₺0,00

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Değişime Uyumlanamayan ve Şiddete Karşı Duramayan Erkeklerin Utancı! 

“Alt sınıfın yozlaşmış ahlakında…şiddet meşruiyet kazanır… Kadına şiddet de bunun tali etkilerinden biridir. Bu anlamda şiddet, asla münferit değildir, toplumsal, kültürel ve zihinsel bir göstergedir. Erkekler yeni toplumsal dinamiklere uyum sağlamaktan uzaklar. Yükselen erkek şiddeti karşısında Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamamak durumundalar. Yine de bir zihinsel dönüşüm için bu erkekler, kadınlar için birer müttefik ve dosttur.” Psikiyatrist Prof. Dr. M. Kemal Sayar, bu birkaç cümlede şiddet iklimini ve kadına yönelik şiddeti özetliyor.  Sayar’a göre çözüm “Şiddetin ayıplandığı, cezalandırıldığı, hevesinin kırıldığı bir toplumsal mutabakat” oluşmasında… Özellikle erkeklerin okuması ve düşünmesi dileğiyle…

Geçen hafta X hesabından “Şiddet Üzerine Notlar” adı altında Prof. Dr. M. Kemal Sayar Hoca’nın paylaştığı şu tespitleri okudum, düşündüm ve çokça not aldım: 

“Konuşabilen ve acısını sözle ifade edebilen canlı olarak insan, saldırganlık dürtülerini kontrol edebilirBunu yapamayan ve daha alt düzey bilinç veya limbik sistem tarafından idare edilen insanlar, bir güç açlığıyla saldırganlaşır.” 

Şiddet türlü biçimlerde, fiziksel, psikolojik, iktidar enstrümanlarıyla kılcal damarlara kadar yayılıyor

Şiddeti norm kabul edip içselleştiren kişi, kendisinin daha avantajsız olduğu durumlarda, kendince dengeyi sağlayabilmek için, bir başkasına kolayca şiddet uyguluyor.

Son dönemde erkekliğin kendi tümgüçlülük algısını yitimesine paralel olarak, incel denilen nefret suçlularının sayısında bir artış var.

Kadınların özgür irade ve güç sahibi varlıklar olarak yani kendileri gibi bir insan olarak reddetme hakkının olmadığı, seçilen ve itaat eden zevk nesneleri olması gerektiği inancı, hiçbir takdir edilecek niteliği olmayan hınç dolu ve gelecekten ümitsiz genç erkekler arasında giderek yayılıyor. 

Bu da sözlü şiddetten, sosyal medyadaki nefret söyleminden fiziksel şiddete hatta öldürmeye kadar bir saldırganlığa dönüşüyor. “

Halen Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı olarak çalışmalarda bulunan Psikiyatrist Prof. Dr. M. Kemal Sayar Hoca’nın bu tespitlerini okurken, “erkeklik ve şiddet” ilişkisi üzerine kendisine birkaç soru yönelttim. Hocaya sorduğum iki temel soru üzerinden, Türkiye’de kadına yönelik şiddet, erkeklerin şiddete dair tutumları ve içinde oldukları durumun psikolojik temellerini konuştuk.

Aşağıda bulacağınız yanıtlar, benim için zihin açıcı; zira şiddete meyleden ve ondan uzak duran erkekleri, korkularıyla ve erkeklikleriyle anlamaya dair pek çok yerinde tespiti barındırıyor. Ayrıca şiddetin psikolojik temelleri yanında, toplumsal değişimlerin yarattığı dönüşümlere de referansla açıklık getiriyor.  

ŞİDDETİN ARTAN GÖRÜNÜRLÜĞÜ, KENTE GÖÇ, SOSYAL MEDYA, GÜÇ İLİŞKİLERİNDE DÖNÜŞÜM VE ERKEĞİN DÖNÜŞÜME UYUMLANAMAYIŞI! 

Son yıllarda kadına yönelik şiddetin arttığına ve bunun acilen önlenmesi gerektiğine dair toplumsal bir mutabakat olduğunu düşünür müsünüz? Narin olayı, iki genç kızın vahşice katledilmesi, kadına yönelik taciz vakalarının uluorta yapılabilmesi… Kadınlar için tehdit iken, erkeklerden çok ses çıkmaması ya da bu olayları “münferit” gören güruhu nasıl değerlendirirsiniz? Bu toplum, şiddete “şiddet” demekte de mi kutuplaştı ve bunda da mı ayrıştı?  

