Son zamanlarda İzmir Körfezi’ndeki kirlilik ve balık ölümleri, bana yıllar önce yaşadığım Marmara kıyılarını bir kez daha anımsattı ve çevre kirliliği yüzünden içten içe ölmeye başlayan denizlerimizin trajik durumu hakkında uzun uzun düşündürdü. Ayrıca bir soru takıldı zihnime: Acaba her güzellik sadece geçmişte, anılarda mı kalacak?
Gözlerimi kapıyorum ve eskilere, çocukluğuma, çocukluğumun iç denizine uzanıyorum. O duru ve mavi denizin kıyısında yer alan şirin balıkçı kasabasındaki yıllar yansıyor zihnimdeki perdeye.
Geçmişe yolculuk, güzelliklere, iyiliklere götürüyor beni; mavinin ve yeşilin birbiriyle buluştuğu doğa güzelliklerine. Artık her şeyin anılarda kaldığı gerçeğiyle yüzleşmek acı veriyor bana. Çocukluğumun mavi sahili İzmit Körfezi yakınındaydı.
Kışın fırtınalar eserdi çocukluk denizimde. Yaşadığımız evin bahçesine rüzgârın uğultusu eşliğinde ilerleyen dalgalar, ilkbahar ve yaz günleri geldiğinde bahçeden çekilmiş olur, küçük çırpıntılar halinde kımıldanırdı deniz yüzeyinde. Yaz sabahları gün ışığında yıkanırdı deniz. O saydam sularda, taşların, yosunların, kaya balıklarının, taşlara tutunan midyelerin varlığı çocuk yüreğimi sevinçle doldururdu. Marmara’nın suları duru ve ışıklıydı kasabada. Meltem estikçe hafif hafif ürperirdi sular; yürürken sahil ayaklarımızın altında bütün güzelliğiyle uzanırdı.
Denizin Masalı adlı çocuk kitabını, çocukluğumda belleğime kazınan o imgelerin verdiği esinlerle 2000 yılında kaleme almıştım. Yayımlanması için ayrıca ruhumun denizinde neredeyse yirmi yıl bekletmiş, ancak 2019’da yayımlatıp gün yüzüne çıkarmıştım. Dalgalar, yüzey pırıltıları, deniz kabukları, kumlar, kayalar, martılar… Geceleri yakamozların ışıltıları… hepsi harikaydı. Denizkızlarının varlığına bile inanırdım. Kasabadaki balıkçı teknelerinin denizkızı çizimleriyle süslü olduğunu da anımsıyorum. Jorge Amado, “İnsanın anayurdu çocukluğudur” der; ne denli doğru bir söz. Çocukluk imgeleri, yaratım anında birdenbire o derin bellek kuyusundan süzülüyor; imgeler çağrışımlara, çağrışımlar da sözcüklere evriliyor. Kalem, çocukluk zamanının içinden kelimelerle sessizce geçiyor; zihne ve yüreğe yansıyanları şekillendiriyor yavaş yavaş.
Çocukken biz daha şanslıydık, çünkü doğaya yakındı yaşantılarımız; şimdiki çocuklar gibi ekran mahkûmu değildik. Dar bir alanın ve sanallığın penceresinden bakmıyorduk dünyaya. İnsanlar, her türlü doğa güzelliğini kirletmeyi, bozmayı ve yok etmeyi alışkanlık haline getireli beri çocukluk imgeleri ne yazık ki aşınmaya, yıpranmaya ve giderek kaybolmaya başladı.
Çocukluk günlerimde yavaş yavaş sanayileşme de başlamıştı o duru denizin çevresinde. İzmit Körfezi kıyılarında sayısı giderek artan fabrikalar, o dönemde ilerlemenin ve kalkınmanın simgesi olarak görülürdü. Geleceğin karanlığının farkında değildi insanlar. Bize “her tüten bacanın, toplumsal ilerleme anlamına geldiği” öğretilirdi. Kasabanın yakınlarında bir çimento fabrikası vardı, bacası her zaman tüter, dumanı rüzgârla savrulurdu denize ve kasabaya doğru. İlkokul arkadaşlarımın bazılarının babası o fabrikada işçi ya da mühendis olarak çalışıyordu. O yıllarda nüfus ve sanayileşme bu denli yoğun değildi; büyüdüğüm kasabada yüksek binalar ve sık yapılaşma yoktu. Bazı İstanbullu ailelerin tek tük yazlıkları vardı. Onlar da çok katlı binalardan değil; doğaya uyum sağlayan bir- iki katlı bahçeli villalardan oluşuyordu.
