşaltılması hedefi de eklendi. İsrail yönetimi bu çerçevede önce Mısır ile, Filistinlilerin Sina Çölüne, ardından Suudi Arabistan’la da Mekke yakınlarında Hacılar için inşa edilmiş komplekslere sürülmeleri için görüşmeler yürütse de başarı elde edemedi. 7 Ekim’in üzerinden bir yılı aşkın süre geçmişken, İsrail’in Gazze’ye yönelik hedeflerinin hiçbirine ulaşamadığını belirtmek gerekiyor. Gazze’deki rehinelere karşılık Filistinli tutsakların serbest bırakılması ve geçici ateşkeslerle örülmüş süreç sonunda İsrailli rehinelerin bir kısmı ülkelerine dönmüş olsa da, İsrail saldırılarında ölen rehineler haricinde Gazze’de hala 100 kadar rehine olduğu biliniyor.
LÜBNAN’IN HEDEF HALİNE GELMESİ
İsrail’in 8 Ekim’de Gazze’yi hedef alan saldırıları ile eş zamanlı olarak, Lübnan Hizbullahı da bir cephe açarak İsrail Ordusunun Gazze’ye yönelik saldırılara yoğunlaşmasını engelledi. 1982’de başlayan İsrail’in Lübnan işgali esnasında kurulan, 2000’de İsrail’i işgale son vererek çekilmek zorunda bırakan, 2006’da İsrail’in yeniden işgal girişiminde bulunması ile başlayan saldırılarını 34 gün içerisinde püskürterek, Tel Aviv’i ilk defa bir savaşta mağlubiyetle tanıştıran Hasan Nasrallah liderliğinde Hizbullah, İsrail için önemli bir korku unsuru pozisyonunda idi. Hizbullah’ın saldırıları, İsrail’i tarihinde ilk defa kendi sınırları içinde bir savaşla tanıştırırken, resmi rakamlara göre 60 bin, gayri resmi rakamlara göre 120 bin kadar İsrail vatandaşı Lübnan sınır hattında bulunan kentleri boşaltmak zorunda kaldı. Ayrıca, bu boşaltma sürecinin tarım ve sanayide yaşattığı kayıplar ve bölgeden ayrılan İsraillilerin barınması gibi maliyetler Tel Aviv’i sıkıştıran bir hal aldı. Ancak, Tel Aviv’in yaşadığı esas sıkıntı, zaten yolsuzluk iddiaları ile başı belada olan Netanyahu’nun, ülke içine göç gibi başlıkların da etkisi ile dinmeyen protesto gösterilerinin daha fazla hedefi haline gelmesi oldu.Süreci uzatmak, Başbakanlığı kaybetmesinin ardından başlayacak yargılanma sürecini geciktirmek ve mahkemeye “kahraman” olarak çıkmak isteyen Netanyahu, bu süreçte Gazze’de devam eden soykırıma karşı müdahil olan Yemen, Suriye, Irak, Lübnan ve İran’da devlet-örgüt kapsamında yer alan Direniş Ekseni’ni de hedefe koydu. Başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin yoğun desteğine de sahip Netanyahu, Hamas lideri Haniye’yi Tahran’da, Narallah başta olmak üzere Hizbullah lider kadrolarını da Lübnan’a düzenlediği saldırılarla öldürdü. Netanyahu, bu çerçevede İran’ın da önünde bir engel olarak belirme ihtimalini kesmek ve Lübnan Hizbullahını da tehdit olmaktan çıkarmak istedi.
İSRAİL’İN TARİHİ PRESTİJ KAYBI
Gazze’de istediği ilerlemeyi kaydedemeyen Netanyahu, kendisine yönelen öfkenin önüne geçmek için attığı bu adımlarla savaşın ateşini de yükseltti. İran’ın ilk misilleme saldırısı Arap ülkeleri ile ABD-İngiltere ittifakının ortaklığı ile İsrail’e çok büyük bir zarar vermeden püskürtülse de, Nasrallah’ın katlinin ardından düzenlediği ikinci saldırı, İsrail’in “yıkılmaz hava savunması” anlatısını da yok etti. İsrail’in yenilmezliği sıfatını Hizbullah boşa düşürürken, sivil hedefler yerine 4 askeri tesisi ve Mossad karargahını hedef alan İran da hava üstünlüğü anlatısının sonunu getirdi. Uydu görüntülerine göre İran, İsrail 2 askeri üssünü 32 füze ile vurdu. Saldırının yarattığı tahribata ilişkin daha derin bilgi, Tel Aviv’in yoğun sansür politikası sebebi ile tam olarak elde edilemese de, bilindiği hali dahi İsrail’in dokunulamazlık kaydını yok etti.