Kadına şiddet olgusunun artışında sadece olayların sayı ve niteliğinde bir artıştan bahsetmek doğru olmayacaktır kanaatimce. Sebeplerden bir tanesi olayların hem görünürlüğünün hem de resmi makamlara bildiriminin artması. Bunu dünyada kadına uygulanan şiddet istatistiklerinden de gözlemleyebiliriz genel olarak; kadının hayatın içinde yer almadığı, kamusal alanları erkeklerle paylaşmadığı, daha feodal/ ataerkil ve kadına itaatkâr toplumsal rollerin biçildiği toplumlarda kadına uygulanan şiddet normalleştirildiği için, kriminal olayların şikâyete konu olmadığı ve istatistiklere dahil edilmediğini gözlemliyoruz.

Bir şekilde şikâyete konu olan olaylarda dahi kadının korunması yönünde değil, olayın üzerinin örtülmesi yönünde dönüyor adalet mekanizmasının çarkları. Geleneksel toplumlarda, bu anlayış “şüyuu vukuundan beter” anlayışıyla ele alınır. Söylentinin engellenmesi daha önceliklidir; kol kırılsa da yen içinde kalır. Buna mukabil kadının vatandaş paydasında erkeklerle eşit muamele gördüğü, birlikte ortak alanları paylaştığı toplumlarda kadına uygulanan şiddetin istatistiklerde yer bulması nedeniyle kadına şiddet istatistiklerindeki vaka sayılarının oldukça yüksek olduğunu da görüyoruz. 

Dolayısıyla kapalı toplumdan açık toplum anlayışına geçme sürecinde şiddet olaylarının oranının değil görünürlüğünün artmış olduğundan bahsedebiliriz. Bunda en büyük pay sahibi köyden kente göç olgusu. Gerek anne babaların ve büyüklerin anlatılarından, gerekse köy romanı ve diğer kurgusal alıntılardan gözlemlendiği kadarıyla, kırsalda kadına şiddet olgusuna hiç de yabancı değiliz. 

Geçmişte daha sınırlı sayıda insanın kent yaşamında yer almaları onların şehirli kültürüne adaptasyonunu zorunlu kılıyor ve tabii şekilde göze çarpmamak için şehirli- medeni insan personasını kabullenmesine yol açıyordu. Ancak son 40 yılda giderek hızlanan şekilde köyden kente göç olgusunun istikrarlı hale gelmesiyle insanların şehir kültürüne ve şehrin dikte ettiği insan hakları, vatandaş olarak eşitlik ve saygınlık nev’inden sosyal normlara uyum sağlamak yerine kendi göreneklerini göç ettikleri şehirde bir kök-hemşehri muhiti içinde yaşatmakta olduklarını görüyoruz 

Bu da diğer başka kültürel arazlarla beraber kadına şiddetin de kent yaşamına daha yüksek oranda dahil olmasının sebeplerinden biri. Şehirleşiyorsanız hukuk ve adalet sisteminin çok daha ince dokulu bir ağ haline gelmesi daha ince sinekleri de yakalayıp salmaması elzem. Çünkü orada geleneksel kapalı toplumun sahip olduğu mahalle baskısı ve gözetimi enstrümanları, dışlanma korkusu yok. Ancak artık çok kısıtlı alana hapsedilmiş şehre eklemlenen engin varoş bölgeler hem geleneksel hem de modern hukuk devletinin kontrol ve yaptırımından vareste tutuldukları bir muğlak norm alanına dahiller.

Şiddet olaylarının tırmanışına ilişkin algımızın sebeplerinden bir diğeri elbette sosyal medyanın ve teknolojinin üstlendiği rol: Güvenlik kameraları ve akıllı telefonlar sayesinde her türlü eylem kayıt altına alınıp dolaşıma sokuluyor artık. Uluorta tabiri artık kasaba meydanını, çarşı pazarı değil, evlerin odalarını ve karanlık çıkmazları da ifade ediyor. Sosyal medya bir yandan kurbanların sesini duyurabilecekleri, kamuoyu ve destek bulabilecekleri sınırsız bir açık toplum mecrası yaratmasıyla, kurbanların rağmına tesis edilen görünürdeki huzur ortamını tarümar ediyor. Madunun bir ses bulmasına, mazlumun çığlığını duyurmasına yardım ediyor. 