Yazları hava güzeldi, temizdi, güneş parlıyordu. Denizle adeta büyülü bir dostluk kurmuştuk biz kasabanın çocukları. Bütün gün ya uçsuz bucaksız kırlarda koşup oynar, küçük tepelere tırmanır, otları, çiçekleri, ağaçları tanırdık. Enginar tarlaları, kiraz bahçeleri ve zeytinliklerin içinde yaşardık.
Çoğu zaman deniz kıyısına gider, denizin tadını çıkarmaya çalışırdık. Kayalıktı denizin kıyıları. Biraz yüzdükten sonra bir kayanın üzerine çıkar, orada soluklanır, sonra başka bir kayaya doğru yüzerdik. Kayadan kayaya yüzerek bir koşu tuttururduk adeta. Bazen elimize oltaları alır, misinanın ucundaki kancaya midye içi takar, sonra oltaları kıyıdaki iskelelerden denize savurur, balık tutmaya çalışırdık. Denizin içinde yosunlar arasında ispari balıkları ışıl ışıl parlardı. Onlardan birini yakaladık mı nasıl sevinirdik! Oltaya yakalanan balığı hemen denize atmak isterdik. Bu, bir oyundu bizler için. Bazen ailelerimizle deniz kenarındaki çay bahçelerinde otururduk. Büyükler çay içerlerdi; bizim elimizdeyse mis kokulu gazozlar olurdu.
Yazın kıyılarda, akşam alacasında gazinolarda, restoranlarda balık ızgarası yapılır; yenilir, içilir, neşelenilir, şarkılar söylenirdi. Maltızlardan yükselen kokular gün batımını doldururdu; şimdi o anlar bütün canlılığıyla yaşıyor belleğimde.
Bazen sandala binerdik. Küreklerin şıpırtısı, duru denizdeki duru hayatımızda yankılanırdı. Sandalın iki yanında yunuslar hoplaya zıplaya bize yol gösterirlerdi.
Şimdi düşünüyorum ve düşlüyorum ki, bir masalın içinde yaşıyormuşuz orada. Mavi -yeşil bir büyü sarardı çocukluk yaşantılarımızı. Gök mavi, deniz mavi, uçsuz bucaksız kırlar ve ağaçlar yemyeşil. Pastoral bir tablonun içinde soluk alıyorduk. Özgürdük. Bir şiirdi, bir coşkuydu yaşadıklarımız.
Aradan çok uzun yıllar geçti. Sanayileşme çabaları plansızca ve sorumsuzca gerçekleşince, güzelim kıyılar beton yapılarla dolunca ve nüfus giderek yoğunlaşınca büyülü masalımız kirlendi. Her şey sona erdi. Mavilerimiz gri oldu, yeşiller betona kesti.
Para hırsı, aç gözlülük her şeyin önüne geçti; kâr etmeyen, kâr getirmeyen her şey; her varlık, her tarihi yapı, her doğal güzellik acımasızca yok edilmeye başlandı. “Kapitalizm, gölgesini satamayacağı ağacı keser.” sözü yaşadığımız gerçeği tanımlayan en etkili söz oldu. Her şey paraya endekslendi, doğa katledildi, canlılar yok edildi.
Bahçeli ahşap evlerimiz kayboluverdi kasabada. Gövdelerine salıncak kurup düşlerden düşlere uçtuğumuz ağaçlar kesildi. Ahşap evler bir tarihi saklıyordu cumbalı sakin odalarında. Ama kâr ve kazanç kapıları ön plandaydı bu sistemde. O yüzden, ahşap evler yıkılıp onların yerlerine beton binalar, oteller, moteller, siteler, lüks rezidanslar yapıldı. Özgürlük sona erdi. Murathan Mungan ne denli doğru bir tespitte bulunmuş; “Biz büyüdük ve kirlendi dünya” dizesiyle.