NE OLACAK?
Geleceği yazmak geçmişi kaydetmek kadar güç. İsrail, karadan Lübnan’a girme kararı alsa da, günler süren çatışmaların sonucunda 10.10 tarihine kadar 150’den fazla kayıp yaşamasına rağmen, Lübnan sınırını henüz aşabilmiş durumda değil. Lübnan’ın insansızlaştırılması ve Litali Nehri’ne kadar olan 15 km’lik hattı işgal etmeyi hedeflediği bilinen İsrail, bunu başarmak için yoğun hava bombardına ek olarak Lübnan içinde iç savaş çıkarmak için de içeride, geçmişte kendisinin işgali esnasında işbirliği yaptığı güçleri de harekete geçirmeyi deniyor. Lübnan, Fransa’nın kurduğu 16 din, mezhep ve etnik kimliğe bölünmüş yapısı ile iç savaş geçmişi olan, ancak Hizbullah ve Lübnan solunun yoğun çabası ile kısmen bu bölünmelerden bir ulus yaratma yolunda önemli mesafe kat etmiş durumda. Lübnan’ın geleceği, İsrail’in bu kışkırtmalarına göstereceği dirence bağlı. Hizbullah, halen ülkenin sınırlarını korurken, içeriden bir yarılmayı engelleme sorumluluğu ile de karşı karşıya. İsrail’in Litali’ye inmek istemesinin bir başka sebebi de bölgenin su ve tarımsal kaynakları. İsrail, Suriye’nin en zengin su kaynaklarından birisine sahip olan Golan bölgesinin işgalini de gayrıresmi olarak bununla gerekçelendiriyor.İsrail’in olası İran saldırısı ise, Türkiye’de yoğunlukla dile getirilen bir bölgesel savaş riski taşımıyor. Zira, İsrail’in karşısında İran dışında durabilecek tek yönetim Suriye.
Ancak Suriye de yıllar süren savaş ve an itibariyle ABD-YPG, Türkiye ve İdlib’de üç ayrı işgalle karşı karşıya. Ayrıca ülkenin iktisadi durumu ve yıllar süren savaşta oldukça yıpranmış ordusu da.İran, İsrail’in petrol tesis ve kuyularını vurması durumunda, dünya petrol ihtiyacının %20-25’ini karşılayan Hürmüz Boğazı’nı ulaşıma kapatmaktan bahsediyor. İran’ın bunu yapma olasılığı oldukça yüksek ve bu durum dünyada çok büyük bir iktisadi sarsıntı yaratabilir. Nükleer tesislerinin hedef alınması ise bölge için çok büyük bir radyoaktif tehdit yaratma potansiyeline sahip. Böyle bir tablonun ağırlığının altından İsrail’in de kalkma olasılığı yok. İran ise buna karşılık geliştirdiği Hipersonik füzeler, bölgedeki müttefikleri üzerinden önlem almaya çalışıyor gibi. Ayrıca, İran’ın bu saldırılar ardından mevcut nükleer gücünü hızlı bir biçimde enerji üretiminden silah üretmeye yönlendirmesi de mümkün. Ayrıca Tahran, Körfez ülkeleri başta olmak üzere Arap yönetimlerini İsrail’e destek vermemeleri için ikna etmeye çalışıyor. İran’ın burada en önemli kozu, bu ülkelerde bulunan ABD üslerinin de olası bir yardım etme halinde, kendilerinin hedefi haline geleceği…
Önümüzdeki dönem bir yandan Batı’nın Ortadoğu’ya dayattığı denklemin dağılmasının sonunun nereye varacağını da gösterecek. İsrail’in geçmişten gelen hegemonyası giderek dağılırken, bu hegemonyanın yarattığı kan denizi hala gözler önünde ve giderek de büyüyor. Unutulmaya yüz tutan Filistin’in sesi, ancak oluk oluk akan kan ile yeniden duyulabiliyor. İsrail, Hizbullah’la olan mücadelesinde tüm teknolojik üstünlüğüne rağmen karasal üstünlük sağlayamıyor, ancak Lübnan’ın cehennem dengelerini de yerinden oynatma potansiyeline de sahip…
İsrail, Batı dünyasının gücüne yaslanırken Körfez ülkelerinden, AKP yönetimine dek bütün bölgesel güçlerin de müttefiği konumunda. Filistin’in, Filistinli’nin soykırımdan sıyrılarak hür bir ülke, halk haline gelmesi ise daha alınması gereken uzun, kanlı ve bölge dışında yaşanacak değişimlere de bağlı.
Ermenistan’ın Çelişkili Yolu ve Güney Kafkasya’da “Barış” İhtimali