Ama öte yandan da insan zihninin bir niteliği sebebiyle bir felaket etkisi yaratıyor. Zihnimiz, bir yaşam stratejisi olarak tehditkâr ve kötü olana odaklanıyor. Güzel, mutlu, iyi şeyler sayıca ve sıklık açısından kat be kat daha fazla olsa dahi, kötü ve tehditkâr şeyleri daha önemli ve acil kabul etmemiz nedeniyle bunlar daha büyük etki yaratıyor ve kalıcı iz bırakanlar da bunlar oluyor. Felaket takipçilerine dönüştükçe daha hassas duyargalara sahip daha kaygılı insanlar oluyoruz. Kötülüğün gölgesi kendisini kat be kat aşıyor.

Köyden kente göçün bir başka etkisi de kadının geleneksel aile içi rollerinin dışında erkeklerle rekabet edecek yetkinlikte iş, eğitim, toplum hayatında yer almasına bununla paralel olarak da ev içinde güç ilişkilerinin dönüşmesine yol açması. Bu dönüşüm son derece hızlı bizim toplumumuzda. Batı’da belki iki yüzyılı bulan bu dönüşüm bizde elli yılda toplum tabanına yayıldı ve halen de devam eden bir süreç. 

“ERKEKLER ZİHİNSEL DÖNÜŞÜMÜ ANLAMADI VE UYUM SAĞLAYAMADI!”

Erkekler henüz bu zihinsel dönüşümü anlayabilmiş ve uyum sağlayabilmiş değil. Bu üzerlerine dörtnala gelen konfor yıkımı karşısında yeterince donanımlı ve yetişmiş değiller. Bu da erkeklik egosunun kırılganlaşmasına uygun bir ortam yaratıyor; fiziksel olarak daha avantajlı durumdaki erkekler değişen güç dinamiklerini kendi çıkarlarına yeniden tesis etmek için kadınları baskılamaya ve sindirmeye tevessül ediyorlar, bunun bir seçenek olduğunu sanıyorlar. Ailesinde ve kültürel havzasında şiddete aşina olan erkeklerin şiddeti bir araç olarak kullanmaları, bir eziklik ve güç/iktidar kaybı semptomu esasen. Erkekler henüz derinden değişen yeni toplumsal dinamiklere uyum sağlamaktan hatta bunu yorumlamaktan uzaklar.

Kadına şiddet olaylarının gerçekten tırmanışındaki en önemli etkenlerden biri de gelir adaletsizliği ve yoksulluğun etkisi. Yoksulluğun bizatihi kendisi bir şiddete maruz kalmaktır. Tüm toplumlarda hukukun ve ahlaki normların taşıyıcısı, toplumun omurgası şehirli orta sınıftır. Eğitimli, saygın, kültür yaratan ideal vatandaşın ölçüsüdür orta sınıf. Gelir adaletsizliğin artması, orta sınıfın giderek yoksullaşmasıyla, saygınlığını ve ahlaki norm taşıyıcısı olma işlevini yitirmesiyle at başı gider. 

Bu da yırtıcılığın, nobranlığın ve nadanlığın baş tacı edildiği nevzuhur zenginlerle, kenar mahalleden yırtmak için onları rol model kabul eden alt sınıfın yeni yozlaşmış ahlakına kapı aralar. Şiddetin insanı ezen, aşağılayan, öğüten tüm biçimleri böyle ortamlarda meşruiyyet kazanır. Şiddet bu meşruiyyeti kazandığında, kadına şiddet de bunun göz ardı edilebilir tali etkilerinden biridir artık.

Bu anlamda şiddet, asla münferit değildir, toplumsal, kültürel ve zihinsel bir göstergedir. Şiddeti en fazla kullananlar da en çok güç açlığı içindekilerdir. Kendini değerli hissetmek için baskı kurmaktan başka bir çaresi ve kaba güçten başka bir vasfı olmayanlar: Sevilemeyen ve saygı duyulamayanlar.