Evet, biz büyüdük, yaşlandık ve şimdilerde iyice kirlendi dünya. Çok yıllar var gitmiyorum çocukluğumun kasabasına, çocukluğumun duru denizine. Çünkü büyük bir hayal kırıklığı yaşamaktan, hafızamda yıllarca yaşattığım o güzelliklerin kumdan bir şato gibi dağılıvermesinden korkuyorum.
Bundan yaklaşık yirmi beş yıl önce korkunç bir depremle sarsılmıştı çocukluğumun denizi. Sanki o karanlık gecede bütün çocukluğum yıkılıp yerle bir olmuştu. Büyüdüğüm kasaba, kayalık zemin üzerinde olduğu için depremin yol açtığı yıkım çok fazla değildi, ama onun karşısındaki Yalova’da yıkım korkunç boyutlardaydı. Bütün İzmit Körfezi acılar içindeydi.
Son yıllarda can çekişiyordu “duru” deniz. Hafızasız toplumun kötücül insanları yine iş başındaydılar. Betonlaşma süreci sorumsuzca devam ediyor; çevreyi ve doğal yaşamı dikkate almayan sanayileşme bütün hızıyla sürüyor; atıklar çocukluğumun denizini sürekli dolduruyordu. Deniz ölüyordu, kimse kılını kıpırdatmıyordu. Her türlü sanayi atığı, kimyasal ve evsel atıklar, plastikler, pislikler sorumsuzca boşaltılıyordu bir zamanların o duru denizine.
Sonunda isyan etti deniz. İnsanların hoyratlığına, aç gözlülüğüne isyan etti; içinde biriken bütün nefreti tükürdü bütün kıyılara. Müsilaj dedikleri bir çevre felaketi sardı her yeri; tıpkı bir kanser gibiydi. İş işten geçtikten sonra harekete geçildi; bu duruma çareler, çözümler aranmaya başlandı, ama hiçbir şey eskisi gibi değildi artık.
Çocukluğumun duru denizinin fotoğraflarına bakıyorum şimdi. Baktıkça içim acıyor. Bu iç acısı, derin bir ağıt gibi ruhumu sarıyor. Bu sızı ne zaman biter, bilemiyorum.
Öykü ve roman sayfalarında yaşayan denizleri ve doğayı anımsıyorum. Halikarnas Balıkçısı’nın o muhteşem deniz betimlemeleriyle buluşuyor gözlerim. Sait Faik’in Marmara’yı, özellikle Adaları bir şiir gibi anlattığı öykülerini, Yaşar Kemal’in o canlı, renkli doğa ve deniz anlatımlarını unutamıyorum; Reşat Nuri Güntekin’in Dudaktan Kalbe romanında dile getirdiği İzmir Bozyaka bağlarını da.
Tarihi binalar yıkılıyor, denizler dolduruluyor, ağaçlar kesiliyor, ormanlar yok ediliyor. Canlıların hiçbirine değer verilmiyor. “Tüketim” odaklı kapitalist sistem, bütün güzellikleri kavuruyor, mavilikleri de kendi ruhunun kiriyle kaplıyor, sarıyor, örtüyor, denizin içindeki ve dışındaki yaşamı yok ediyor.
Galiba tek sığındığımız yer; yine bilim, sanat, felsefe ve edebiyat. “Dünya ağrısı”yla başa çıkmanın başlıca yolu onlar. Bu gidişle doğal ve tarihsel güzellikleri sadece resimlerde, fotoğraflarda, videolarda, kitap sayfalarında saklayabileceğimizden ve ancak o şekilde gelecek kuşaklara aktarma olanağı bulabileceğimizden korkuyorum. Dilerim, bu korkularım gerçekleşmeden, yaşam daha fazla kararıp ağırlaşmadan “güneş yeniden doğar”.
Avukat Figen Özbek ile Çocuk Hakları Mücadelesinde Sivil Toplumun Gücü