“ERKEKLER NE İSA’YA NE MUSA’YA YARANAMIYOR!” 

Erkeklik Çalışmaları konusunda üreten bir gazeteci olarak gözlemim “erkeklerin erkeklik ve kendilerinde yarattığı sorunlara dair konuşmak ve düşünmek istemediği” yönünde. Bu nedenle, erkeklik ve şiddet ilişkiselliğinde her alanda iktidarı elinde bulunduran erkeklere ağırlık vermek öncelikli bir tercih olmalı mı?  X hesabınızda bahsi geçen “toplumsal mutabakat” ihtiyacını ve “yoğun seferberliği” somut olarak hangi aşama ve aktörleri dahil ederek ve nasıl kurabiliriz?

Erkeklerin bir genellemeyle insaf duygusundan mahrum olduğunu söylemek de hakkaniyetli bir tutum değil. Biraz önce bahsettiğim orta sınıf değerleriyle büyütülmüş erkek çocukları her ne kadar teknik anlamda “feminist” değilseler de kerim ve müşfik efendi erkek karakteri kazanmış insanlar ve sayıları da azımsanmamalı. Elbette ki kadınların kadına şiddet olgusu karşısındaki korkusu ve haklı öfkesinin boyutuyla kıyaslanamaz ama bu insanlar da büyük bir kaygı ve tepki duyuyorlar şüphesiz. 

Belki bu konuyu çok da fazla dillendirmemelerinin nedenini bir mahcubiyet ve utanç hissi olarak tarif edebiliriz. Sadece koruyan ve esirgeyen erkek rolünü ifa edemedikleri için değil, bir sınıf olarak değerlerinde yenilgiye uğramış olmanın da utancı bu. 

Kadınlar kadar korunmasız sayılmasalar da görgüsüzlük, cehalet ve hukuksuzlukla çevrelenmiş yükselen erkek şiddeti karşısında onları da koruyan bir kültür ve sistem yok. Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamamak durumundalar benim gözlemime göre; incel, hırt, maço, alfa vs arsız erkeklerden tiksinti duysalar da kadınlar nezdinde de makbul değiller. Yine de durup düşünecek ve değişen dinamikleri yorumlayacak bir zihinsel dönüşüm için bu erkekler kadınlarımız için birer müttefik ve dosttur. Tıpkı ayetteki gibi, “birbirlerinin velileri” yani dayanışma içindeki insan arkadaşlarıdır kadınların. 

İktidarın kimin elinde bulunması gerektiği sorusu psikiyatrinin değil ahlak felsefesi ve siyaset bilimi disiplininin cevap aradığı bir konu. Ancak görebildiğim kadarıyla, sorumluluk sahibi hem toplumunun hem de insanlığın ve varlığın faydası esaslarını gözeten insanların, kadını ve erkeğiyle toplumun hizmetinde yer aldığı yapılanmalar, mutluluğa ve iyiliğe en ziyade hizmet edecek yapılanmalardır.

“Güç yozlaştırır” ifadesi olgusal olarak bir gerçek gibi görülebilir ama esasen, yozlaşmaya teşne insanlar güç açlığı içindedir ve güce yanaşırlar…Bunun dışında kadınların sadece emek piyasasında değil hem siyasette hem de bürokrasideki kilit noktalarda erkeklerle eşit oranda temsil edilmeleri hakkaniyet gereğidir.

Geçen günlerde denk geldiğim, feminist yazardan bir alıntı vardı, mealen “Liyakatsiz oldukları halde kritik makamlarda kadınlara da aynı sıklıkta rastladığımız gün, kadınla erkeğin artık eşit olduğunu kabul edebiliriz.” diyordu. Doğrusu dipte gerçekleşen böylesi bir eşitliğe benim insafım el vermez. Sorumluluk, hakkaniyet ve liyakat sahibi kadınların bunlara sahip olmayan erkeklerin iktidarını eriteceği bir dünyadan yana tercihim.

Erkekler için de Anıt Sayaç Kurulabilir mi?

Kadınların Güvenlik Sorunu Kimin Sorunu?